
ONUNLA İLK karşılaşmamızda bana “Hocam, ben bu dunyanın işini başaramadım; Allah’ın gucune gitmesin ama ben bu dunyaya hic gelmemeliydim” demişti. Uzerime diktiği gozlerinde, hayat karşısında mağlup olmuş bir adamın bitkinliğinden izler vardı.
Gizlemeye calışıyordu ama ben, gozlerinin dolu dolu olduğunu fark edebilmiştim.
Yaşı muhtemelen elli civarlarındaydı; sacları beyazlamıştı; bir devlet memuruydu.
Bu yaşına kadar ‘helÂlinden kazanmaya’ itina etmişti. Orneğine başka durumlarda da rastlanacağı gibi ‘namuslu’ olmanın faturasını odeyenlerden biri olduğu anlaşılıyordu.
Boyunca cocukları vardı…
Modern zamanların kıskacında yaşayan ve bitmek bilmeyen ihtiyacları olan cocukları…
Başkalarının imkÂnlarına ozenen, cebinde bol para, altında luks bir spor araba olsun isteyen ve lugatinden ‘kanaat’ kavramını epey bir sure once cıkartmış olan cocukları…
Onların isteklerini karşılamaktan Âcizdi ve hayata maddî perspektiften bakmaya şartlandırılmış evlatları nazarında ‘gucsuz’ ve ‘yetersiz’ bir baba olduğunun fazlasıyla farkındaydı.
Cocukların zihinlerinde cevirip durdukları “Neden biz daha iyi şartlarda yaşamıyoruz? Neden hep biz tasarruflu olmak, olculu harcamak zorundayız?” turunden sorulara tatmin edici cevaplar verebilmekten de uzaktı.
Evlatlarını daha iyi yetiştiremediğine de hayıflanıyordu.
Aslında eşi ve kendisi onları bu yaşa getirene dek ne zorluklara katlanmışlardı?
Uykusuz gecirdikleri gecelerin sayısını hatırlamıyordu ama hayatı bir yuk gibi sırtlarında taşıdıkları, ay sonunu getirebilmenin hesaplarını yaptıkları donemlerde bile zorlukları onlara yansıtmamak icin nasıl cırpınıp durduklarını anımsıyordu.
‘Yemeyip yedirmek, giymeyip giydirmek’ turunden terkipler herkesin ağzına duşmuş beylik ifadelerdi ve orijinalitesini kaybetmişti ama onlar ‘harbiden’ yemeyip yedirmiş, giymeyip giydirmişlerdi.
En kucuk yavrularının ateşlendiği bir gece soluğu acil servisin kasvetli kapısında almışlar; uzuntulerine “ya bizden cok para isterler de, karşılayamazsak; evladımızı tedavi ettiremezsek” tedirginliği eşlik etmişti.
Hastane koridorlarında volta atarken, yaklaşan kirayı nasıl tedarik edeceğini, yakıt masraflarını nasıl karşılayacağını duşunduğunu de bugun gibi hatırlıyordu.
Cocuklarına ‘dar gelirliliğin’ mağduriyetini yaşatmamaya calışıyordu. Oyle ya ‘alt tarafı’ bir devlet memuruydu ve aldığı para ortadaydı. Yine de başkalarında gorup canları bir şey istediğinde, onlara elde edememenin burukluğunu yaşatmamak icin ‘bir yerlerden’ kısıp temin etme yoluna gittiği de olmuştu.
Bana “Hocam, biz cok sıkıntı cektik bugune kadar” derken, aslında harcıÂlem bir şey soylediği, kimle konuşursanız konuşun gecmişte yaşadığı problemlerden dem vuracağı gerceği umurunda değildi. Bir farklılık endişesi yoktu ve tavrı alabildiğine icten olduğunu ÂşikÂr kılıyordu.
Karşımda oturmuş, bir elli yılın muhasebesini yapıyordu.
Bir işi, iyi kotu bir geliri vardı ama ruh hÂli ‘bir baltaya sap olamadığını duşunen’ bir zihnin yeniklik psikolojisini yansıtıyordu.
Oyle ya, kimseyi memnun edememişti hayatı boyunca…
Hatta kendisi bile kendisinden rÂzı değildi!
Calışmış, didinmiş, gecesini gunduzune katmış ama babalık hususunda cocuklarından gecer not alamamıştı.
Harama el uzatmamış, hakka hukuka riÂyet etmişti ama iş hayatında da ‘saygın’ bir yeri olduğu soylenemezdi.
Belki bir tek otuz yıl aynı yastığa baş koyduğu hanımı ona yoldaş olmuştu ama ona da sorsalar, kim bilir nelerden şikÂyet edecek, pozisyonunu daha iyilerle mukayese edip hangi mahrumiyetlerden sızlanacaktı?
İşte karşımda duran bu adam “Hocam, ben bu dunyanın işini başaramadım; Allah’ın gucune gitmesin ama ben bu dunyaya hic gelmemeliydim” derken bana boyle bir arka plÂndan sesleniyordu.
Aslında kendisini yetiştirmeye calışan birisiydi de.
Elinden geldikce kitap okumaya calışıyor; daha bilgili bir baba olarak cocuklarının karşısına dikilmek istiyordu. Kendisinin ‘cÂhil’ olduğunu duşunmelerine tahammul edemezdi.
Konuşma esnasında bir ara “Bu yaştan sonra yabancı dil kursuna bile gittik hocam!” dediğini hatırlıyorum.
Kısacası miskin, uyuşuk, gamsız bir adam değildi.
Hatta dostları her şeyi kafasına gereğinden fazla taktığını soyluyorlardı.
Gercekten ince ve duyarlı bir mizÂcı vardı…
Kimseyi kırmamaya ozen gosterirdi…
Cokca istismar edildiğini bile bile insanlar arası ilişkilerde icten ve nÂzik olmaya itina ederdi.
Peki, bunca dikkatli yaşamaya calıştığı bir omrun Âhirinde saplandığı bu ‘mağlubiyet’ duşuncesi de nereden geliyordu?
Neden cok idealist ve kararlı cıktığı bu yolun sonuna yaklaştığında “Olmadı! Beceremedim!” duygusuna kapılmıştı?
Aslında bu sorulara kendince bir cevap da bulmuştu.
Yaşadığı zaman Âhir zamandı ve bu devre damgasını vuran olgu ‘başarı’ idi. İnsanlar başarıları nisbetinde değer goruyorlardı.
Durust, erdemli vs. olmanın pek bir kıymet-i harbiyesi yoktu. Bu tur değerlere, başarının kendilerine eşlik ettiği durumlarda itibar ediliyordu.
Bir kitapta okuduğu ‘materyalizm’ biraz da bu muydu yoksa?
Bu oyle bir anafordu ki, dindarından dinsizine, ahlÂklısından dolandırıcısına herkese Ârız olmuştu.
Daha fazla dindar olmak bile bu devirde başarılı/guclu olmakla mumkundu sanki…
Surekli one cıkarılan ‘işinde başarılı insan’, ‘iş adamı’, ‘iş kadını’ gibi kavramlar cağın hÂkim değerini deşifre ediyordu.
Evet, kendisi durusttu, duyarlıydı, iyi yurekliydi, yardımseverdi, en ufak bir trajedide gozleri dolardı ama ne yazık ki bunlar para etmiyordu.
Ona…
En yakınındakilere, aile fertlerine bile anlatamadığı derdini, neden benimle paylaştığını sordum…
Bana “Bilmiyorum” dedi: “Hocam, bilmiyorum”
Bense sadece dinledim onu…
Konuşarak duşuncelerini değiştirmeye hic yeltenmedim…
Bir sure oyle sessizce oturduktan sonra “Bana musaade hocam!” dedi…
Ve kalkıp gitti…
Sonraki gunlerde nedense aklıma Hz. Nuh’a Âit o meşhur dua takılacaktı:
“Rabbi inni mağlûb: Yenildim Allah’ım”
Murat Turker
__________________