*iki yıl onceydi,

*olayı yaşayan cocuğun adı Mert (benim arkadaşım) idi,

*Mert' in hayatı bir telefon ile değişmişti..

*O artık bir iş sahibiydi..

*Her şey cok guzel giderken ani kilo kayıpları başlamıştı..

Testler, hormonal kontroller ne var ise yapılmış sonuclar hep olumlu cıkmıştı. Bizim oğlan Mert bir deri bir kemik kalmış, kız arkadaşı ile gezmekten bile bu durumu yuzunden utanmaya başlamıştı. Mert ile bir gun dışarıda buluştuk. Kız arkadaşı da yanındaydı. Mert dedim o zamanlar, durumun garipliğinin ben de farkındaydım, bilmiyorum belki de bunu bana allah soyletmişti: Hic yediğin şeyler i kontrol ediyor musun? diye sormuştum. Dışarıda yediğin yemeklerden bir alerji duyuyor olabilirsin. Valla inan ki arkadaşım bu kilo kayıplarının ben acıkcası başka bir sebebini bulamıyorum

o sırada kız arkadaşı Merve goğe doğru baktı ve aynen şoyle dedi;"zavallıcık belki de aşk acısı cekiyordur da bana bile soyleyemiyordur, hihihi..." Şu kızlar da bu tur durumlar da bile fingirdemeyi ne iyi başarıyorlardı ama..

Mert tabi ki Merve yi cok sevdiğini ama bu sevgisinin kendisinde herhangi bir icsel dert yaratmadığını, aksine Merve ye tum duygularını rahatlıkla anlatabildiği icin ilişkisi ile ilgili herhangi ruhsal ve bedensel bir sorun oluşmadığından bahsetti durdu.. iki genc karşımda el ele tutuşup birbirlerini optuler. o sıra mertin on dişlerinden bir tanesi yerinden ayrılıp masaya duşuverdi. inanın bu hayatımda gorduğum en korkutucu anlardan bir tanesi idi. Zavallı mert inleyerek eli ile ağzını kapattı ve o dişi masadan sanki hem merveye hem de bana fark ettirmemeye calışır gibi aldı. sonra da dehşet icinde koşarak tuvalete gitti.

Merve bana baktı ve o anda kızın gozlerindeki ofkeyi gorebildim. Neler oluyor Kerem dedi, bana. Mert'in en yakın arkadaşı sensin. bu cocuk gozlerimizin onunde eriyor. Ben merti cok seviyorum. ve ikimiz de seni cok seviyoruz. eğer merte bir şey olursa bir daha asla bir araya gelemez, bugunlerimizi ozler dururuz...

Merve konu hakkında oldukca haklıydı. Ne yapıp etmeli, Mert i bu vahim durumdam kurtulmalıydık. o sıra aklıma şu geldi; Merve ye bir şey sordum:
Bir şeylerden şuphelenmeliyiz ama neyden? aklına ne geliyor Merve, soyler misin bana?

Merve ellerini şakaklarına goturdu ve bilmiyorum, gercekten bilmiyorum. Sıkıldım artık, bu kilo kaybetme kabusundan usandım gercekten. Ne bileyim, bazı haplar var, extra mutluluk ve guc veren. acaba onlardan mı kullanıyor, ya da ah nereden bilebilirim ki.. Ailesi peki, onlar da mı bilmiyorlar, Mert işte iken odasını şoyle bir araştırsalar ya, belki bazı haplar falan bulurlar da olay cozuluverir. inan bana ben Mert' i boyle giderse kaybedeceğimizi duşunuyorum. Cocuk cok zayıf ve boyle zayıf insanlara ne oluyormuş biliyor musun? aniden kalpleri duruveriyormuş. zayıflık yuzunden yorgun duşup birden nefes darlığı başgosteriyor sonra da nabızları duruveriyormuş. boyle bir ani olum Mert' i gece uykusunda dahi bulabilir. Kerem, ne olur bize yardım et.. onunla konuş, kullandığı alışkanlık yapıcı yabancı maddeler varsa sana soylesin. sonra birilerinden yardım alır, onu bu beladan kurtarmaya calışırız.

Mert geldi ve hemen toparlanıp dışarı cıktık. Dişini ona sormadık. o da konuşmak istemiyordu. sonra Merve yanımızdan ayrılınca, Mert benimle konuşmaya başladı. Meğersem bu diş Mert' in ağzından dokulen altıncı dişiymiş. diğer dişler daha geride olduğu icin farkedilmemiş. sapasağlam hic curuksuz dişleri hergun dokulmeye başlamış. yerinde de ne bir kanama ne de acı oluyormuş. sanki vucudu o dişi dıları atmak istiyormuş gibi, ceneden dışarı doğru itiyor, sonra sallanmaya başlayan parca, bir anda diş etinden ayrılıveriyormuş.

Hayatımda tanık olduğum en dehşet verici olaydı bu inanın. Zavallı Mert ile dışarıda bir yerde oturduk ve bana ağzını actığında gorduğum gercekten de boyleydi. Dişler yerinde yoktu ve olması gereken yerlerde diş etinin pembe goruntusu, temiz bir boşluk vardı.

o an inanım dunyam karardı. allahım bu ne buyuk bir belaydı boyle. oğlum mert dedim, bu hic de normal bir durum değil, mutlaka sana cok kotu bir musallat sozkonusu. musallat diyorum cunku bunu başka bir şey acıklayamaz. sonra mertin tırnaklarını inceledik. tırnaklarında da herhangi bir sallanma yerinden oynama var mı diye. hayır cocuğun tırnakları gayet sağlamdı. o zaman dişlere ne oluyordu da boyle yerlerinden firar ediyorlardı..

mert ile bir caminin onunden gecerken musallat fikri tekrar aklımıza geldi. o gun merte bir ses kayıt cihazı aldık ve gece boyunca uyurken mertin uyku sırasındaki konuşmalarını kaydettik. eskiden hocalarımız din konusunda şoyle derlerdi: eğer ki bir insanın peşinde kotu mahlukatlar olsun, onlarla gece ruyasında buluşur sonra onlar ile yarı uyanık yarı uyur olulerin lisanında ya da vızır vızır bir ses tonunda kendi dillerinde veyahut arapca olarak konuşurlarmış. bazen de bu kotu mahlukatlar odada kendi aralarında yine ya olu insanların lisanlarında ya da vızıldayaraktan veyahut hic hoşa gelmeyecek arapca eski bir lisanda konuşur anlaşmaya calışırlarmış. anlaşmaları da musallat oldukları bu bedeni nasıl paylaşıp yiyecekleri olurmuş.. o anda kafamda korkunc bir şimşek cakmıştı. din hocamızın yıllar once biz daha ortaokul talebesi iken bize anlattığı o garip olaylarda insan yemeyi seven musallatvari varlıklardan bahsetmişti..

o gun mert ile sarılıp ağladım. zavallı arkadaşımı teselli etmeye calıştım. şansız arkadaşımın bir deri bir kemik halini gorunce hemen merveyi aradım ve evden ayrılıp hemen yanımıza gelmesini rica ettim. ona dedim ki, bize yakınlık gosterip arkadaşlık eden cok sevdiğimiz bir din hocasının yıllar once anlattığı bir detay, ayrıntı: şimdi bugun Mert' in vahim durumuna acıklık getirmekteydi.

Hocamız Abdulvahip Bey, ortaokul birinci, ikinci ve ucuncu sınıflarda din oğretmenimizdi ve hoşgorusu tatlı dili benzersiz bir adam idi. kendisini sadece dini konulara değil, bilime de kaptırıp gitmişti. Ve hatta diğer derslerdeki fen ve matematik konularından dahi o kadar cok şey anlıyordu ki, onu bir matematik sorusunu tahtada cozerken gormek inanın tum sınıfı heyecanlandırıyordu.

bizler o yıllarda cok guzel bir ortaokul sınıfı idik. uc yıl boyunca sınıfımızdan ne birisi eksilmiş ne de bir takviye olmuştu. tam 38 tane cocuk uc yılı da beraber okumuş, beraber cok guzel gunler gecirmiştik. işte bu birliktelik ozellikle ikinci yıl artık iyice meyvelerini vermeye başlamış, her oğretmenden farklı isteklerde bulunmaya başlamıştık. mesela, muzik dersinde muzik hocasından bizlere sadece flut değil, başka konularda da eğitim vermesini istemiştik. mesela aramızda sesi en iyi olan arkadaşları secip onlara ritmler eşliğinde en guzel şarkıları cok iyi soyletebiliyorduk. ya da turkce dersi icin şehirde un yapmış yazarları sınıfımıza ya da okuluma konuk olmaları icin davet edebiliyorduk.

Din hocamız Abdulvahip Bey de bizim sınıfın bu ozelliğini fark edecek olacak ki kolları sovadı ve kendini iyice tesirli ilimlere verdi. Latince oğrendi ve bizlere latin dilinde yazılmış antik kitaplar bulmamız icin gruplar halinde gorevler verdi. Bizler de ilin en eski kutuphane koşelerine kadar gidip latince yazılmış eski eserleri aramaya koyulduk. kimilerimiz İstanbul' da ya da yurt dışında yaşayan tanıdıklarından da yardım istedi. Ve sonunda aradığımız kitaplardan bazılarına ulaşabildik.

Bir kitap vardı ki, el ile latin alfabesinde yazılmış eski arap efsanelerini konu alan insan derisine benzeyen bir kabı bulunan ve cok tuhaf adeta hic yıkanmamış birisi gibi kokan sayfalara sahip bir kitaptı. Din hocamız yanına uc oğrencisini de alarak onlara lise duzeyinde matematik ve latin dilinin inceliklerini oğretmişti. haftasonu tatilini bu iki arkadaş severek Okulun bahcesinde ya da oğretmenler odası ve kutuphanede geciriyorlardı. Matematiği cok iyi gelişen bu arkadaşlar bizlere bazı boş derslerde ya da ek saatlerde bildikleri tum matematik kolaylıklarını gosteriyor, bizleri ortaokul matematiğinden alıp, lise yıllarında gormeye başlayacağımız daha teşekkullu konulara doğru yolculuklara cıkarıyordu. sınıfımızda bu calışmalarımıza kayıtsız kalmayan asıl matematik hocamız Mehmet Bey de tun sınıfa ne yapıp etti, gerekirse cocukları dizlerinin dibine alıp, tum konuları cok iyi oğrenmelerini sağladı. Bu emekler boşa gitmedi ve sınıfımız ortaokullar arasında duzenlenen matematik ve geometri yarışmalarında ceşitli başarılara ulaştılar. sonra da milli eğitim bakanlığından ve ilcenin yerel basınında gorevli kuruluşara uye sivillerden yetkililer gelip bizlerle goruşmeler yaptılar. bizler okul ve sınıf olarak tum bu gelişmelerden gayet memnunken aramızda pek de farkına varmadığımız bir antik latin dili uzmanlığı gelişmeye başlamıştı. sonunda sayfalarının pis kokusuna dayanamadığımız o tuhaf kitabı da fotokopici de coğaltıp sınıfa oyle soktuk. lakin bir hafta gecmeden fotokopi sayfalarındaki murekkep sanki buhar olup uctu ve geriye cocukların kendi kalemleri ile fotokopi kağıtları uzerine aldıkları ufak notlar ve altı cizili yerlerin sadece cizgileri ile bazı yerlere konulan işaretler kaldı. bizler bu duruma bir anlam verememiş, fotokopideki bu durumu bir kenara bırakıp yeni fotokopiler cektirmiştik. boylece o eski kitap bir kac kere daha bazı sayfalarının tekrardan fotokopileri cekildi.

Din hocamız, o gunlerde geometri ile meşgul olsa da, bazı arkadaşların kafalarının takıldığı doğaustu konularda da fikir vermekten kacınmıyordu. bir gun konu derste kotu ruhlara geldi. hocaya gore kotu ruh denen bir şey mutlaka vardı. bunlar yaşamış insanların ruhları olabileceği gibi, daha once hic yaşamaış ya da herhangi bir bedene sahip olmamış ruhlar da olabilirdi. kotu ruhlardan bazıları da yamyamdı.

Yamyaklık bizim oğrendiğimiz yeni bir şey değildi. Lakin bir ruhun ya da bazı cinlerin de yamyam olabileceği fikri gercekten o zamanlar kanımızı dondurmuştu. kitapta da tam olarak bu tur kotu ruhlardan soz edilmekteydi. bunun uzerine sınıf olarak din derslerinde bu kitabı bazı fırsat bulduğumuz zamanlar araştırmaya koyulduk. ve tum bunları o zamanların cocukları olan bizler ve bazı şeylere aşırı meraklı ve cocuksu din hocamız Abdulvahip Bey başka hocalara ve sınıflara caktırmadan gizlice gercekleştirdik.

kitaptan oğrendiğimiz bazı bilgilere gore, ruhlar alemi iyi ve kotu olarak ayrılmazdı mesela. cinler aleminde ise boyle bir ayırım vardı. insanların da nasıl ki zaman zaman iyiliği ve kotuluğu one cıkar ruhlar aleminde de varlıklar iyi cok iyi kotu veya cok kotu olabilirler ve bu durumları da zamanla değişiklik gosterebilirdi. Cinler ise oyle değildi mesela. Yaratıldıkları gibi ya iyi ya da kotuyduler. Kotuleri zaten iblis cinsinden sayıldığı icin onları daha fazla incelemiyorduk. bizim merak ettiğimiz konu kotu ruhlardı. cinlerin iyileri de allah tarafından iyi olarak yaratıldıkları icin insan toplulukları gibi kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlardı.

kotu ruhlardan bedeni olmayanların yamyam olanları fikri hepimizi cok meraklandırmıştı o yıllarda. hocamıza gore bu ruhlar ya insanların ruhlarını yamyamlık etmek icin kullanıyor yanı insanların ruhlarına yerleşip onları tuketiyor ya da apacık onların bedenlerini yiyorlardı !!

işte o yıllarda keşfedilen bu durum hepimizi cok urkutmuştu. artık cok zayıf olan herkesten ve her okul arkadaşımızdan kendisine et yamyamı bir ruh musallat olmuş olarak goruyor, şupheleniyorduk.

kızlardan Melike hocam, demişti: kotu ruhlar neden et ile beslenirler ki,?

Neden mi? Yaşayan bir insandan daha cok enerji ve hayat dolu başka ne elde edilebilir ki? onlar o insana musallat olduktan sonra o kişiyi bir deri bir kemik bırakana dek ozellikle uykusunda iceriden yer, tuketirler. Hem de oyle dikkatli yerler ki o kişinin adelelerinde en ufak bir kanama morarma veya bozulma bulamazsınız. boylece kurbanları yaşayabileceği son dakikalara kadar canlı kalmayı başarır. bazı kurbanlar onceleri kilo kaybettiklerini duşunup durumdan şuphelenmezler tıpkı bizim Mert ve yakın cevresi gibi. sonra da kilo kaybı aşırı uclara ulaşmaya başladığında onları bir olum korkusu sarar cunku aynaya her baktıklarında artık bir iskelet gormeye başlamaktadırlar. boylece ellerinden geldiğince cok yemek yiyerek kaybettikleri kiloları geri almaya calışırlar. ama bunu hicbir zaman başaramazlar.

Kurbanın bedeninde kas yani adale kalmayınca da sıra yavaş yavaş iliklere ve kemiklere gelir. sonra da vucuttaki sıvıyı icmeye başlar bu ruhlar. kurban her gece susuzluktan adeta olecek gibi olur ve daha once hayatında hic icmdeiği kadar su icmeye başlar. Mert henuz bu safhaya gelmemişti. yani oyle litrelerce su icmiyordu lakin başlaması da yakın olabilirdi.

işte bu noktada, yani kurbanın su icmeyi durduramadığı safhada et ile doyan ruhlar da dur durak bilmez kurbanın bedeninden o suyu her fırsatta cekerler. boylece kurban ne kadar cok su icse de mesela sulanan kanı ya da sindirim sisteminden kotu ruhlarca vucut sıvısı surekli olarak cekilir. cok garip bir durumdur bu, buna kitapta parantez icinde insan corbası safhası denmektedir..

İnsan Corbası Safhası.. Allahım ne korkunc bir durum. Zavallı Mert' i bir corba gibi durmadan icmeye başlayacaklar, zavallıcıkta susadıkca litrelerce su icecek, boylece sulanıp tatlanan kanını iceriden bu acımasız yaratıklar cekmeye devam edecekler.. ta ki.. evet ta ki Mert artık bilincini yitirip komaya girinceye dek.

Kitapta kurbanların kendilerini sonunda dayanamayıp su kuyularına dahi attıkları anlatılmakta idi. susuzluğunu bastıramayanlardan bazıları careyi sonsuza dek su kuyusuna inmekte bulurlarmış.. o kuyuda artık bir iskelete donuşunceye dek durmadan kana kana su icerler, sonunda derileri şeffaflaşır, dişleri kalmaz ve vantuz şekline donuşen dişsiz ağızlarını suyu bedenlerine iyice cekmek icin kullanırlarmış. sonunda da kemiklerdeki kalsiyum ve vucutta ne varsa yaratıklar tarafından cekileceği icin geriye şeffaf bir insan kılıfı, cam gibi şeffeflaşıp sertliğini yitirmiş incecik bir iskelet kalırmış.. lakin kurban cok ama cok gec canını teslim edermiş. olumler de genelde su kuyularına bu şekilde eriyerek gercekleşir, kurbanın cesedi bu yuzden asla bulunamazmış.

İnsan Corbası Safhasından Bir Oncesi: Mert' in Durumu.. (2.yazının sonu)
__________________