YUNUS EMRE

XIII. yuzyıl... Anadolu’da cokuntu devri... Savaşlar, işgÂller, ayaklanmalar, yağmalar, ağır vergiler, can ve mal kaygısı, kıtlık, kargaşa...
Ote yandan, Moğol akınlarıyla batıya gocen mÂneviyat erlerinin can veren nefesi... Kanla sulanan topraklarda Tasavvuf tohumlarının yeşermeye başlaması...
Yoksulluk ve huzursuzluğun insanları arayışa goturduğu bu donemde,
birliğe hasret gonullere su serpen bir ses duyulur:
“Ben gelmedim dava icin
Benim işim sevi icin”
Ve Kendini şoyle tanıtır;
“ Ete kemiğe burundum
Yunus diye gorundum”
Aslen, ette de kemikte de var olan o bilinc , Yunus adını alıp Âşık anlamına gelen ‘Emre’yi de lÂkap secer kendine...
Tarihciler kayıt duşmeye bayılır; bir doğum yeri ve yaşam hikayesi aranır sesin ardında...
Kimdir Yunus Emre?
Ne zaman doğmuştur, nerede?...
O her ne kadar ,
“Evvel benim ahır benim
Canlara can olan benim
Ağ ustunde kara dizen
Ol yazılan Kur’an benim”
dese de sorular surer inatla... İşin garibi, cevaplar da kesin değildir. RivÂyetlere dayalıdır eldeki yaşam oykusu... Bilgiler, her zaman birbirini tutmaz. Dile gelen şiirlerde aranır ipucları...
Kimi uzmanlar Karaman’da, kimileri Sarıkoy’de doğduğunu ileri surer. “O her yerde doğmuştur, mezarı da her yerdedir” diyenler de vardır.
1240-41’de Eskişehir yakınlarında, Sarıkoy ‘de doğduğunu kabul edenlere gore, yoksul bir ciftcidir Yunus. Bir gun kıtlık olup da ekin bulamayınca, dertlere deva olduğunu duyduğu Hacı Bektaş’a gitmeye niyetlenir. Okuzune alıc yukler, buğday karşılığında vermek uzere... Hacı Bektaş, “Sorun” der abdallara, “buğday mı verelim, nefes mi?”
Yunus, “Nefesi ne yapayım? “der . “Bana buğday gerek!.” Uc kez yinelenir soru ve hep aynı karşılık alınır... Boylece, okuzune taşıyabileceği kadar buğday yuklenip gonderilir.
Tam koyden cıkarken aklı başına gelir... Geri donup cuvalları indirir; himmet ettikleri nasibini istediğini, buğdaydan vazgectiğini bildirir. Ne var ki, nasip anahtarının Taptuk Emre ‘ye verildiği, gidip ona kapılanması gerektiği soylenir.
Yine yola duşer Yunus... Sonunda, Tapduk ‘a ulaşır. Nasibini almak icin burada hizmet etmeye başlar... Gorevi odun taşımaktır. Sırtı yara icinde kalıncaya kadar...
Teslimiyetin en guzel orneğini verir . ”Ustune sinen dunya kokularından kurtulmak icin” ağır cilelere, riyÂzatlara katlanır.
Kırk yıl boyunca tekkeye ne yaş bir odun getirir ne de eğri... Onun bu hizmetini cekemeyen diğer muridler, dedikoduya başlarlar, ”şeyhin kızını sevdiği icin boyle yapıyor” derler. Tapduk, “dağda hic eğri odun yok mudur?” diye sorduğunda, ”Bu kapıya eğri odun yakışmaz” cevabını verir.
Şeyhi onu uzun seyahatlere gonderir... Bir zaman dolaşır yollarda... Gurbeti icinde yaşayarak... İlahi aşkın ateşi ve hakiki vatanının ozlemiyle diyar diyar gezer. Konakladığı yerlere de o ateşin ışığını yansıtır. Yolculuklar bitip de geriye donduğunde, dergÂhın kapısını Tapduk ‘un Hanımı acar. Pîr’in kendisini kabul etmesini dileyen Yunus’a “sen kapı eşiğine yat. Şeyh, sabah namazı icin kalktığında ayağı sana takılınca, ’kim bu?’ diye sorar. Ben ‘Yunus’ derim .’Bizim Yunus mu?’ diye sorarsa anlaşılır ki, gonlundesin. Hangi Yunus?’ derse vay haline!.. Git, dermanını başka yere ara...”
Ana Bacı‘nın dediği gibi yapar. Sabah olunca, Pîri mujdeli işareti verir:
”Bizim Yunus” tur o. Cileler, imtihanlar bitmiştir. Ama, sadece kendini kurtarmak değildir maksat...
Tapduk Emre, bir gun yanına cağırıp “Artık, ayrılık vakti geldi Yunusum. Asamı fırlatıp atacağım, sen de onu buluncaya kadar dolaşıp irşÃ‚d vazifesi yapacaksın. Asamı bulduğun yer, canını Yaradanına teslim edeceğin yerdir.” der.
Boylece Yunus, hayatının geri kalan kısmını, “il il dolaşıp saf gonullere Baba Tapduk’ un mÂnÂsını sacarak” gecirir.
Bu yolculuklar sırasında MevlÂn ile de tanışır, onun meclisinde bulunur .
Nihayet, asayı Sarıkoy yakınlarında bulur, bazı şiirlerinden anlaşıldığı uzere vefatı da burada olmuştur.(1320-1321). Vasiyeti, tek maddeliktir : Şeyhinin eşiğine gomulmek. Boylece, Tapduk ‘u ziyarete gelenler, kendi mezarını ciğneyeceklerdir.
Gerci en az on ayrı yerde turbesi olduğu soylenir;
“Olur ise ten olur ,Canlar olesi değil “diyen bu sesi bir mezara sığdırmak mumkun olursa tabii!..
Yunus, kendi deyimiyle Tapduk’ un koluna konan bir doğan olmuş, mÂnevi yolculuğuna onun feyziyle devam etmiştir. Yolun başındayken
“Bu dunya bir gelindir , yeşil –kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakıbanı doyamaz “
diyecek kadar dunyaya bağlıyken, ilerledikce mucÂhededen muşÃ‚hedeye, mecazi aşktan gercek aşka erişir,
“Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun
Assı ziyandan gectim dukkÂnım yağma olsun!”
diye seslenmektedir artık. Sozden oze, ayrılıktan vuslata, şeriatten hakikÂte, kulluktan sultanlığa ulaştığında,
“Benem ol aşk bahrisi denizler hayran bana
Derya benim katremdir zerreler umman bana”
sozleri gelir dile...
Renkten renge boyanır Yunus o durakta... KÂh Adem’le Cennet’ten kovulur, kÂh Nuh’la gemiye biner. Miraca cıkar kimi zaman... Ateşte İbrahim olur, kimi zaman da ateş olur İbrahim’ e... Mansur’la asılır ; ama ona urgan olan da kendisidir...
Her sozun aşktan dile geldiğini, kendisinin ne kara ne de akı okuduğunu bildirir. Bazıları, bu sozlerden okur yazar olmadığı mÂnÂsını cıkarırlarsa da o ,
“Dort kitabın mÂnÂsın okudum hÂsıl ettim
Aşka gelince gordum, bir uzun hece imiş”
diyerek, butun bilgilerini aşk ateşinde yakıp yok ettiğini anlatır. Gercekte Yunus Emre, okuma yazma bilmenin otesinde, devrinin hayli bilgili, aydın kişilerindendir. Ummilik ile cahilliği kesin cizgilerle ayırır ve “cahilleri sohbetten her dem suresim gelir” ifadesiyle hakikÂtin cahili olmadığını ilan eder.
Ya şu dizelere ne diyelim?
“Ben bir kitap okudum, kalem onu yazmadı
Murekkeb eyleyeydim yetmeye yedi deniz.”
Âşık olmayanların onu anlaması cok zordur.” Sevgilinin yuzunu gorduğunde ikiliği yağmalamıştır, can dost mihrabında secdeye varmıştır.Beş vakit birikmiş, bir yere gelmiştir, Âşıkların namazı, el suya banmadan, el ayak deprenmeden, baş secdeye gitmeden kılınır. Aşk milleti, her milletten ayrıdır,onların Âyetleri dunyada da ahirette de bambaşkadır. Bu yolda, kufur de imÂn da perdedir artık....”
“Dini terk edenin kufurdur işi,
Bu ne kufurdur imÂndan iceri! ”
Sozlerini şeriata aykırı bulup kınayanlara cevabı şoyledir:
HakikÂt bir denizdir, şeriattir gemisi
Coklar girdi gemiye, denize dalmadılar.
Kaynayıp coşar Yunus, “Âşık olan arı namusu neyler!” deyip... Dolup taşmak uzere olduğunu da Behey Yunus sana soyleme derler
/ Ya ben oleyim mi soylemeyince!” dizeleriyle anlatmak ister gibidir.
Aşk yolunda riyÂya, gosterişe yer yoktur, sahte dervişliğe karşı dilini sivriltir:
“Dervişlik olaydı tac ile hırka
Biz de alırdık otuza kırka”
Kaba zahidlik, ham sofuluk da yergi oklarından kurtulamaz. ”Dort kitabı şerh edenin, mÂnÂsını bilmedikce hakikÂtte Âsi olduğunu bildirir ve
“Bir kez gonul yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil;
Yetmiş iki millet dahi
Elin yuzun yumaz değil”
İfadesiyle İnsan gonlunun KÂbetullah olduğunu hatırlatır.
Yunus Emre’nin Risalet’un Nushiyye adlı didaktik eserinin yanında, buyuk bir Divanı bulunmaktadır. İcindeki şiirlerin tam sayısı belli değildir; kendisinden sonra ‘Emreler’ adı verilen bir ekol oluşmuş ve bircok şiir ona mal edilmiştir; zira Yunus, artık yer aldığı sonsuzluk makamında MevlÂn gibi, ariflerin gonlunden seslenmeye devam etmektedir.
Halk arasında anlatılan rivayete gore; ”Yunus uc bin şiir soylemiş. Bunlar divan haline getirilmiş. Yunus’tan sonra bu divan, Molla Kasım adlı birinin eline gecmiş. Divanı alıp bir su kenarına giden Kasım, daha ilk şiiri okuyunca “şeriate uymuyor “deyip koparıp yakmış, iki, uc derken bin şiiri boyle yakmış. Bin birinci şiiri de şeriata aykırı bulmuş; ama yakmaktan bıktığı icin suya atmış .Suya attığı şiirler de bini bumuş. Ucuncu binde şu şiire rastlamış:
“Derviş Yunus bu sozu eğri buğru soyleme
Seni Sigaya ceken Bir Molla Kasım gelir.”
Bu beyiti okuyunca Molla, hatasını anlamış divanı opup başına koymuş. Bizim elimizdeki, işte bu kalan bin şiirdir.”
Efsane de, mecaz da olsa duşunduruyor insanı... Molla Kasımlar bugun de var, her zaman da olacak, ama o sesleniş her an gonullerde esmeye devam etmekte...
Duyabilirsek !..
__________________