Değerli kardeşimiz;
İnsan, irade sahibi bir mahlûk... Dilediği şeyi konuşabiliyor; birkac heceye mahkûm değil. İstediği yone gidebiliyor; belli bir mekÂna hapsedilmemiş. Ve insan, toplum hayatı suren bir varlık; diğer insanlarla cok yonlu munasebet halinde.
İşte insan, bu irade ve hurriyet nimetiyle birlikte buyuk bir imtihana tabi tutulmuş. Cennet ve cehenneme o aday kılınmış. Yol kavşağına o oturtulmuş.
Ote yandan insan, canlısıyla ve cansızıyla, Âlemdeki bir cok varlığın karakterlerini adeta bunyesinde toplamış. Taş gibi sert de olabiliyor, pamuk gibi yumuşak da. Kurnazlıkta tilkileri, merhametsizlikte canavarları cok geri bırakabiliyor. Oyle ise, her yone gidebilen, dilediğini yapabilen, doğru ve yanlış hareket edebilen ve cok farklı ve hatta birbirine zıt şeyler soyleyebilen bu varlık icin bir rehber gerekiyor.
Bu yol gosterici, “akıl” olamaz. Cunku akıl, şu varlık Âlemini kimin yarattığını, insandan neler istediğini, hangi işlerden razı olduğunu, olum otesinin hangi beldeye cıktığını ve boyle daha nice soruları cevaplandıracak gucte değil. İşte insan aklının metafizik sahadaki bu acizliği, insana yol gosterecek bir başka rehberi gerekli kılar. Bu rehber ise peygamberdir.
Peygamber, CenÂb-ı Hakk'ın razı olduğu insan modelidir. Taklit edilmesiyle hakikate ve hidayete kavuşulan ornek şahsiyettir. Ve peygamber, ismet sıfatına sahiptir. Yani, ondan, Allah'ın razı olmayacağı hicbir soz, fiil ve hareket sÂdır olmaz. O, bu noktada ilÂhî bir murakabe ve rabbanî bir sigorta altındadır. Hem sozleri, hem işleri, hem de hÂlleri insanlar icin birer hidayet meşalesidir. “Resul” sıfatıyla insanlara sadece hakkı, doğruyu, guzeli emreder ve bunlara “abd” sıfatıyla, en ileri seviyede, kendisi uyar.
Peygamberlik, ustun bir pÂyedir. O, insanın oz yuceliğinin Hak'dan halka eğilmiş bir dalı ve tabiat icinde, tabiatın verÂsını yaşayan varlığın gonlu ve dilidir. Onda hem bir secilme ve yukseltilme, hem de gonderilip vazîfeli kılınma vardır. DÂhilerde olduğu gibi, Nebî, sadece yuce bir dimağ, eşya ve hÂdiselere nufuz eden bir istidÂt değildir. O, butun melekeleriyle faÂl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanışta yeni bir arşiye cizen gokler otesine yukselen mes'elelerine ilÂhî esintilerden tahlil bekleyen, eşyanın otelerle birleşme noktası sayılan ufuk insandır.
Onda, cisim rûha, akıl kalbe tÂbi; nazar, isimler ve sıfÂtlar Âleminde: kadem. nazarın ulaşabildiği her yerde ve onunla beraberdir... Nebî de duygular en son tomurcuğuna kadar inkişaf etmiş; gorme, duyma ve bilme tabiî sınırların cok otelerine yukselmiştir.
Onların gormelerini ceşitli dalga boylarıyla izah etme imkÂnı olmadığı gibi, duyup işitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mumkun değildir. Hele bizim tahlil ve terkib olculerimiz icinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine erişmek asla kimseye muyesser olmayacaktır. İnsanlık, onlar vasıtasıyla varlığa nufûz edip eşyÂyı keşfedebilir.
Onların irşad ve tÂlim dairelerinin dışında ne eşya ve hÂdiselere mukemmel bir nufûz ne de tabiata isabetli bir mudahale asla mumkun olmamıştır ve olamazda... Tabiatın esrÂrı ve ondaki ilÂhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mubtedîlere has bir dersdir. Bunun otesinde ise varlık Âlemini, varlığına şahid gosteren Yuce Yaratıcı'nın isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez ZÂt'ı hakkında olcu ve incelerden ince temkin... Eğer butun bu Âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebulozlara kadar hukmunu ve sozunu geciren, onları tesbih dÂneleri gibi evirip ceviren, hÂlden hÂle ve şekilden şekile sokan bir Muhteşem Kudret ve İrÂde Sahibiyle, ona verilecek unvanlar ve isnÂd edilecek hususlar hakkında, nebîlerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O'nun hakkında doğru bir soz soylemek, ne de doğru duşunmek mumkun olmayacaktı.
Demek ki nebî, eşy ve hÂdiselerin icine girip butun bir hayatı bize ders verdiği gibi her şey ve her hÂdisenin en birinci dersi olan, Muhteşem Yaratıcı'yı, Muhteşem Kudret ve İrÂde Sahibini isim ve sıfatlarıyla. ZÂt-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvÂzene ve sırlı munÂsebete riÂyet ederek anlatan da yine O'dur.
Oyle ise, zeminin hic bir kıtasının ve zamanın hicbir parcasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldığına ihtimÂl verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irşÃ‚d dairelerinin dışında, varlık Âlemine dÂir, şimdiye kadar ne duru bir hukum verilebilmiş, ne de felsefenin şubhe, tereddud ve tenÂkuz dolu sisli atmosferinin ustune cıkılabilmiştir.
EsÂsen, her kıt'a, her devrin, bir peygamberin vesÂyÂsı altında bulunmasını akıl, hikmet ve Kur'Ân muştereken te'yid etmektedirler. Hem de aksine ihtimÂl verilemeyecek şekilde... En kucuk bir muzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifatcılara ve tarifcilere ihtiyac duyulduğu ve bir yol gostericinin rehberliği ile gezilip gorulduğu ve boyle bir rehber ve yol gosteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mÂnÂsı olmayacağı katiyyen gosterir ki, şu muhteşem kÂinat sarayını, onu temÂşÃ‚ya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati cekecek ve bu Âlemin sırlarını acıklayacak dellÂl ve teşrifatcılara da ihtiyac vardır.
Ayrıca, kurduğu bu duzen ve nizÂmı, bu meşher ve sanatlar resm-i gecidini, bir fuar mÂhiyetinde en mukemmel şekilde sergileyen ve butun iş ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen ZÂt hic mumkun mu ki, bu meşherleri acsın eserlerini gostersin, seyircilerin dikkatini ceksin de, sonra intihab edeceği bir kısım mustesna kimselerle ZÂt, sıfat ve isimlerini, muştÂk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu işlerini hÂşÃ‚ abes kılsın!
Baş dondurucu icraÂtını mÂnÂsızlıkla ittiham ettirsin! Her şeyi, bir dil ve nağme hÂline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yuce Varlık, her turlu abesden munezzeh ve mukaddesdir! Kaldı ki, O ZÂt'ın kendi beyÂnı olan Kur'Ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler acmaktadır.
"CelÂlim hakkı icin biz her millete -Allah'a kullukda bulunun ve putlara ibadetden kacının- diye bir peygamber gonderdik. "(Nahl, 16/36)
Ne var ki, insanlık, bu yuce varlıklardan aldığı dersi, bir muddet sonra unutmuş veya sapıklığa gomulerek, nebî ve ulu kişileri ilahlaşdırmış ve eski putperestliğe donmuşdur. Yunan'ın ilÂhlar dağından, Ganj nehrine kadar, beşer hayÂlinin totemleştirdiği bir suru vesen vardır ki, şimdiki gorunuşleriyle cıkışları arasında cok buyuk farklar olsa gerektir. Ne Cin'in Konfucyus'unu, ne de Hind'in Brahman ve Buda'sını, kendilerini hazırlayan şartlar ve getirdikleri şeylerle gormek mumkun değildir.
Her şeyi aşındıran zaman ve değişen insan telÂkkisinin, bunları da aslından ne kadar uzaklaştırdığını kestirmek oldukca zordur. Eğer Kur'Ân-ı Kerim, şupheleri gideren beyÂnıyla, Hz. Îsa (as)'ı bize tanıtmasaydı, kilisenin loş cidarları arasında, putperestlik telÂkkilerine karışmış papaz anlayışları icinde, sağlam bir Hz. Mesih bulup cıkarmak mumkun olmayacaktı. İnsana Ulûhiyetin isnad edilmesi ve ZÂt-ı Ulûhiyetin insanlaştırılması; "uc" hem de "bir" tenakuzunun en birinci mesele olarak akîdeye yerleştirilmesi, akıl ve mantığı tezyif ve Allah'a karşı en buyuk hayÂsızlıktır.
Gunumuzde, cığrından cıkarılmış Hristiyan Âyin ve ibÂdetleri, mÂbed ve zÂviyeleriyle, eski Roma ve Yunan putperestliği arasında, şekil olarak hic de ciddi bir fark hissedilmemektedir. Kur'Ân'ın aydınlatıcı ve vuzuh getirici beyanÂtı nazara alınmadan, kilise ve orada olup bitenlere bakan bir kimsenin, Hz. Mesih'i (A.S.) Apollon'dan ayırması da oldukca zordur. Bulunduğumuz cağa, bu kadar yakın bir devreye ait Hristiyanlığın, kendi kitap ve peygamberlerini bu hÂle getirdiği noktasından hareketle diyebiliriz ki; zamanın oğutucu korkunc dişleri arasında, kimbilir nice Mesihler ne hÂle getirildi!
Sıhhatli bir haberden oğrendiğimize gore, her nebînin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacağına ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler herşeyi alt-ust edeceğine dair bir peygamber sozu var ki, cok onemlidir. Evet, buna binaen, bugun batıl din olarak gorduğumuz nice dinler vardır ki, temiz bir asıldan, vahiy kaynağından geldiği hÂlde, muntesiplerini cehÂleti ve duşmanlarının insafsızlığıyla, bugun hemen butun esaslarıyla hurÂfe yığını durumuna gelmişlerdir. Oyle ise, gunumuze kadar mevcudiyetini surduren bÂtıl gorunumlu dinlerin, pek coğunun sağlam bir aslı olması ihtimÂli, oldukca kuvvetli ve her devrin, bir peygamberin adını alması da gayet makûldur. Peygamber olmayana peygamber demek, Nebî'nin peygamberliğini inkÂr gibi kufur sayılır. Ancak, arz edilen Hristiyanlık misÂliyle, Budizm'in menşeine kuşkulu bakmamak, Brahmanizm uzerine ihtiyatla gitmemek de insanın elinden gelmiyor. Hatt Konfucyus'u, onun o tıkanık felsefesinin otesinde aramak; Şamanizm'in te'vil goturebileceği hesabıyla hareket etmek, akıllıca bir davranış sayılır zannediyorum. Bunlar cıkışlarında ister bir zulÂl, isterse bulanık bir sızıntı olsun, şu andaki durumlarından farklı bir huviyete sahip olduklarında kimsenin tereddudu yoktur. Zaman ve hÂdiselerin onları bazen aşındırıp, bazen de yeni ilÂvelerle başkalaştırması, o kadar cok vukû' bulmuştur ki, muhÂl-farz, kurucuları donup geriye gelselerdi, getirdikleri dini tanıyamayacaklardı. Dunyada, daha bunlar gibi tahrif edilmiş pek cok din vardır ve bunların buyuk bir kısmının temelindeki safveti kabul etmek de, zarûrîdir.
Bir kere Kur'Ân: "İcinde peygamber olmayan hic bir millet yoktur."(FÂtır, 35/24) diyerek Âlemşumûl bir hukum vermektedir. Ne var ki biz, cihÂnın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyÂna gore sayıları 124.000'e bÂliğ bulunan nebîlerden ancak yirmi sekiz tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların icinde de, pek coğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair her hangi bir ma'lûmata sahip bulunmamaktayız. EsÂsen, gelmiş-gecmiş butun peygamberleri bilme mukellefiyeti diye bir şey de yoktur. Kur'Ân: "Onların bir kısmını sana hikÂye edip anlattık. bir kısmını anlatmadık."(GÂfir, 40/78) diyerek, anlatılmayanların uzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir. Şu kadar var ki, bugun dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden cok uzak topluluklarda dahi, bir hayli muşterek noktalar bulunduğu goze carpmaktadır.
Ezcumle, hepsinde "cok"dan "tek"e doğru gidiş; tahammul - fers musibetler karşısında her şeyi bir tarafa bırakarak, bir yuce dergÂha el acış ve elleri yukarılara doğru kaldırış; fizik otesi hÂdiselerle munÂsebete gecişte, muşterek tavır ve davranış; hep menb ve muÂllim birliğine işaret etmektedir. Kanarya Adaları'ndaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililer'den Yamyamlar'a kadar, Âyin ve dinî ilÂhilerinde hep aynı renk ve dekor gorulur, hep aynı nağme ve cumbuş hissedilir...
Prof.Dr. Mahmud Mustafa'nın, cok vahşi iki kabîle hakkındaki mutalÂaları bu hususu te'yid etmektedir. Doktor'un ifÂdesine gore Mavmavlar Mucay isminde bir ilÂha inanırlar. Bu ilÂh, ZÂt'ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, gorunmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır. Neyamneyam Kabilesi icin de, Mavmavların kanaatına benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da herşeye sozu gecen, ormandaki herşeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gonderen bir ilÂh vardır ki, işte O Ma'bud-u Mutlak'dır, diye duşunmektedirler. Goruluyor ki, bunlardaki ilÂh telÂkkisi ile Kur'Ân'daki ZÂt-ı Ulûhiyet duşuncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. HattÂ, Mavmavlar, "Aynı İhlÂs sûresinin muhtevasını soyluyorlar" desek yerinde olur. Medeniyetden bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin te'sir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henuz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telÂkkisini nereden bilecekler! Demek: "Her milletin bir Resûlu vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hukum verilir ve hicbirine zulmedilmez.(Yunus, 10/47) beyÂnı, ilÂhî ve Âlem-şumûl bir hakikattir ve hicbir kıt'a bu hakikatin şumûl sahası haricinde değildir.
Dr. Mahmud Mustafa'nın naklettiği şeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanışma fırsatını bulduğum Kerkuk'lu Matematik Profesoru Dr. Adil Bey de hikÂye etmişlerdi. Doktorasını Amerika'da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da goruşen Doktor, kendini hayrete sevk edecek durumları şoyle naklediyordu:
Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun Âyinler yapıyor ve Allah'ın, yemez, icmez, uzerinden zaman gecmez olduğuna inandıklarını ilÂn ediyor; hatta kÂinatda cereyan eden her şeyin onun iradesine rÂm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Ve daha, bir suru selbî ve vucûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; duşuncelerindeki bu yuceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle te'lif etmek katiyyen mumkun değildi... Demek ki, Doğu-Batı, dunyanın en ucr yerlerinde, bu akîde ve telÂkki birliği ancak kÂinatın sahibi tarafından oralara gonderilmiş elcilerle izÂh edilebilir. Zira en buyuk filozofların dahi kavrayamadığı bu turlu muvazeneli tevhîd akîdesini, vahşet icinde yuzen Mavmavlara, Neyamneyamlara veya Mayalara vermek asla mumkun değildir.
Demek, arı ve karıncayı anasız bırakmayan Rahmeti Sonsuz beşer nev'ini de peygambersiz bırakmamış, zaman ve mekÂnlara, onlar vasıtasıyla nurlar serpmiş ve cihanları aydınlatmış...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
__________________
Ay'ın ikiye bolunduğu yıl yapılmıştır!
Dini Sohbetler0 Mesaj
●23 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Eğitim Öğretim Genel Konular - Sorular
- Dini Sohbetler
- Ay'ın ikiye bolunduğu yıl yapılmıştır!