Gunumuzde tasavvuf denildiğinde, akla ne geliyor diye once lutfen duşunelim. Eğer edebiyata, şiire meraklıysak, Tasavvuf edebiyatı gelir aklımıza. Dini konulara daha yakın olanların bir kısmı, tarikatları, cemaatleri duşunur. Bir kısmımızın, tasavvuf sozunden, Mevlana, Yunus gelir aklına. Dikkat ederseniz hepsinde ortak bir konu vardır tasavvuf denildiğinde. Yaradan a ulaşmak arzusu, Allah a duyduğumuz buyuk sevgi, dostluğa, kardeşliğe davet, kendimizi keşfetme cabası, Allah a ulaşmanın yollarının arayışı, farklı bicimde şekillenir soz ve davranışlarla.

Peki, tasavvuf u nasıl tarif edebiliriz? Tasavvufu bircok şekilde tarif etmek mumkun elbette. Yaradan a karşı, saf-arı-duru duygularla ulaşmanın, ona sevgimizi anlatmanın yolunu aramak, insan ilişkilerinde mukemmeliyeti yakalamak, Dunya nimetlerinden uzaklaşarak, Allah icin yaşamak şeklinde cok farklı boyutlarda ozetleyebiliriz. Her dalda boy gosteren bu akımın, bu isimle gecmiş yuzyıllarda anıldığı konusunda, kesin bir bilgi yoktur. Bu akımın Arap toplumunda, Hicri 5. yuzyılda ortaya cıktığı soylenir. Doğrusunu Allah bilir.

Aslında tasavvuf un tarifine bakarsak, bu duşuncenin evrensel olduğunu soylemek yanlış olmaz. Bu duşunce ve fikir, toplumsal anlamda sanata, mezheplere ve tarikatlara girmesi, toplum olarak benimsenmesi, belli bir donemi işaret edebilir. Bu fikrin Âdemden bu yana her insanın gonlunde yaşattığı, zaman zaman acığa cıkarıp su yuzune cıktığı, duygularımızın, hislerimizin uc noktalarda yaşandığını soylemek, yanlış olmasa gerek. Bu yontem, toplumların kendisini boşlukta hissettiği donemlerde, cok daha belirgin yaşandığını duşunuyorum.

Biz gelelim, peygamberimizin olumunden sonraki doneme. Biraz oncede soylediğim gibi, tasavvuf akımı toplumsal olarak, peygamberimizden cok sonra, toplumun gundemini ozellikle meşgul etmiştir. Peki, neden boyle bir duşunce, İslam toplumunda adeta bir gereksinim olarak ortaya cıkmış olabilir. Neden peygamberimiz doneminde değil de, ondan yaklaşık 500 yıl sonra toplumda boyle bir duşunce akımı belirgin bir şekilde oluşmuştur. İşte kendimize sormamız gereken, cok onemli bir soru.

Toplum bir şeyin eksikliğini cekiyor olmalı ki, o eksikliğin yerini dolduracak bir şeylerin arayışında olsun. Peki, bu eksiklik ne olabilir? Peygamberimizin donemi ve dort halife donemleri, bildiğiniz gibi dinin mezheplere bolunmemiş donemleridir. Kur’an ın emirlerine harfiyen uyularak, hakka batıl karıştırmadan, İslam ın arı- duru yaşandığı, yaşanmaya caba harcandığı ornek alınması gereken cok guzel ve ozel bir donem diyebiliriz. Gerci peygamberimizden sonra, bazı toplum ve gurupların siyasi ve menfaat başkaldırışları olmuştur, bunu da unutmamak gerekir.

Mezhepler donemi, dort halifenin sona ermesi ile başlayan, İslam ın ne yazık ki bolunme ve cepheleşme donemidir. Bu bolunmenin ana nedeni şahsi menfaatler, siyasi kısır cekişmeler ve liderlik arzularından başka bir şey değildir.

Allah ın dinde sakın bolunmeyin emrini, nefislerinin arzularına kabul ettiremeyen toplumlar, ne yazık ki bolunmekte bir kusur gormemişlerdir. Bugunde Allah ın apacık emrini gormezden gelenler, bolunmekte bereket vardır diyecek kadar, gonullerin muhurlendiği bir toplum olmuşuz.

Allah veliler edinmeyin dedikce de, sanki Rahmana inatla, velisi olmayan cennete gidemez demekte, bir kusur gormemişiz. Allah şefaat tumden bana aittir dediği halde, tarikat ve cemaatlerde edindikleri velilerden şefaat bekler olmuşlar.

Daha acıkcası İslam toplumu, ne yazı ki Kur’an ı terk ettiği icin, başlarına gelen acı ve kederlerin sonucu, buyuk bir arayışın icine girmiştir. Adeta gunah cıkartırcasına. Sanırım İslam Âlemi, Rahmanın dinde bolunmeyin emrini duymazdan geldikleri icin, buyuk bir inanc boşluğuna duşmuş olmalılar ki, TASAVVUFA SARILMIŞLAR.

Hanefi mezhebinin kurucusu olduğunu soylediğimiz, İmamı Azam Ebu Hanife, yaşadığı donemde hicbir itikadi fırkaya tabi olmamış, hatta kendiside bir mezhep asla kurmamıştır. Olumunden sonra, oğrencileri tarafından İmamı Azamın sozlerini toplayarak, bu duşunceyi mezhep haline donuşturmuşlerdir. İmamı Azamın duşunce yapısını anlatan, oğrencilerinin naklettiği şu sozleri, sizlerin yorumunuza sunuyorum.

(Talebesi Zufer'den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişareye verdiği onem bakımından dikkat cekicidir. Zufer şoyle der: "Ebu Hanife'nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife'nin goruşlerini yazardık. Bir gun Ebu Hanife, Ebu Yusuf'a hitaben: "Ey Yakup vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugun boyle duşunuyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki goruşumu ertesi gun terk edebilirim" dedi." (İbnu Muin, Tarih, II. Cilt, sh. 607; Bağdadi, Tarih, XIII. Cilt, sh. 402)

İmamı Azamın oğrencilerine verdiği cevap, aslında bugun İslam toplumlarının icinde yaşadığı karmaşanın, cevabını cok guzel veriyor. Tabi anlayana, anlamak isteyene.

Okul donemlerinden de hepimiz biliriz. Tasavvuf edebiyatı, şiirleri duygu doludur. Kalbimizin derinliklerine kadar işler adeta. Gercektende Tasavvuf, eğer Kur’an merkezli işlenirse, toplumu doğruya, guzele yonlendireceği gibi, saf, arı, duru bir inancı sağlamlaştırır.

Peki, tasavvuf gecmiş yuzyıllarda nasıl kullanılmış? Dinde birbirine duşman bolunmuş toplumların, tasavvuf akımını da doğru kullanmalarını beklemek, hayalcilik olur. Elbette mezhepler ve onun sonunda oluşan tarikatlar, tasavvuf silahını, kendi yanlışlarını maskelemek icin kullanmışlardır. Toplumu İslam ın ozunden ayırıp, uzaklaştırıp sozcukleri susleyip, duyguya, goze ve nefise hitap etmişlerdir bu yolla. İslam ı akıl merkezinden uzaklaştırıp, duygusal bir cizgiye getirerek, toplumu daha kolay kontrol altında tutmayı, tasavvufla keşfetmişlerdir adeta.

Tasavvuf akımını, dini konularda kullananların yaptıklarına bakarsanız, şekilsel ve sozcuklerin itinayla secilerek dizilişine şahit olursunuz. Burada amac, vermek istenileni gorsel ve duygusal yollarla karşısındaki topluma anlatmaya calışmaktır. Elbette bunun hicbir zararı yoktur. Hatta bazen cok da faydası olacağını soyleyebiliriz. Fakat İslam ın anlatılmasında, izah edilmesinde, tanıtılmasında, yaşanmasında başvurulacak ilk yontem bu değildir. Onun icinde peygamberimizin doneminde, bu tur bir yonteme başvurulduğu konusunda, one cıkan bir ornek yoktur.

İslam akıl dinidir. Kur’an ı anlayarak okuyan, inceleyen bir Musluman, Allah ın aklımıza muracaatı, birinci oncelik olarak ele alır. İmtihanda olduğumuzu hatırlatarak, ayetler uzerinde duşunmemizi, aklımızı kullanmamızı, bircok kez bizlere hatırlatır ve hala duşunmeyecek misiniz, duşunen yok mu turunden uyarılar yapar. Kur’an ın bizlere rehber olduğu konusunu işler.

İslam dininde, Allah ile kulu arasına hic kimse giremez. Yani İslam dininde ruhban sınıfı yoktur. Her Musluman kendi imtihanını, bizzat kendisi vermek zorundadır. Ben bilmem, ben anlamam diyemeyiz. Herkes kendi kapasitesi kadar, mutlaka dini yaşamak, oğrenmek icin, caba harcamalıdır. Kendi imtihanımızı hic kimseye devredemeyiz, duşunmeden, rehbere danışmadan bir başkasının telkini ile imanımızı yaşayamayız.

Buradan da anlaşılıyor ki, tarikat ve cemaatler yoluyla, belli bir şahsı yucelterek, ardından gitmenin, ondan yardım beklemenin, İslam dininde yeri olmadığı acıktır.

Elbette toplu yaşamak, guruplar halinde olmanın hicbir sakıncası yoktur. Din adına Âlim kişilere danışmak, onlardan bilgi almak, eğitimimizin, imtihanımızın bir parcasıdır. Fakat bu yardımı isterken, elden Kur’an ı duşurmeden, onun ışığında yapmalıyız ki, bizleri Allah ile aldatanların oyunlarına gelmeyelim. Cunku Allah bizleri uyarıyor ve sakın sizleri Allah ile aldatmasınlar diyerek, dikkatimizi bircok kez cekiyor.

Toplumlar, mezhepler yoluyla bolundukten sonra, gercekten buyuk bir boşluğun icine duşmuşlerdir. Bunun nedeni Kur’an dan uzak İslam ı yaşamaktır. Toplum, sen Kur’an dan anlayamazsın, Kur’an da her şey yoktur, Kur’an ı veli insanlar anlar diyerek korkutulmuş, Allahın guneşinden uzaklaştırılmış, Kur’an ile toplumun arasına girilmiştir.

Bu arayış, tasavvufla doldurulmaya calışıldıysa da, bir kısım cemaat ve tarikatların bu akımı kendilerinin şekillendirmeleri ile yanlış itikatlarını, suslu gostermenin bir yolu olmuştur.

Tarikat ın anlamı manevi yoldur. Cemaatte aynı inanca sahip topluluk olduğuna gore, elbette anlam itibariyle hic kimsenin itirazı olamaz. Tasavvufta inancımızın duygusal boyutuyla, arındırılarak, her turlu yanlıştan uzak, hayata gecirilmiş şekli olduğuna gore, elbette hic kimsenin buna da itirazı olamaz. Peki, itirazımız neye dersek, itirazımız bunların yaşama, hayata gecirilme şeklinedir.

Bugun tarikat ve cemaatlerin toplumları nasıl yonettiklerini, din ve iman adına nasıl yon verdiklerini goruyoruz. Adeta kurulmuş bir makine den farksız bir toplum yaratan tarikatların, cemaatlerin, duşunme hakları ellerinden alınmış bir toplum yaratmasınadır itirazımız. Bu itirazımız kendi adımıza değildir elbette, Allah ın kanunlarının goz ardı edilerek, ozgurce imtihanından alıkonan din kardeşlerimizin, oz iradelerine yapılan baskıyadır itirazımız.

Mevlana nın Tasavvufundan guzele, hoşgoruye davet dizelerinden bir bolum sunmak istiyorum.

Sevgide guneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları ortmede gece gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Ofkede olu gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi gorun,
Ya da gorunduğun gibi ol.

Ne dersiniz, bizler Musluman toplumu olarak, birbirimize bu guzellikte mi davranıyoruz? Kur’an ın bizlere oğretisi olan, hoşgoruyu hayatımıza gecirebildik mi? Aynı kitaba, aynı peygambere iman etiğimiz halde, farklı mezheplerdeki din kardeşlerimizi, oldurmekten bile cekinmeyen inancımızı, hala sorgulamayacak mıyız?

Sizce bir yerlerde, bir hata yapmıyor muyuz? Ne dersiniz? Elde apacık sorumlu olduğumuz Kur’an dururken, yoneldiğimiz beşeri cırpınışlarımız, huzur arayışımız, acaba nefsimizi, ruhumuzu ne kadar tatmin ediyor?

Bakın Yuce Rabbimiz, peygamberimizin doneminde bile, Allah ın tebliğ ettiği Kur’an ı yeterli gormeyip, atalarının rivayetlerine de iman etmek icin ısrar edenlere ne diyor.

Ankebut 51: Karşılarında okunup duran bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan bir toplum icin elbette ki bir rahmet ve bir oğut vardır.

Bizlerde bugun aynı yanlışı yapıyor ve İslam ı yaşamak icin Kur’an yeterli değildir, cunku o ozet bilgidir, her şey yazmaz diyerek, bolunmuşluğumuzun acı ve ızdırabıyla, nefsimizin acısını dindirmek adına, Kur’an dışından receteler arıyoruz.

Mutluluğun recetesini, beşerin ellerinde ararsak, hastalığımıza care bulamayacağımızı artık fark etmeliyiz. Eğer fark edemiyor da, gonul gozlerimizi Kur’an ile aydınlatamıyorsak, bunun sucunu kendimizde aramalıyız.

Dilerim Allah dan gonlumuzu, ruhumuzu, nefsimizi FURKAN ile arındırmasını, eğitmesini bilen, Rabbin halis kullarından oluruz.

Saygılarımla Haluk GUMUŞTABAK
__________________