Korkarım ki toprak beni kabul etmezSırrı Sekati hazretleri bir gun sohbeti anında talebelerine, (30 yıl once dediğim bir elhamdulillah yuzunden, 30 yıldır tevbe istiğfar ediyorum) deyince, talebeler şaşırdı, (Efendim bu nasıl olur?) diye sordular. Şoyle anlattı:
Dukkanların bulunduğu carşıda yangın cıkmış, butun dukkanlar; terlikciler, oruculer, elbiseciler nerdeyse tamamen yanmış. Bunu bana gelip haber verdiklerinde, senin dukkana bir şey olmamış dediler. Ben de gayri ihtiyari (elhamdulillah) dedim. Sonra kendi kendime, din kardeşlerinin malı mulku yansın, seninki kurtuldu diye sen hamd et, bu nasıl Muslumanlık diyerek cok uzuldum, ağlayıp cok tevbe ettim. Dukkanları yanan din kardeşlerime benzemek icin, dukkanımdaki butun malları fakir fukaraya dağıttım. 30 yıldır da tevbe ediyorum, hÂl vicdan azabından kurtulamadım. Ben olunce beni ıssız bir yere gomun, korkarım ki toprak beni kabul etmez, dostlarım arasında utanırım.
Ben safımı belli ediyorum
Bir gun Nemrut, İbrahim aleyhisselamı ateşe atmaya karar verir. O kadar buyuk bir ateş yakar ki bu sefer kendisi ateşe yaklaşamaz. Bir mubarek zat, bakmış bir karınca ağzına su alıyor, uzaktan getiriyor ateşi sondurmek icin. Fakat yaklaşamıyor, yakın bir yere bırakıyor. Evliya zat sormuş:
- Ne yapıyorsun sen?
Karınca, demiş ki:
- Sorma, Allah'ın Peygamberini yakacaklar. Ateşi sondurmeye calışıyorum.
O zat sormuş:
- Senin bu kucuk cussenle taşıdığın bir damla su ile bu koca ateş soner mi?
- Ben de biliyorum sonmeyeceğini ama ben safımı belli ediyorum. Bir de, Cenab-ı Allah herkese gucune gore hesap sorar. Benim gucum bu kadar.
Obur taraftan bir yılan da devamlı ufleyip, ateşi korukluyor. Bu sefer ona sormuş:
- Sen ne yapıyorsun boyle?
Yılan demiş ki :
- Bugun bayram! Bir Peygamber yanacak.
Bu da kendi safını belli ediyor, gucu nispetinde elinden gelen kotuluğu yapmaya calışıyor.
Bir elma ve imam-ı a’zamın babası
Şemseddin-i Sivasi'nin Menakıh-i İmam-ı a’zam isimli eserinde şoyle yazılıdır:
İmam-ı a’zamın babası Sabit (rahmetullahi aleyh) kucuk yaştan beri ahlakı temiz, takva ve vera sahibi idi. Yuzu gayet nurlu olup zuhdu, salahı ve ilmi pek cok idi.
Bir gun bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gordu. Abdestten sonra, suda curuyup gidecek olan bu elmayı alıp yedi. Fakat tukruğunde kan gordu. Şimdiye kadar boyle bir hÂl gormediği icin tukrukteki kanın bu elmadan ileri geldiğini tahmin etti. Yediğine pişman oldu. Elmanın sahibini bulup helalleşmek icin dere boyunca gitti. Nihayet yediği elmaya benzeyen bir meyve bahcesi gordu. Sahibini sordu. Bu zatın gayet comert ve ihsan sahibi olduğunu, hatta ağacta bulunan butun elmaları toplayıp goturulse yine bir şey demeyeceğini, bir elmanın ne ehemmiyeti olacağını soylediler. Buna rağmen elmanın sahibini buldu, meseleyi anlattı, ya parasını almasını veya helal etmesini istedi.
Bahce sahibi gencin bu halini gorunce takva ve verasının doğru olup olmadığını oğrenmek icin şoyle dedi:
- Yediğin elmam icin ne vereceksin?
- Altın gumuş neyim olsa veririm.
- Ben altın gumuş istemem ama, eğer kıyamette senden davacı olmamı istemezsen bir teklifim var, onu kabul etmen gerekir.
- Teklifin nedir?
- Yapacaksan soyliyeyim...
- İslamiyet''e uygunsa yapabilirim.
- Kor, sağır, dilsiz ve koturum bir kızım var, bununla evlenmeye razı olursan o zaman elmayı sana helal edebilirim.
Sabit hazretleri ahirete kul hakkıyla gitmemek icin bu teklifi kabul etti. Duğun hazırlığı yapıldı. Sabit hazretlerinin ilk gece odaya girmesiyle cıkması bir oldu. Hemen kayınpederine koşup, (Efendim, bir yanlışlık var galiba, iceride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok, tam tersi!) Kayınpederi tebessum ederek, (Evladım o benim kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kor dediysem, o hic haram gormemiştir. Sağır dediysem, o hic haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hic haram konuşmamıştır. Koturum dediysem, o hic harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahu teÂl mubarek ve mesut etsin.)
İşte bu evlilikten, yani boyle ana babadan imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri dunyaya geldi.
Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım
Gencin birisi KÂbe’de hep, (Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım, ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah’ım, sana hamdu sena ederim) diye dua eder. Bu durum herkesin dikkatini ceker. Birisi, (Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka bir şey bilmiyor musun?) der. O da anlatır:
7-8 sene once yine KÂbe’de iken ici altın dolu bir torba buldum. Tam 1000 altın vardı. İcimden bir ses (Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın) diyordu. Hayır dedim kendi kendime, bu benim değil, başkasının malı, kullanmam haram olur dedim.
Bu sırada birisi, (Şoyle bir torba bulan var mı?) diye bağırıyordu. Cağırdım onu, nasıl bir torbaydı, icinde ne vardı diye sordum. Torbayı tarif etti ve icinde 1000 altın vardı dedi. Al oyleyse torbanı diyerek verdim. Adam torbayı acıp icinden bana 30 altın verdi.
Pazara gittim. Temiz yuzlu genc bir esiri [koleyi] overek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi cekti. Yanlarına gittim, bu kole icin ne istiyorsunuz dedim. 30 altın dediler. Adamdan aldığım 30 altını verip genci satın aldım.
Bir iki yıl gecti. Genc cok calışkan, cok edepli idi. Onu aldığıma cok memnun olmuştum. Bir gun onunla giderken karşıdan iki uc kişi geliyordu. Genc bana dedi ki, (Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isterler. Sen iyi bir insansın, onlara 30 bin altından aşağıya satma) dedi.
O kişiler yanıma geldi, bu esiri bize satar mısın dediler. Satarım dedim. 60 altın verelim dediler. Olmaz dedim. İyi ama sen bunu pazardan 30 altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz dediler. Oyleyse gidin pazardan alın dedim. Artıra artıra 20 bin altına kadar cıktılar. 30 binden aşağı olmaz dedim. Caresiz kabul ettiler. Altınları verip, genci alıp gittiler.
Ben o 30 bin altınla, işyerleri actım, ticaret yaptım, daha cok zengin oldum. Bir gun bana arkadaşlar, cok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim dediler. Ben de olur dedim. Nikah kıyıldı. Deve yukleri ceyizini getirdiler. Ceyiz arasında bir torba dikkatimi cekti. Kıza, bu nedir dedim. İcinde 970 altın var, babam KÂbe’de bunu kaybetmiş, bulan gence 30 unu vermiş. Kalanını da bana hediye etti, ceyizine koyarsın dedi. Demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş, vermeseydim haram yoldan gelecekti, şimdi helal yoldan yine bana geldi.
Bana yardım edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yuce Rabbime hamd ederim.
Hakkımızda belki bu hayırlıdır
Colde, yaşayan bir bedevinin bir horozu, bir kopeği ve bir de merkebi vardı. Horoz, sabahları oter, onları namaza uyandırırdı. Bir gun tilki horozu alıp goturdu. Coluk cocuğu uzuldu. Bedevi, hakkımızda belki bu hayırlıdır diyerek onları teselli etti. Bir kurt, yuklerini taşıyan merkebini parcaladı. Bedevi, uzulen coluk cocuğunu yine, belki hakkımızda hayırlısı budur diyerek teselli etti. Bir muddet sonra kendilerine bekcilik eden kopekleri de oldu. Bedevi yine ailesini teselli etti.
Bir sabah gorduler ki, ilerideki birkac cadırda yaşayanlar, esir alınarak goturulmuş. Hayvanlarının sesleri, merkep anırması, horoz otmesi ve kopek havlaması cadırda yaşayanları ele vermiş. Bedevinin hayvanları olmadığı icin onların varlığından haberdar olamamışlar.
Yalvara yalvara istenen bela
Arkadaşı anlatır:
Evli bir arkadaşım vardı. Cocukları olmuyordu, bunun icin de ailece cok uzuluyorlardı, dualar adaklar yapıyorlardı. Cocuk olursa da ill erkek evlat istiyorlardı. Ben başka şehre goc ettim. Seneler sonra koyume ziyaret icin geldim. Arkadaşımı aradım, hapiste dediler. Cok şaşırdım, o iyi bir insandı, hapse duşecek bir suc işlemez dedim. Doğru dediler, o yine oyledir ama, Allah duşman başına vermesin, bir oğlu var, yıkıp yakar, calar cırpar. En son, oğlu şarap icmiş, kavga etmiş, birinin kanına girmiş, şehirden kacmış. Ayırmak icin kavgada babası da olduğundan yakalayıp hapse attılar.
Cok şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemedim. Niye boyle hayret ettiğimi sordular; (O, erkek evlat icin adaklar yapardı, gece gunduz Allahu teÂlÂya yalvarırdı, demek ki, bu belayı Allah’tan adaklarla yalvara yalvara istemiş) diye ona hayret ettim.
Ramazana hurmetin neticesi
Bir Ramazan gunu idi. Musluman mahallesinde oturmakta olan bir Mecusi’nin kucuk cocuğu, oruclu Muslumanların arasında ekmek yiyordu. Babası, cocuğun bu yaptığını gorunce, (Oğlum Muslumanların arasında yemek yenir mi? Onlar bu gunlerde oruc tutarlar, bu gunler onların mubarek gunleridir, saygı gostermek lazım) diyerek azarladı ve (Git evde ye) diyerek cocuğu eve gonderdi.
Bu olaydan birkac sene sonra bu Mecusi oldu. Olumunden sonra o şehirdeki bir Musluman ruyasında bunu Cennet-i ÂlÂda gordu. Mecusiye, (Nasıl oldu da bu nimete eriştin! Biz seni Mecusi bilirdik. Hatta olduğun zaman, cenaze namazını bile kılmadık) dedi.
O da şu cevabı verdi:
“Evet! Doğru soyluyorsun. Ben bir Mecusi idim. Fakat bir gun kucuk oğlum, Musluman mahallesinde, onlar oruclu olduğu halde yemek yiyordu. Ben cocuğun onların gozleri onunde ekmek yemesine musaade etmedim. Muslumanların hurmet ettiği bir şeye, ben de hurmet ettiğim icin; Cenab-ı Allah, hasta yatağımda beni Musluman olmakla şereflendirdi. Musluman olarak olduğum icin bu nimete kavuştum.”
Toprağın altında en fazla ne var
Behlul DÂn hazretleri, Halife Harun Reşid’e soruyor:
- Toprağın altında en fazla ne var?
- Bunu bilemeyecek ne var, olu var.
- Hayır, oluler değil feryatlar var. İmanla gidenler, niye daha cok calışmadık, niye daha cok ibadet yapmadık diye, imanla gidip, gunahkÂr olanlar da niye bu gunahları işledik diye, kÂfirler ise neden kufre sebep olacak işler yaptık, neden iman etmedik diye herkesin feryadını bastırarak, feryat ederler.
Gunah hastalığının ilacı
Bayezid-i Bistami hazretleri bir gun akıl hastanesinin onunden gecerken birinin tokmakla bir şeyler dovduğunu gorup sordu:
- Ne yapıyorsun?
- Delilere ilac yapıyorum.
- Benim hastalığıma da bir ilac tavsiye eder misin?
- Nedir hastalığın?
- Gunah işlemek.
- Ben gunah hastalığından anlamam... Ben delilere ilac hazırlıyorum.
Tam bu sırada konuşulanları duyan bir deli, Bayezid-i Bistami hazretlerine seslendi:
- Senin hastalığının caresini ben soyleyeyim. Tevbe koku ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhid tokmağı ile dov, insaf eleğinden gecir, goz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman goreceksin senin hastalığından eser kalmaz.
Bistami hazretleri, (Hey gidi dunya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler) deyip oradan ayrıldı.
Sakın bu işten ayrılma
Mubarek bir zat, onceleri faizcilik yapıyordu. Borcunu odeyemeyenlerin neyini bulursa alırdı. Bir gun alacağını almak icin bir eve gitti. Evde sadece kadın vardı. Kadın, verecek paramız yok deyince, ben anlamam ne varsa gotureceğim, dedi. O sırada evde sadece, bir hayvan kellesi vardı. Kadın bunu teklif etti, başka bir şeyimiz yok dedi. Olsun, ne goturursem kÂrdır dedi, kelleyi alıp evine goturdu.
Hanımına, şunu pişir de yiyelim, dedi. Kadın tencereye koydu, kaynattı kaynattı bir turlu pişmedi. Sonunda kapağını acıp baktı ki, tencere ağzına kadar irin ile dolu. Hemen faizci kocasını cağırıp, şuna bir bak dedi. Kocası gelip bakınca cok uzuldu, demek ki buyuk bir yanlışımız var, yaptığımız iş herhalde cok kotu bir iş, deyip tevbe etmeye karar verdi.
Hemen evden cıktı. Giderken sokakta oynayan cocuklar bunu gorunce, cekilin cekilin faizci amca geliyor, uzerimize ayağındaki zulmet tozları bulaşmasın, diyorlardı.
Gidip, bir Allah dostuna olup bitenleri anlattı. Onun nasihat ve tavsiyesi uzerine de yaptığına pişman olup tevbe etti. Donuşunde, aynı cocuklar bu defa, tevbekÂr amca geliyor yanına yaklaşalım da, ayak tozlarından bereketlenelim, diyorlardı.
Evine gelince, hanımına, evde ne var ne yok hepsini dağıtalım, hicbir şey kalmasın. Faizcilikten bir şey kalmasın. Cunku, az da olsa pislik, karıştığı şeyin tamamını necis eder. Bir damla da olsa, zemzeme karışan necaset onu zemzem olmaktan cıkartır, dedi.
Her şeyini dağıttıktan sonra, her gun Dicle kenarına gidip, ağlayıp tevbe ediyor, akşama kadar namaz kılıyordu. Hanımına da bir işe girdim. Ucretimi hafta sonu verecek diyordu. Hafta sonu geldi. Eve gidip ne diyecekti. Cok ağlayıp, dua etti, (Ya Rabbi, faizcilikten kurtuldum, yalan da haram, beni hanıma karşı yalan soylemeye mecbur etme. Bana yardım et) diye yalvardı. Eve geldiğinde mis gibi yemek kokuları ile karşılaştı.
Eve girdiğinde, hanımı neşe icinde kendisini karşıladı ve (Allah ondan razı olsan, ne iyi sahibin [işverenin, patronun] varmış, cuvalla, yiyecek, et gonderdi. Onları pişirdim, sakın bu işten ayrılma) dedi. Hanımı sonra da, şunu ilave etti, bunları getirenler, “Kocan calışmasını artırırsa biz de yiyecekleri artıracağız” dediler. Adam kendi kendine mırıldandı, “Ah bir adam olabilsem, daha iyi calışabilsem daha neler verirdi neler....”
Ben Rabbime aşığım
Hasan-ı Basri hazretlerine bir zat gelip, (Benim bir kızım var, gece gunduz ağlamaktan gozleri kor oldu. Caresi yok mu?) diye yalvarıp ağladı. Hasan-ı Basri hazretleri uzuldu, kalkıp eve geldiler. Kıza niye ağladığını sordu. Kız dedi ki:
(Efendim, ben Rabbime aşığım. Ona aşkımdan ağlıyorum. Dilimden ve halimden anlayan yok. Siz olmasaydınız bunu yine soylemezdim. Kor olan gozlerim icin de uzulecek bir durum yok. Eğer bu gozler yarın ahirette Allahu teÂlÂyı gorebilecekse Ona binlerce goz feda olsun, hic kıymeti yok. Eğer ahirette bu gozler yuce Rabbimi gormeye layık değilse, ben onları niye goz diye taşıyayım? Ahirette de kor olacaklarsa, dunyada iken de kor olup gitsinler.)
Hasan-ı Basri hazretleri, (Aynen devam evladım, hic uzulme, Peygamber efendimiz “Kişi sevdiğiyle beraber olacaktır” mujdesini verdi) deyip ayrılırken, (Biz buraya nasihatci ve hekim olarak geldik, şifa telkin edecektik. Halbuki nasihatci ve hekimi bulmuş olarak gidiyoruz) dedi..
İcinizde en gunahkÂr benim.
Ahmed Rufai hazretleri, bir gun talebelerine der ki:
- İcinizde kim bende bir ayıp, bana yakışmayan bir hÂl goruyorsa bildirsin.
Talebelerden biri der ki:
- Efendim, sizde buyuk bir ayıp var.
- Soyle kardeşim, o ayıbım nedir?
Talebe gozleri dolarak der ki:
- Bizim gibi gunahkÂrların size talebe olması.
Bu soz gonullere cok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai hazretleri de ağlıyordu. Bir sure sonra dedi ki:
- Ben size hizmet ediyorum. İcinizde en gunahkÂr benim, zira en yaşlı benim, nefes sayısı cok olanın hatası, gunahı da cok olur.
Başıma ne geldiyse bundan geldi
Bircok talebesi, dergahı olan bir şeyhi, yıllar sonra talebelerinden biri perişan halde, Bağdat'ta tellallık yaparken gormuş. Acaba yanlış mı goruyorum diye tekrar tekrar bakmış. Evet gorduğu o zat. Yanına varıp sormuş:
- Siz falan zat değil misiniz?
- Evet benim, sen de falancasın.
- Hocam soylemek mecburiyetinde değilsiniz; fakat cok merak ettim, bu hallere niye duştunuz?
- Soylememde bir mahzur yok. Bilin ki siz ibret alın bu hallere duşmeyin.
Bir gun evime misafir gelmişti. Yemekte balık vardı. Misafire ikram etmeden once balığın iyi taraflarını kendime ayırıp kılcıklı tarafını ona verdim. İşte başıma ne geldiyse bundan geldi. Dinimizde, Muslumanın Musluman kardeşini kendisine tercih etmesi gerekir. Mevcut olan iki şeyden iyisini ona vermesi gerekir. Vermeyen benim gibi cezasını ceker.
Abdestsiz emzirilen sut
Muhammediye kitabının yazarı Yazıcıoğlu Muhammed Efendi, Edirne ve Gelibolu civarında yaşamıştır. Bu muhterem zatın bir de Ahmed-i Bîcan olarak bilinen kardeşi vardır. Ahmed-i Bîcan hazretleri, aynı zamanda Envar-ul Aşıkın kitabını Farsca’dan tercume eden zattır.
İki kardeşten biri olan Ahmed-i Bîcan, bir gun bir camide vaaz etmekte iken ağabeyi Muhammed Yazıcıoğlu camiden iceriye girer ve kucuk kardeşinin sohbetini dinlemeye başlar. Kardeşi ağabeyinin camiye geldiğinin farkındadır. Fakat bir de bakar ki, ağabeyi biraz sonra camiyi gulerek terk eder.
Kursude nasihat etmekte olan Ahmed-i Bîcan hazretleri, ağabeyinin bu halinden bir şey anlayamaz ve akşam eve geldiği zaman olayı annesine anlatıp durumu oğrenmesini ister. Anne, buyuk oğlu eve geldiği zaman, (Oğlum, kardeşin camiden nicin gulerek cıktığını soruyor, bir hata mı işledim diyor. Kardeşinin dersinden nicin gulerek cıktın) diye sorduğunda şoyle cevap verir:
“Anneciğim, ben kardeşimin vaazına gulmedim. Ben bir insanoğlunun sohbetini dinlemeye ne kadar melek gelmiş, oturacak yer bulamıyorlar da birbirlerinin uzerine oturuyorlar, onların hÂli cok hoşuma gitti de ona tebessum ettim. Ben de meleklerden camide oturacak yer kalmadığı icin cıkıp gittim.”
Annesi, ağabeyinin bu sozlerini anlattığında Ahmed-i Bîcan cok muteessir olup dedi ki:
“Anneciğim, ağabeyim melekleri gorebiliyor da, ben niye goremiyorum. Bunu ondan bir sorar mısın?”
O guzide anne buyuk oğluna bunu sorduğunda aldığı cevap şoyle oldu:
“Anneciğim, bu noksanlığı sen kendinde araman lazım, sen benden daha iyi bilirsin.”
O vakit duşunme sırası anneye geldi. Uzun muddet tefekkure daldıktan sonra bunun sebebini şoyle acıkladı:
“Oğlum sana hic abdestsiz sut emzirmedim. Ahmedde ise bunu yapamadım. O henuz kundakta iken, bir gun ben namaza durmuştum, o da şiddetle ağlamaya başladı. Bu sırada evimizde bir komşu kadın vardı. O kadın, ağlamasın diye Ahmed’i aldı emzirmeye başladı. Ben hemen namazı kılıp elinden aldım ama, biraz emmişti. Sonra o kadına abdestli olup olmadığını sordum, bana abdestinin olmadığını soyledi. Onun melekleri gormemesine sebep olsa olsa bu olmalı.”
Aclıktan olen servet sahibi
Yusuf aleyhisselam, iftira yuzunden zindanda iken Mısır hukumdarı bir ruya gormuştu. Korku ile uykusundan uyanıp; Ben ruyamda 7 semiz ineğin 7 zayıf ineği yediğini ve 7 yeşil başak, 7 de kurumuş başak gordum. Eğer ruya tabiri biliyorsanız, bu ruyamı tabir edin dedi. Onlar, Biz boyle ruyaları tabir edemeyiz dediler. Hazret-i Yusuf ile zindanda kalan şerbetci, Hazret-i Yusuf’un ruya tabir ettiğini hatırlayarak; Ben bu ruyayı tabir ettireceğim dedi. Hazret-i Yusuf’un yanına gitti. Mısır hukumdarının ruyasını anlatıp tabirini istedi.
Hazret-i Yusuf, “7 sene bolluk, sonra 7 sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz. Bolluk senelerinde cok ekip, ekinleri sapları ile beraber, başakları ile ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız icin yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyacları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve cevredeki insanların ihtiyaclarını karşılayacaktır” dedi.
Hazret-i Yusuf’un tavsiyelerini beğenen hukumdar; Mısır’ın hazinelerinin idare işini Hazret-i Yusuf’a bıraktı. Yani onu maliye nazırı yaptı. O da gerekli tasarruf ve iktisat yolunu tuttu. 7 bolluk senesinden sonra 7 kıtlık senesi geldi. Her taraftan tahıl almak uzere insanlar gelmeye başlamıştı.
Bu olaylardan bir muddet sonra Yemen’e cok şiddetli bir sel gelir, ağacları kokunden soker, binaların yıkılmasına sebep olur. Sular cekildikten sonra eski bir mezarın acıldığı gorulur. Ortaya bir kadın cesediyle buyuk bir servet cıkar. Kitabedeki yazı okunduğunda, bu cesedin Himyeri hukumdarlarından birinin kızı olan Tace adındaki bir kadına ait olduğu anlaşılır. Tace’nin cesedinin boynunda 7 inci gerdanlık, kollarında 7 kıymetli altın bilezik, ayaklarında mucevherli 7 halhal ve on parmağın 7 sinde muhteşem mucevher yuzuklerin bulunduğu gorulur. Ayrıca baş tarafında cok kıymetli eşya ile doldurulmuş hazine gibi bir tabut parladığı da dikkatlerden kacmaz. Bu tabutun on kısmında ki levhada yazılı olanlar ilgi cekicidir.
Hitabede şunlar yazılı idi:
Ben hukumdarın kızı Tace’yim. Memleketimizde muthiş bir kıtlık cıktığı icin, tahıl getirtmek uzere, birkac adamımı, Mısır maliye nazırı olan Yusuf aleyhisselama yolladım. Epey bir zaman gectiği halde gonderdiğim adamlar gelmeyince, adamlarımızdan bazılarına bir kantar (50 kilo kadar) gumuş verip herhangi bir yerden bununla bir kantar un alıp getirmesini istedim. Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gonderdimse de, yine bulamadıklarından, incileri oğutup yemekten başka care bulamadım. Fakat o da beni besleyemediği icin, buyuk bir servet icinde aclıktan olumle yuz yuze kaldım. Benim bu acıklı hÂlimi işitenler, gerekli dersi almalı, servetine guvenmemeli, gerekli iktisat yolunu tutmalıdır. Tarihte altının da, incinin de, gecmediği durumlar varsa da, benden başka dunyada hangi kadın bu kadar muhteşem ziynetler icinde olmuştur?
Dukkanların bulunduğu carşıda yangın cıkmış, butun dukkanlar; terlikciler, oruculer, elbiseciler nerdeyse tamamen yanmış. Bunu bana gelip haber verdiklerinde, senin dukkana bir şey olmamış dediler. Ben de gayri ihtiyari (elhamdulillah) dedim. Sonra kendi kendime, din kardeşlerinin malı mulku yansın, seninki kurtuldu diye sen hamd et, bu nasıl Muslumanlık diyerek cok uzuldum, ağlayıp cok tevbe ettim. Dukkanları yanan din kardeşlerime benzemek icin, dukkanımdaki butun malları fakir fukaraya dağıttım. 30 yıldır da tevbe ediyorum, hÂl vicdan azabından kurtulamadım. Ben olunce beni ıssız bir yere gomun, korkarım ki toprak beni kabul etmez, dostlarım arasında utanırım.
Ben safımı belli ediyorum
Bir gun Nemrut, İbrahim aleyhisselamı ateşe atmaya karar verir. O kadar buyuk bir ateş yakar ki bu sefer kendisi ateşe yaklaşamaz. Bir mubarek zat, bakmış bir karınca ağzına su alıyor, uzaktan getiriyor ateşi sondurmek icin. Fakat yaklaşamıyor, yakın bir yere bırakıyor. Evliya zat sormuş:
- Ne yapıyorsun sen?
Karınca, demiş ki:
- Sorma, Allah'ın Peygamberini yakacaklar. Ateşi sondurmeye calışıyorum.
O zat sormuş:
- Senin bu kucuk cussenle taşıdığın bir damla su ile bu koca ateş soner mi?
- Ben de biliyorum sonmeyeceğini ama ben safımı belli ediyorum. Bir de, Cenab-ı Allah herkese gucune gore hesap sorar. Benim gucum bu kadar.
Obur taraftan bir yılan da devamlı ufleyip, ateşi korukluyor. Bu sefer ona sormuş:
- Sen ne yapıyorsun boyle?
Yılan demiş ki :
- Bugun bayram! Bir Peygamber yanacak.
Bu da kendi safını belli ediyor, gucu nispetinde elinden gelen kotuluğu yapmaya calışıyor.
Bir elma ve imam-ı a’zamın babası
Şemseddin-i Sivasi'nin Menakıh-i İmam-ı a’zam isimli eserinde şoyle yazılıdır:
İmam-ı a’zamın babası Sabit (rahmetullahi aleyh) kucuk yaştan beri ahlakı temiz, takva ve vera sahibi idi. Yuzu gayet nurlu olup zuhdu, salahı ve ilmi pek cok idi.
Bir gun bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gordu. Abdestten sonra, suda curuyup gidecek olan bu elmayı alıp yedi. Fakat tukruğunde kan gordu. Şimdiye kadar boyle bir hÂl gormediği icin tukrukteki kanın bu elmadan ileri geldiğini tahmin etti. Yediğine pişman oldu. Elmanın sahibini bulup helalleşmek icin dere boyunca gitti. Nihayet yediği elmaya benzeyen bir meyve bahcesi gordu. Sahibini sordu. Bu zatın gayet comert ve ihsan sahibi olduğunu, hatta ağacta bulunan butun elmaları toplayıp goturulse yine bir şey demeyeceğini, bir elmanın ne ehemmiyeti olacağını soylediler. Buna rağmen elmanın sahibini buldu, meseleyi anlattı, ya parasını almasını veya helal etmesini istedi.
Bahce sahibi gencin bu halini gorunce takva ve verasının doğru olup olmadığını oğrenmek icin şoyle dedi:
- Yediğin elmam icin ne vereceksin?
- Altın gumuş neyim olsa veririm.
- Ben altın gumuş istemem ama, eğer kıyamette senden davacı olmamı istemezsen bir teklifim var, onu kabul etmen gerekir.
- Teklifin nedir?
- Yapacaksan soyliyeyim...
- İslamiyet''e uygunsa yapabilirim.
- Kor, sağır, dilsiz ve koturum bir kızım var, bununla evlenmeye razı olursan o zaman elmayı sana helal edebilirim.
Sabit hazretleri ahirete kul hakkıyla gitmemek icin bu teklifi kabul etti. Duğun hazırlığı yapıldı. Sabit hazretlerinin ilk gece odaya girmesiyle cıkması bir oldu. Hemen kayınpederine koşup, (Efendim, bir yanlışlık var galiba, iceride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok, tam tersi!) Kayınpederi tebessum ederek, (Evladım o benim kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kor dediysem, o hic haram gormemiştir. Sağır dediysem, o hic haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hic haram konuşmamıştır. Koturum dediysem, o hic harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahu teÂl mubarek ve mesut etsin.)
İşte bu evlilikten, yani boyle ana babadan imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri dunyaya geldi.
Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım
Gencin birisi KÂbe’de hep, (Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım, ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah’ım, sana hamdu sena ederim) diye dua eder. Bu durum herkesin dikkatini ceker. Birisi, (Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka bir şey bilmiyor musun?) der. O da anlatır:
7-8 sene once yine KÂbe’de iken ici altın dolu bir torba buldum. Tam 1000 altın vardı. İcimden bir ses (Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın) diyordu. Hayır dedim kendi kendime, bu benim değil, başkasının malı, kullanmam haram olur dedim.
Bu sırada birisi, (Şoyle bir torba bulan var mı?) diye bağırıyordu. Cağırdım onu, nasıl bir torbaydı, icinde ne vardı diye sordum. Torbayı tarif etti ve icinde 1000 altın vardı dedi. Al oyleyse torbanı diyerek verdim. Adam torbayı acıp icinden bana 30 altın verdi.
Pazara gittim. Temiz yuzlu genc bir esiri [koleyi] overek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi cekti. Yanlarına gittim, bu kole icin ne istiyorsunuz dedim. 30 altın dediler. Adamdan aldığım 30 altını verip genci satın aldım.
Bir iki yıl gecti. Genc cok calışkan, cok edepli idi. Onu aldığıma cok memnun olmuştum. Bir gun onunla giderken karşıdan iki uc kişi geliyordu. Genc bana dedi ki, (Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isterler. Sen iyi bir insansın, onlara 30 bin altından aşağıya satma) dedi.
O kişiler yanıma geldi, bu esiri bize satar mısın dediler. Satarım dedim. 60 altın verelim dediler. Olmaz dedim. İyi ama sen bunu pazardan 30 altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz dediler. Oyleyse gidin pazardan alın dedim. Artıra artıra 20 bin altına kadar cıktılar. 30 binden aşağı olmaz dedim. Caresiz kabul ettiler. Altınları verip, genci alıp gittiler.
Ben o 30 bin altınla, işyerleri actım, ticaret yaptım, daha cok zengin oldum. Bir gun bana arkadaşlar, cok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim dediler. Ben de olur dedim. Nikah kıyıldı. Deve yukleri ceyizini getirdiler. Ceyiz arasında bir torba dikkatimi cekti. Kıza, bu nedir dedim. İcinde 970 altın var, babam KÂbe’de bunu kaybetmiş, bulan gence 30 unu vermiş. Kalanını da bana hediye etti, ceyizine koyarsın dedi. Demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş, vermeseydim haram yoldan gelecekti, şimdi helal yoldan yine bana geldi.
Bana yardım edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yuce Rabbime hamd ederim.
Hakkımızda belki bu hayırlıdır
Colde, yaşayan bir bedevinin bir horozu, bir kopeği ve bir de merkebi vardı. Horoz, sabahları oter, onları namaza uyandırırdı. Bir gun tilki horozu alıp goturdu. Coluk cocuğu uzuldu. Bedevi, hakkımızda belki bu hayırlıdır diyerek onları teselli etti. Bir kurt, yuklerini taşıyan merkebini parcaladı. Bedevi, uzulen coluk cocuğunu yine, belki hakkımızda hayırlısı budur diyerek teselli etti. Bir muddet sonra kendilerine bekcilik eden kopekleri de oldu. Bedevi yine ailesini teselli etti.
Bir sabah gorduler ki, ilerideki birkac cadırda yaşayanlar, esir alınarak goturulmuş. Hayvanlarının sesleri, merkep anırması, horoz otmesi ve kopek havlaması cadırda yaşayanları ele vermiş. Bedevinin hayvanları olmadığı icin onların varlığından haberdar olamamışlar.
Yalvara yalvara istenen bela
Arkadaşı anlatır:
Evli bir arkadaşım vardı. Cocukları olmuyordu, bunun icin de ailece cok uzuluyorlardı, dualar adaklar yapıyorlardı. Cocuk olursa da ill erkek evlat istiyorlardı. Ben başka şehre goc ettim. Seneler sonra koyume ziyaret icin geldim. Arkadaşımı aradım, hapiste dediler. Cok şaşırdım, o iyi bir insandı, hapse duşecek bir suc işlemez dedim. Doğru dediler, o yine oyledir ama, Allah duşman başına vermesin, bir oğlu var, yıkıp yakar, calar cırpar. En son, oğlu şarap icmiş, kavga etmiş, birinin kanına girmiş, şehirden kacmış. Ayırmak icin kavgada babası da olduğundan yakalayıp hapse attılar.
Cok şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemedim. Niye boyle hayret ettiğimi sordular; (O, erkek evlat icin adaklar yapardı, gece gunduz Allahu teÂlÂya yalvarırdı, demek ki, bu belayı Allah’tan adaklarla yalvara yalvara istemiş) diye ona hayret ettim.
Ramazana hurmetin neticesi
Bir Ramazan gunu idi. Musluman mahallesinde oturmakta olan bir Mecusi’nin kucuk cocuğu, oruclu Muslumanların arasında ekmek yiyordu. Babası, cocuğun bu yaptığını gorunce, (Oğlum Muslumanların arasında yemek yenir mi? Onlar bu gunlerde oruc tutarlar, bu gunler onların mubarek gunleridir, saygı gostermek lazım) diyerek azarladı ve (Git evde ye) diyerek cocuğu eve gonderdi.
Bu olaydan birkac sene sonra bu Mecusi oldu. Olumunden sonra o şehirdeki bir Musluman ruyasında bunu Cennet-i ÂlÂda gordu. Mecusiye, (Nasıl oldu da bu nimete eriştin! Biz seni Mecusi bilirdik. Hatta olduğun zaman, cenaze namazını bile kılmadık) dedi.
O da şu cevabı verdi:
“Evet! Doğru soyluyorsun. Ben bir Mecusi idim. Fakat bir gun kucuk oğlum, Musluman mahallesinde, onlar oruclu olduğu halde yemek yiyordu. Ben cocuğun onların gozleri onunde ekmek yemesine musaade etmedim. Muslumanların hurmet ettiği bir şeye, ben de hurmet ettiğim icin; Cenab-ı Allah, hasta yatağımda beni Musluman olmakla şereflendirdi. Musluman olarak olduğum icin bu nimete kavuştum.”
Toprağın altında en fazla ne var
Behlul DÂn hazretleri, Halife Harun Reşid’e soruyor:
- Toprağın altında en fazla ne var?
- Bunu bilemeyecek ne var, olu var.
- Hayır, oluler değil feryatlar var. İmanla gidenler, niye daha cok calışmadık, niye daha cok ibadet yapmadık diye, imanla gidip, gunahkÂr olanlar da niye bu gunahları işledik diye, kÂfirler ise neden kufre sebep olacak işler yaptık, neden iman etmedik diye herkesin feryadını bastırarak, feryat ederler.
Gunah hastalığının ilacı
Bayezid-i Bistami hazretleri bir gun akıl hastanesinin onunden gecerken birinin tokmakla bir şeyler dovduğunu gorup sordu:
- Ne yapıyorsun?
- Delilere ilac yapıyorum.
- Benim hastalığıma da bir ilac tavsiye eder misin?
- Nedir hastalığın?
- Gunah işlemek.
- Ben gunah hastalığından anlamam... Ben delilere ilac hazırlıyorum.
Tam bu sırada konuşulanları duyan bir deli, Bayezid-i Bistami hazretlerine seslendi:
- Senin hastalığının caresini ben soyleyeyim. Tevbe koku ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhid tokmağı ile dov, insaf eleğinden gecir, goz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman goreceksin senin hastalığından eser kalmaz.
Bistami hazretleri, (Hey gidi dunya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler) deyip oradan ayrıldı.
Sakın bu işten ayrılma
Mubarek bir zat, onceleri faizcilik yapıyordu. Borcunu odeyemeyenlerin neyini bulursa alırdı. Bir gun alacağını almak icin bir eve gitti. Evde sadece kadın vardı. Kadın, verecek paramız yok deyince, ben anlamam ne varsa gotureceğim, dedi. O sırada evde sadece, bir hayvan kellesi vardı. Kadın bunu teklif etti, başka bir şeyimiz yok dedi. Olsun, ne goturursem kÂrdır dedi, kelleyi alıp evine goturdu.
Hanımına, şunu pişir de yiyelim, dedi. Kadın tencereye koydu, kaynattı kaynattı bir turlu pişmedi. Sonunda kapağını acıp baktı ki, tencere ağzına kadar irin ile dolu. Hemen faizci kocasını cağırıp, şuna bir bak dedi. Kocası gelip bakınca cok uzuldu, demek ki buyuk bir yanlışımız var, yaptığımız iş herhalde cok kotu bir iş, deyip tevbe etmeye karar verdi.
Hemen evden cıktı. Giderken sokakta oynayan cocuklar bunu gorunce, cekilin cekilin faizci amca geliyor, uzerimize ayağındaki zulmet tozları bulaşmasın, diyorlardı.
Gidip, bir Allah dostuna olup bitenleri anlattı. Onun nasihat ve tavsiyesi uzerine de yaptığına pişman olup tevbe etti. Donuşunde, aynı cocuklar bu defa, tevbekÂr amca geliyor yanına yaklaşalım da, ayak tozlarından bereketlenelim, diyorlardı.
Evine gelince, hanımına, evde ne var ne yok hepsini dağıtalım, hicbir şey kalmasın. Faizcilikten bir şey kalmasın. Cunku, az da olsa pislik, karıştığı şeyin tamamını necis eder. Bir damla da olsa, zemzeme karışan necaset onu zemzem olmaktan cıkartır, dedi.
Her şeyini dağıttıktan sonra, her gun Dicle kenarına gidip, ağlayıp tevbe ediyor, akşama kadar namaz kılıyordu. Hanımına da bir işe girdim. Ucretimi hafta sonu verecek diyordu. Hafta sonu geldi. Eve gidip ne diyecekti. Cok ağlayıp, dua etti, (Ya Rabbi, faizcilikten kurtuldum, yalan da haram, beni hanıma karşı yalan soylemeye mecbur etme. Bana yardım et) diye yalvardı. Eve geldiğinde mis gibi yemek kokuları ile karşılaştı.
Eve girdiğinde, hanımı neşe icinde kendisini karşıladı ve (Allah ondan razı olsan, ne iyi sahibin [işverenin, patronun] varmış, cuvalla, yiyecek, et gonderdi. Onları pişirdim, sakın bu işten ayrılma) dedi. Hanımı sonra da, şunu ilave etti, bunları getirenler, “Kocan calışmasını artırırsa biz de yiyecekleri artıracağız” dediler. Adam kendi kendine mırıldandı, “Ah bir adam olabilsem, daha iyi calışabilsem daha neler verirdi neler....”
Ben Rabbime aşığım
Hasan-ı Basri hazretlerine bir zat gelip, (Benim bir kızım var, gece gunduz ağlamaktan gozleri kor oldu. Caresi yok mu?) diye yalvarıp ağladı. Hasan-ı Basri hazretleri uzuldu, kalkıp eve geldiler. Kıza niye ağladığını sordu. Kız dedi ki:
(Efendim, ben Rabbime aşığım. Ona aşkımdan ağlıyorum. Dilimden ve halimden anlayan yok. Siz olmasaydınız bunu yine soylemezdim. Kor olan gozlerim icin de uzulecek bir durum yok. Eğer bu gozler yarın ahirette Allahu teÂlÂyı gorebilecekse Ona binlerce goz feda olsun, hic kıymeti yok. Eğer ahirette bu gozler yuce Rabbimi gormeye layık değilse, ben onları niye goz diye taşıyayım? Ahirette de kor olacaklarsa, dunyada iken de kor olup gitsinler.)
Hasan-ı Basri hazretleri, (Aynen devam evladım, hic uzulme, Peygamber efendimiz “Kişi sevdiğiyle beraber olacaktır” mujdesini verdi) deyip ayrılırken, (Biz buraya nasihatci ve hekim olarak geldik, şifa telkin edecektik. Halbuki nasihatci ve hekimi bulmuş olarak gidiyoruz) dedi..
İcinizde en gunahkÂr benim.
Ahmed Rufai hazretleri, bir gun talebelerine der ki:
- İcinizde kim bende bir ayıp, bana yakışmayan bir hÂl goruyorsa bildirsin.
Talebelerden biri der ki:
- Efendim, sizde buyuk bir ayıp var.
- Soyle kardeşim, o ayıbım nedir?
Talebe gozleri dolarak der ki:
- Bizim gibi gunahkÂrların size talebe olması.
Bu soz gonullere cok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai hazretleri de ağlıyordu. Bir sure sonra dedi ki:
- Ben size hizmet ediyorum. İcinizde en gunahkÂr benim, zira en yaşlı benim, nefes sayısı cok olanın hatası, gunahı da cok olur.
Başıma ne geldiyse bundan geldi
Bircok talebesi, dergahı olan bir şeyhi, yıllar sonra talebelerinden biri perişan halde, Bağdat'ta tellallık yaparken gormuş. Acaba yanlış mı goruyorum diye tekrar tekrar bakmış. Evet gorduğu o zat. Yanına varıp sormuş:
- Siz falan zat değil misiniz?
- Evet benim, sen de falancasın.
- Hocam soylemek mecburiyetinde değilsiniz; fakat cok merak ettim, bu hallere niye duştunuz?
- Soylememde bir mahzur yok. Bilin ki siz ibret alın bu hallere duşmeyin.
Bir gun evime misafir gelmişti. Yemekte balık vardı. Misafire ikram etmeden once balığın iyi taraflarını kendime ayırıp kılcıklı tarafını ona verdim. İşte başıma ne geldiyse bundan geldi. Dinimizde, Muslumanın Musluman kardeşini kendisine tercih etmesi gerekir. Mevcut olan iki şeyden iyisini ona vermesi gerekir. Vermeyen benim gibi cezasını ceker.
Abdestsiz emzirilen sut
Muhammediye kitabının yazarı Yazıcıoğlu Muhammed Efendi, Edirne ve Gelibolu civarında yaşamıştır. Bu muhterem zatın bir de Ahmed-i Bîcan olarak bilinen kardeşi vardır. Ahmed-i Bîcan hazretleri, aynı zamanda Envar-ul Aşıkın kitabını Farsca’dan tercume eden zattır.
İki kardeşten biri olan Ahmed-i Bîcan, bir gun bir camide vaaz etmekte iken ağabeyi Muhammed Yazıcıoğlu camiden iceriye girer ve kucuk kardeşinin sohbetini dinlemeye başlar. Kardeşi ağabeyinin camiye geldiğinin farkındadır. Fakat bir de bakar ki, ağabeyi biraz sonra camiyi gulerek terk eder.
Kursude nasihat etmekte olan Ahmed-i Bîcan hazretleri, ağabeyinin bu halinden bir şey anlayamaz ve akşam eve geldiği zaman olayı annesine anlatıp durumu oğrenmesini ister. Anne, buyuk oğlu eve geldiği zaman, (Oğlum, kardeşin camiden nicin gulerek cıktığını soruyor, bir hata mı işledim diyor. Kardeşinin dersinden nicin gulerek cıktın) diye sorduğunda şoyle cevap verir:
“Anneciğim, ben kardeşimin vaazına gulmedim. Ben bir insanoğlunun sohbetini dinlemeye ne kadar melek gelmiş, oturacak yer bulamıyorlar da birbirlerinin uzerine oturuyorlar, onların hÂli cok hoşuma gitti de ona tebessum ettim. Ben de meleklerden camide oturacak yer kalmadığı icin cıkıp gittim.”
Annesi, ağabeyinin bu sozlerini anlattığında Ahmed-i Bîcan cok muteessir olup dedi ki:
“Anneciğim, ağabeyim melekleri gorebiliyor da, ben niye goremiyorum. Bunu ondan bir sorar mısın?”
O guzide anne buyuk oğluna bunu sorduğunda aldığı cevap şoyle oldu:
“Anneciğim, bu noksanlığı sen kendinde araman lazım, sen benden daha iyi bilirsin.”
O vakit duşunme sırası anneye geldi. Uzun muddet tefekkure daldıktan sonra bunun sebebini şoyle acıkladı:
“Oğlum sana hic abdestsiz sut emzirmedim. Ahmedde ise bunu yapamadım. O henuz kundakta iken, bir gun ben namaza durmuştum, o da şiddetle ağlamaya başladı. Bu sırada evimizde bir komşu kadın vardı. O kadın, ağlamasın diye Ahmed’i aldı emzirmeye başladı. Ben hemen namazı kılıp elinden aldım ama, biraz emmişti. Sonra o kadına abdestli olup olmadığını sordum, bana abdestinin olmadığını soyledi. Onun melekleri gormemesine sebep olsa olsa bu olmalı.”
Aclıktan olen servet sahibi
Yusuf aleyhisselam, iftira yuzunden zindanda iken Mısır hukumdarı bir ruya gormuştu. Korku ile uykusundan uyanıp; Ben ruyamda 7 semiz ineğin 7 zayıf ineği yediğini ve 7 yeşil başak, 7 de kurumuş başak gordum. Eğer ruya tabiri biliyorsanız, bu ruyamı tabir edin dedi. Onlar, Biz boyle ruyaları tabir edemeyiz dediler. Hazret-i Yusuf ile zindanda kalan şerbetci, Hazret-i Yusuf’un ruya tabir ettiğini hatırlayarak; Ben bu ruyayı tabir ettireceğim dedi. Hazret-i Yusuf’un yanına gitti. Mısır hukumdarının ruyasını anlatıp tabirini istedi.
Hazret-i Yusuf, “7 sene bolluk, sonra 7 sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz. Bolluk senelerinde cok ekip, ekinleri sapları ile beraber, başakları ile ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız icin yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyacları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve cevredeki insanların ihtiyaclarını karşılayacaktır” dedi.
Hazret-i Yusuf’un tavsiyelerini beğenen hukumdar; Mısır’ın hazinelerinin idare işini Hazret-i Yusuf’a bıraktı. Yani onu maliye nazırı yaptı. O da gerekli tasarruf ve iktisat yolunu tuttu. 7 bolluk senesinden sonra 7 kıtlık senesi geldi. Her taraftan tahıl almak uzere insanlar gelmeye başlamıştı.
Bu olaylardan bir muddet sonra Yemen’e cok şiddetli bir sel gelir, ağacları kokunden soker, binaların yıkılmasına sebep olur. Sular cekildikten sonra eski bir mezarın acıldığı gorulur. Ortaya bir kadın cesediyle buyuk bir servet cıkar. Kitabedeki yazı okunduğunda, bu cesedin Himyeri hukumdarlarından birinin kızı olan Tace adındaki bir kadına ait olduğu anlaşılır. Tace’nin cesedinin boynunda 7 inci gerdanlık, kollarında 7 kıymetli altın bilezik, ayaklarında mucevherli 7 halhal ve on parmağın 7 sinde muhteşem mucevher yuzuklerin bulunduğu gorulur. Ayrıca baş tarafında cok kıymetli eşya ile doldurulmuş hazine gibi bir tabut parladığı da dikkatlerden kacmaz. Bu tabutun on kısmında ki levhada yazılı olanlar ilgi cekicidir.
Hitabede şunlar yazılı idi:
Ben hukumdarın kızı Tace’yim. Memleketimizde muthiş bir kıtlık cıktığı icin, tahıl getirtmek uzere, birkac adamımı, Mısır maliye nazırı olan Yusuf aleyhisselama yolladım. Epey bir zaman gectiği halde gonderdiğim adamlar gelmeyince, adamlarımızdan bazılarına bir kantar (50 kilo kadar) gumuş verip herhangi bir yerden bununla bir kantar un alıp getirmesini istedim. Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gonderdimse de, yine bulamadıklarından, incileri oğutup yemekten başka care bulamadım. Fakat o da beni besleyemediği icin, buyuk bir servet icinde aclıktan olumle yuz yuze kaldım. Benim bu acıklı hÂlimi işitenler, gerekli dersi almalı, servetine guvenmemeli, gerekli iktisat yolunu tutmalıdır. Tarihte altının da, incinin de, gecmediği durumlar varsa da, benden başka dunyada hangi kadın bu kadar muhteşem ziynetler icinde olmuştur?
__________________