Hindistan evliyÂsının buyuklerinden. 1196 (H.592)'da Rebîulevvel ayının on dokuzuncu Cum gecesi Hirat'ta doğdu. 1291 (H.690)'de vefÂt etti. İsmi, Ali Ahmed SÂbir bin Şah Abdurrahîm'dir. Mahdûm Ali Ahmed SÂbir diye tanınmıştır. Lakabı AlÂeddîn'dir. Annesi asil bir Âileye mensûbtu. Ferîduddîn-i Genc-i Şeker'in kız kardeşi olan bu hanım, 1175 (H.571)'de Şah Abdurrahîm hazretleri ile evlendi. Abdurrahîm Efendi, Gavs-ul-a'zam AbdulkÂdir-i GeylÂnî'nin torunu idi. Abdurrahîm Efendi, evlendikten sonra BağdÂd'dan gelen hocası Muhammed Ebu'l-KÂsım ile Hirat'a yerleşti.
AlÂeddîn-i SÂbir hazretlerinin annesi sık sık Peygamber efendimizi ruyÂsında gorurdu. AlÂeddîn-i SÂbir anne karnında iken bir ruyÂsında Peygamber efendimiz annesine doğacak cocuğun ismini Ahmed koymasını emir buyurdular. Kısa bir zaman sonra hazret-i Ali efendimiz ruyÂsında annesine, ismini Ali koy dedi. Her iki emre de uyarak doğumundan evvel Ali Ahmed ismi kondu. Doğumundan sonra ise velîlerden biri, AlÂeddîn ismi konmasını teklif etti. Boylece ismine AlÂeddîn de dendi.
Ahmed SÂbir hazretlerinin kerÂmetleri doğmadan once gorulmeye başlandı.
Birgun muhterem babaları Şah Abdurrahîm, seccÂde uzerinde kendinden gecmiş bir hÂlde, sabahın erken saatlerinde oturuyordu. Âniden koskoca bir yılan, tavandan onune duştu. Gozlerini acar acmaz, koskoca yılanın onunde ikiye bolunmuş hÂlde yatar vaziyette durduğunu gordu. HÂdiseyi gostermek icin hanımını uyandırdı. Hanımı da;
"Bir ruy goruyordum. AlÂeddîn Ali Ahmed bana; "Bu gunden îtibÂren hic bir yılan, bizim Âilemizden veya bizim evlÂtlarımızdan hic birimizi ısırmıyacaktır. Bugun dunyÂdaki yılanların şÃ‚hını oldurdum. Yılanlar bana neslimizden hic kimseye zarar vermiyeceklerine dÂir soz verdiler." dedi.
Doğum esnÂsında ebe, abdestsiz olarak cocuğu tutmak istediğinde, elleri ve vucûdu ateş gibi olup, titremeye başladı. Annesi cocuğa abdestsiz değmemesini, onun cok mubÂrek bir cocuk olduğunu soyledi. Ebe gidip abdest aldıktan sonra cocuğa dokunabildi ve onu kucağına aldı. Cocuğu yıkayacağı zaman, cocuk gozlerini actı. Evin damına baktı. Evin ustu acılıp gokyuzu gorundu. Aynı anda kırmızı bir bulutun, cocuğun uzerine doğru indiği, sonra semÂya acılan damdan yukseldiği goruldu. Bu evle birlikte Hirat'daki butun evlerin kokusu değişti. Butun şehir guzel kokulara gark oldu.
Doğumundan îtibÂren AlÂeddîn-i SÂbir, bir sabır numûnesi olarak goruldu. İlk altı ayda, kırk gun annesinin sutunu emmedi. Bir yaşına kadar, diğer altı ay icinde 15 gun oruc tutar, 15 gun sut emerdi. Uc yaşında ana sutunu terk ederek, ara sıra kucuk bir parca arpa ekmeği ve Hindistan'a mahsus bir ceşit nohut ekmeği yerdi. Konuşmaya başladığında, ilk soylediği soz; "L mevcûde illallah"(Allahu teÂlÂdan başka hicbir şey yoktur) oldu. Beş yaşında iken, mubÂrek pederi vefÂt etti. Bunun uzerine bir sene konuşmadı. Yedi yaşında iken muntazaman hergun oruc tutmaya başladı. 4 il 5 gunde bir, biraz kuru ekmek kırıntısı yerdi. Bu yaşında teheccud namazı kılardı ve kendisini tamÂmen Allahu teÂlÂya verirdi. O yaşında dahî, annesinin ısrÂrlarına rağmen karyolada hic yatmadı.
Annesi; "Yavrum neden bu kadar sıkı mucÂhedeyi nefsin ile uğraşmayı bu yaşında yapıyorsun?" dedikte; "Sevgili anneciğim elimde değil, kendimi Allahu teÂlÂnın aşkında yakmak istiyorum. Boyle yaşamak hakîkaten hoşuma gidiyor." buyurmuştur.
Babası Şah Abdurrahîm'in bu dunyÂdan ayrılma zamÂnı geldiğinde, mîdesinde cok şiddetli bir ağrı baş gosterdi. Halk, Ali Ahmed'e babasının iyileşmesi icin du etmesini soylediklerinde, onlara; "Resûlullah efendimizi gordum. Cennet-i ÂlÂda babamı gormeye hazır idiler. Ve buraya, ellerinde Cennet elbiseleri ile gelen meleklerin seslerini duyuyorum. Babamı goturmek uzere geliyorlar. Şimdi du etmenin hicbir faydası yoktur." dedi. Sozlerini bitirir bitirmez muhterem pederi, rûhunu teslim etti ve butun ev değişik bir koku ile doldu. Bu guzel koku duny kokularına benzemiyordu.
Babası Abdurrahîm'in vefÂtından sonra, annesi ile birlikte zor gunler gecirdiler. Fakat bu asîl hanım, hic kimseden yardım istemedi. Bu zaman zarfında Ali Ahmed, sÂdece su icer ve şÃ‚yet varsa dort veya beş gunde bir, biraz ekmek kırıntısı yerdi. Bu kadar fakirlik zamÂnında bir gun, Ali Ahmed cok buyuk bir aclık hissetti. Annesinden yemek icin bir şeyler istedi. Annesinin pişirecek bir şeyi yoktu. Oğle namazından sonra Ali Ahmed tekrar yemek istedi. Annesi, su dolu tencereyi ateşe koyarak yemek pişirir gibi yaptı. İkindi namazına kadar sabrettikten sonra; "Yemek ne oldu?" diye sorduğu zaman, henuz pişmedi, dedi. İkindi namazından sonra dayanamayıp, kendisi kapağı kaldırdı. Tencerenin ici pilavla dolmuştu. Annesine donerek; "Anneciğim, pilav olmuş." dedi. Annesi, hayretler icerisinde koşarak geldi. Pilav daha once hic kokmadığı hÂlde, şimdi değişik ve guzel bir kokuya sÂhipti.
Ali Ahmed yemeğini bitirdiği zaman, annesi oğlunu Muhammed Ebu'l-KÂsım'a gonderdi. Ebu'l-KÂsım hazretlerine de durumu anlattı. Pilavdan biraz goturup kendisine gosterdi. Ebu'l-KÂsım hazretleri pilavdan tattı. Annesi; "Oğlumu, dayısı Ferîduddîn-i Genc-i Şeker'e teslim edeyim mi?" dedi. Ebu'l-KÂsım, diğer talebelerle istişÃ‚re etti. Hepsi kabûl ettiler.
Hirat'dan yola cıkan Ali Ahmed, annesi, Muhammed Ebu'l-KÂsım GurgÂnî ve Alîmullah EbdÂl, Hansî'ye 6 Nisan 1205 (H.601)'de vardılar. Buyuk evliy Ferîduddîn-i Genc-i Şeker ilk bakışta Ali Ahmed'in alnında parlayan nûru gordu. Kızkardeşine, boyle nÂdîde bir cevheri kendisine getirdiği icin teşekkur etti. Bakımını ve ilim oğretilmesi işini uzerine aldı. Boyle bir talebenin kendisine gelme sevincinden vecde gelip, kendinden gecti. Bir zaman vecd icinde kaldıktan sonra, kızkardeşi; "Onu sizin hizmetinize getirdim. İnşÃ‚allah kabûl edersiniz sevgili kardeşim." dedi. Ferîduddîn-i Genc-i Şeker hazretleri buyurdular ki; "Biz, Ali Ahmed'den, onun doğum ve ilerideki hÂllerinden zÂten haberdÂr idik. Uc sene icinde yanımızda ilmini tamamlayacak." cevÂbını verdi.
Ali Ahmed, verilen dersleri cok kısa bir zamanda oğrendi. Oruc tutuyor ve mucÂhede yaparak nefsini terbiye ediyordu. İlim tahsilini uc senede tamamladı. Tahsilini tamamladığı sırada annesi, onu dayısının yanında bırakarak, kardeşinden Hirat'a donmek uzere izin istedi ve; "Sevgili kardeşim! Ali Ahmed'im oruc tutmayı cok sever. Lutfen goz-kulak olunuz, aclıktan olmesin. Yaşarsam, on iki sene sonra geri gelip duğununu yaparız." dedi. Ferîduddîn-i Genc-i Şeker tebessum buyurdu. Kardeşinin gonlunu yapmak icin, Ali Ahmed'i yanlarına cağırdı ve ona mutfağın yemek dağıtım vazîfesini verdi. Kız kardeşi buna memnun oldu. Sabah ve akşam namazlarından sonra, Ali Ahmed, fakirlere yemek dağıtırdı. Sonra hucresine cekilir, mucÂhede yÂni nefse zor gelen nefsin istemediği şeyleri yapardı. Yemek yiyenler, Ali Ahmed SÂbir'in vazifeyi aldığı gunden beri, yemek dağıttığı hÂlde kendisinin hic yemek yediğini gormediler.
Birgun Ferîduddîn Genc-i Şeker hazretleri Ali Ahmed'in hucresinde ağladığını duydu. Yemek dağıtımından sonra, onu bulup ağlama sebebini sordu. Ali Ahmed SÂbir; "Allahu teÂlÂ, bizi duny hayÂtından ayırdı. Velîlerin ve "RicÂl-ul-gayb" ismi verilen evliyÂnın hÂricinde hicbir insan yanıma gelmeyecek. Yoksa, evliyÂlık yolunda ilerlemem mumkun olmaz. Allahu teÂlÂnın muhabbeti beni kapladı. Allahu teÂl merhamet eylesin. İleride benim icin daha neler olacak. Allahu teÂlÂnın takdîrinden kacılmaz. O'nun irÂdesine mûtîyim, tÂbîyim." dedi ve hucresine cekildi.
Gunlerce odasında murÂkabe ve nefsini hesÂba cekti. 16 Ocak 1226 (H.623)'de Ferîduddîn-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed SÂbir'in hucresine girdi. Kendisini derin bir murÂkabe hÂlinde buldu. Yuksek sesle sağ kulağına, yedi def Kelime-i tevhîd okudu. Ancak yedincisinde gozlerini acabildi. Kendisini dışarıya cıkardı. Onceden hazırladığı kursuye oturtarak takkesini ve hırkasını giydirdi. Vekîli olduğunu herkese ilÂn etti.
Daha sonra Ferîduddin-i Genc-i Şeker, yeğeni AliAhmed SÂbir'i İslÂmiyetin zayıfladığı KalyÂr'a (GvÂliyar) gonderdi. Ahmed SÂbir 14 Şubat 1253 (H.650) gunu Alîmullah EbdÂl ile birlikte KalyÂr'a hareket etti. Oraya vardığında Ebu's-Samed bin AbdulvÂhid bin Kutbiddîn EnsÂrî'nin evinde kaldı. Ertesi gun, Kalyar'a vazîfeli olarak geldiğini, cÂmide herkese duyurdu. Musammad GulzÂdî ve 36 yaşındaki oğlu Behaeddîn ve Cemal Rohagar isimli bir komşusu, AlÂuddîn-i SÂbir'in ilk talebeleri oldular. Her ikisi de bu beldedeki insanlara doğru yolu bildirmekle vazîfelendirildiğini bildirirken oradaydılar. Onlar, SÂbir hazretlerini desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.
Ertesi gun, KalyÂr CÂmiinde vÂz ederek, kendisinin KalyÂr halkına imÂm olarak gonderildiğini tekrar bildirdi. Ama halk;
"Bizim rehberimiz Kur'Ân-ı kerîm, imÂmımız KÂdı Tabrak Rûfî'dir. Bu geleneği değiştirmeyiz." dediler. AlÂeddîn-i SÂbir, kendisini vazîfelendirenin ve gonderenin, SultÂn-ul-Evliy Ferîduddîn-i Genc-i Şeker olduğunu soyledi. Halk, yine dağıldı. Sonra durumu KÂdı Tabrak'a haber verdiler. Cum gunu KÂdı Tabrak, Cum namazına geldi. AlÂuddîn-i SÂbir hazretlerine;
"Sen bizim kutbumuz isen, uc ay once kaybettiğim kecim hakkında bana bilgi ver. ŞÃ‚yet bunu yapabilirsen kutub olduğuna inanacağım." dedi. AlÂeddîn-i Ahmed, gokyuzune bir an baktı ve sonra buyurdu ki:
"Şehirde kecinin etini yiyenler gelsinler. Yoksa onları isimleriyle cağıracağım." Birkac dakika icerisinde cÂmide 27 kişi one cıktı. Hayretler icinde kalmışlardı. SÂbir hazretleri sordu:
"KÂdınızın kecisini, nerede kestiğinizi soyleyin. Yoksa ben soylemek zorunda kalacağım." Hepsi hÂdiseyi inkÂr etmeye başladılar. Mahdûm Ali Ahmed SÂbir, KÂdı Tabrak'la birlikte cÂmiye gelen bir şahsa;
"Keciyi ismiyle cağır." dedi. O da; "Hirmana!" diye bağırdı. O anda yirmi yedi kişinin karnından şoyle bir ses geldi:
"Ben, bunların mîdelerine taksim olundum. Bunlar beni, geceleyin Sadrak kuyusunun kenarında kestiler, artıklarımı ve kemiklerimi taşa bağlayıp, kuyunun dibine attılar. Etimi kızartıp yediler." Bu kerÂmete şÃ‚hid olanlar, SÂbir'in KalyÂr imÂmı olduğunu kabûl ettiler. KÂdı Tabrak ise;
"Bu, buyucudur. Yaptığı kerÂmet değildir, buyu aldatmasıdır." dedi. Zayıf karakterli vÂli Zamvan, fikir değiştirip Mahdûm SÂbir'e;
"Sen bir buyucusun, yaptıkların buyudur." dedi. SÂbir hazretleri:
"Elhamdulillah! Bu fakîr, Resûlullah efendimizin sallallahu aleyhi ve sellem, bir sunnetine uydu. O'na buyucu dedikleri gibi, bize de diyorlar." dedi. Daha sonra cÂmiyi terk ederek, Muhammed GulzÂdî'nin evine gitti. Orada olup bitenleri bir rapor hÂlinde yazarak Alîmullah EbdÂl ile, Ferîduddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine gonderdi.
Alîmullah EbdÂl, Ferîduddîn-i Genc-i Şeker'e raporu verdi. O da bir fetv hazırlayarak, Resûlullah efendimizin mÂnevî tasdîki ile KÂdı Tabrak'a gonderdi. KÂdı Tabrak, fetvÂyı aldığı zaman yırttı ve Ferîduddîn-i Genc-i Şeker'e şoyle yazdı:
"Rehberimiz Kur'Ân-ı kerîm'dir. Uzun zamandır KalyÂr'ın imÂmeti bizdedir. Bunu hic kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirlerinizin bizim icin bir mÂnÂsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imÂmımız olarak kabûl edebiliriz." Mektup ve yırtık fetvÂ, Ali Ahmed SÂbir'e, Safrat isimli kadının hizmetcisi ile getirildi. Cok uzulen AlÂuddîn-i SÂbir, Safrat'a;
"MÂdem ki o, bizim hocamızın fetvÂsını yırtmıştır, biz de onun ismini Levh-il-mahfûzdan yırttık. Ve bugunden îtibÂren bilsin ki, kendisi ve ona tÂbi olanlar, kıyÂmete kadar cezÂlanacaklardır" dedi. AlÂeddîn-i SÂbir, hÂdiseleri aynen Ferîduddîn-i Genc-i Şeker'e iletti. Yırtılmış fetv ve mektup, Ferîduddîn-i Genc-i Şeker'in eline varınca, odasına kapanıp, on uc gun sonra cıktı. KalyÂr vÂlisi Zamvan'a, şoyle bir mektup yolladı:
"Allahu teÂlÂ, sizlere KalyÂr'a vÂli olmak nasîb etti ise, Ali Ahmed'in de imÂm olmasını takdîr eyledi. Kendisini imÂm tanımanız ve itÂat etmenizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmed'in, isimlerinizi Levh-il-mahfûzdan yırttığını bilmiyorsunuz? İmÂmınızı kabûl etmez iseniz, Allahu teÂl size gazÂb eder. Kabûl ederseniz Allahu teÂl ve O'nun Resûlu hoşnûd olur. KÂdı Tabrak ile berÂber, Ali Ahmed'e buyucu demişsiniz. Bunları unutunuz. Benim Ahmed'im, Allahu teÂlÂnın sevgili kullarındandır. Size imÂm olarak vazîfelendirilmiştir.
Bu fakîr ilÂve ederim ki; KÂdı Tabrak, Ali Ahmed'e hurmet ve itÂat etsin. İtÂat etmezse, Allahu teÂlÂya isyÂn etmiş olur. Allahu teÂlÂ, kendine isyÂn edenleri cezÂlandırır. CezÂsının ne kadar acı olduğunu herkes bilir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya luzum yoktur. AlÂuddîn-i SÂbir'in babasının ismi Abdurrahîm'dir. Onun babası AbdulvehhÂb Seyfuddîn, onun babası Gavs-ul-A'zam AbdulkÂdir Muhyiddîn GeylÂnî'dir. Ne yazık ki, evlÂd-ı Resûl varken, siz Kalyar halkı, başkalarının imÂmetini tercih edersiniz. Tovbe ediniz ve Allahu teÂlÂdan korkunuz! Resûlullah efendimizin evlÂdına hurmet, hepimize lÂzımdır. Tekrar ederim, itÂat etmezseniz, hepiniz helÂk olursunuz. Allahu teÂlÂ; "Resûlullah'a itÂat, Allahu teÂlÂya itÂattir." buyuruyor. Şimdi itÂat etmek ve etmemek sizin mesûliyetinizdedir." Ferîduddîn-i Genc-i Şeker, mektubunu muhurledi ve;
"KıyÂmuddîn ZamvÂn'a gotur." dedi. Mektup, KıyÂmuddîn ZamvÂn'a gittiğinde, KalyÂr'ın ileri gelenleriyle berÂber KÂdı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah EbdÂl'e sordu:
"Ferîduddîn hazretlerinin yanından ne zaman ayrıldın?"
"Oğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını KalyÂr'da Mahdûm AliAhmed SÂbir ile kıldım." dedi.
"Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin?" dediler. "Mahdûm Ali Ahmed SÂbir'in kerÂmeti ile. Siz de itÂat ederseniz, sizde de boyle hÂller zuhûr edebilir." dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve KÂdı yine kendi nefsî arzularına uyup, SÂbir hazretlerini kabûl etmediler. Ferîduddîn-i Genc-i Şeker'in mektubunu yırttılar. AlÂeddîn-i SÂbir kendilerine gonderilen mektubu alınca;
"Hocamın mektubunu oku bakalım." dedi. Hocalarının cevÂbı bir cumleden ibÂretti: "KalyÂr sizin kecinizdir. İster sutunu icin, isterseniz etini yiyin."
Hocasından mektupla emri alan AlÂeddîn-i SÂbir hazretleri, Kur'Ân-ı kerîmden bÂzı Âyet-i kerîmeler okudu. Hem semÂya, hem de yeryuzune baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birincisinden daha şiddetli idi. KalyÂr halkı korku icinde idi. Ucuncu def zelzele olduğunda, KalyÂr VÂlisi Zamvan, doğruca KÂdı Tabrak'a gitti:
"Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir?" Bana oyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmed'i kabûl etmeyişimizdir. Butun şehir yerle bir olacak." dedi. Ama KÂdı:
"KalyÂr'da yaşlı bir buyucu kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrat'tır. Yunanlıdır, buyu yapmakta ustune yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir danışalım." dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dorduncu def zelzele oldu. Kadın dedi ki:
"Efendim! Bu buyu, sizin KalyÂr Kutbu zannettiğiniz yeni gelen kimsenin buyusu olsa gerektir. Bana emir verirseniz, buyu yaparak bir değil, birkac def zelzele olur." Zamvan'a inandırmak icin buyu yapıp, zelzele olmuş gibi gosterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının buyusu Zamvan'ı rahatlattı. Cum gunu Mahdûm Ali Ahmed cÂmiye, KÂdı Tabrak ve Zamvan'dan evvel gitmişti. Yanında sÂdece Alîmullah EbdÂl ve BehÂeddîn vardı. MihrÂba gecip oturdu. KÂdı Tabrak gelip;
"Orayı bana boşalt!" dedi. AlÂeddîn-i SÂbir hazretleri;
"Uzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksa, butun şehir halkıyla berÂber helÂk olursunuz. Siz ve sizi tÂkib edenler, kıyÂmet gunune kadar pişmanlık cekerler." buyurdu.
KÂdı Tabrak dinlemeyip reddetti ve; "Neden hep ısrÂr edip duruyorsun? Hic birimiz seni kabûl etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa cıkması icin bir kadın bile tuttuk." dedi. Bu son sozunden sonra Mahdûm SÂbir, mihrÂbdan cekildi. CÂminin acık avlusuna cıktı. Yanında Alîmullah ve BehÂeddîn de vardı. Hic kimse, onlara namaz kılacak yer acmadı. Hatt Allahu teÂlÂnın bu sevgili kulu, cÂminin dış merdivenlerine kadar itelendi. Cum namazı başladı. CemÂat rukûya gitti. AlÂeddîn-i SÂbir hazretleri de rukûya eğildiğinde, Âniden cÂminin duvarları rukûya giderek cemÂatin uzerine yıkıldı. Butun şehir sallandı. CÂminin dışındakiler koşuyorlardı. Musammad GulzÂdî evinden cıkarak, namaz icin gelen oğlunu aradı. Mahdûm SÂbir ona dedi ki:
"Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukta gomulu kaldı. Alîmullah EbdÂl, kendisini getirsin." BehÂeddîn kurtarıldıktan sonra, AlÂeddîn-i SÂbir hazretleri, GulzÂdî'ye buyurdu ki;
"Bir gun icinde, KalyÂr'dan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabÂlarınızı ve arkadaşlarınızı berÂberinizde goturunuz. Allahu teÂlÂnın azÂbı henuz bitmedi." Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. KalyÂr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler uc yere tesir etmedi: 1) Mahdûm SÂbir'in icinde bulunduğu 50 kilometrekarelik saha, 2) Şehîd kabirleri, 3) Musammad GulzÂdî'nin evi. Kalyar, dort gun durmadan sallandı. Allahu teÂlÂnın evliyÂsını inkÂr edenler ve buyucu diyenler boylece cezÂlarını gormuş oldular. 1253'den 1501'e kadar KalyÂr harÂb olarak kaldı. 1501'de KutbulÂlem Abdulkuddûs Gengûhî, (AlÂeddîn SÂbir'in 7. halîfesi) AlÂeddîn SÂbir hazretlerinin kabrine, bugun mevcud olan turbeyi yaptırdı. SÂbir hazretlerinin bu turbesi, Kuzey Hindistanlıların ve Sultan İbrÂhim Lodî'nin ricÂları ile olmuştur. Gecirdiği tahrîbattan sonra KalyÂr, 250 sene daha eski parlak gunlerine geri donemedi. Zelzele olan 24 kilometrekare bolgeye hic kimse giremedi.
KalyÂr fÂciasından sonra, Sultan NÂsıruddîn Mahmûd cok korkmuştu. O zamanlar Delhi'de bulunan Sultan, vezîrini, Ferîduddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine yolladı. Yazdığı iltic yazısı kısaca şoyledir:
"Kıymetli efendim! KalyÂr fÂciasını işittim. Cok muteessir oldum. KıyÂmuddîn Zamvan'a benzemekten korkuyorum. Bu sebeple size sığınıyorum. Lutfedip emir ve tÂlimÂtlarınızı gonderirseniz, onlara gore hareket ederim."Gonderdiği iltica mektubuna karşı, Ferîduddîn-i Genc-i Şeker, sultanın ve Âilesinin ilticÂsını kabûl etti. Ancak KalyÂr'ın harab olmuş arÂzisine kimsenin girmemesini ve Delhi'deki halîfesi NizÂmuddîn-i EvliyÂ'nın teveccuhlerine kavuşup gonlune girmesini tenbih etti."
Şemsuddîn-i Turkî, AlÂeddîn-i SÂbir'in en buyuk talebesidir. Cunku o zaman, KalyÂr'ın zelzele gecirmiş korkulu topraklarına kimse yaklaşamıyordu. Kendisi Turkistan'dan geldiğinde KalyÂr fÂciasından yedi sene sonra, yirmi bir talebe arkadaşıyla AcudhÂn'a gitti. Şemsuddîn'in niyeti, Genc-i Şeker'e talebe olmaktı. Genc-i Şeker ise;
"Şemsuddîn! AlÂeddîn'e git. Sana lÂzım olanı o verecektir." buyurdu. Şemsuddîn ve arkadaşları, KalyÂr'a doğru yola cıktılar. Zelzele sÂhasına kadar geldiler. Oradan iceriye, değil insanlar, kuşlar bile gecmiyordu. CemÂleddîn Ebdal, AlÂeddîn-i SÂbir adına zelzele hudûdunda misÂfirleri karşıladı. Şemsuddîn;
"Bu tehlikeli bolgeye nasıl girecek ve o buyuk velînin ellerini nasıl opeceğiz?" diye sorunca, CemÂleddîn;
"Merak etmeyin, birazdan Alîmullah EbdÂl gelip size yardımcı olacak." dedi. Bu arada Alîmullah EbdÂl geldi ve misÂfirleri AlÂuddîn-i SÂbir'e goturdu. Kendisini cezbe hÂlinde buldular. 22 gun ve gece Mahdûm SÂbir aynı vaziyette kaldı. SÂdece namaz vakitlerinde namazını kılıyor, eski durumuna tekrar geliyordu. Alîmullah EbdÂl, misÂfirlerinin geldiğini soyliyecek bir fırsat bulamadı. Bu zaman zarfında, Şemsuddîn hÂric, diğer butun talebeler AcudhÂn'a donduler. Şemsuddîn, AlÂeddîn Ahmed'in bu zaman dunyÂyı ve kendi fizîkî ihtiyaclarını unutarak, kendinden gecmiş hÂlde kalmasını buyuk bir hayranlıkla karşıladı. Zavallı arkadaşlarının ayrılışından on iki saat sonra AlÂeddîn-i SÂbir kendine geldi ve;
"Şemsuddîn! Seni hocam Ferîduddîn-i Genc-i Şeker gonderdi değil mi?" diye sordu. Şemsuddîn;
"Siz, daha iyi bilirsiniz efendim!" dedi. Sabir;
"Allahu teÂlÂnın guneşi semÂda, bu fakîrin guneşi ise yeryuzundedir." buyurarak, Şemsuddîn'e Şems'ul-Arz, yeryuzunun guneşi unvÂnının verileceğini bildirdi.
Mahdûm Ali Ahmed SÂbir, Şemsuddîn'i talebeliğe kabûl etti. Kendisi ile birlikte uc gun kalmasını, daha sonra Ferîduddîn-i Genc-i Şeker'e gitmesini, vefÂtına kadar onun yanında kalmasını emretti. Sonra yine tefekkure daldı. MuteÂkib uc gun icinde, kendisi ile konuşmak mumkun olmadı. Uc gun sonunda, Alîmullah Ebdal ile birlikte AcudhÂn'a doğru yola cıktılar.
Şemsuddîn, Ferîduddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine, geldiğini soylediği zaman;
"AlÂeddîn-i SÂbir'in hizmetinden neden geri dondun?" buyurdu. O da;
"Size gelmemi emretti efendim!" dedi. O zaman;
"Git, ormandan odun topla ve sat. Nafakanı temin et. Gunduz riyÂzet cekerek nefsini terbiye edeceksin, geceleri ise kendini Allahu teÂlÂya vereceksin." buyurdu. Şemsuddîn dort sene bu işe devÂm etti. BÂzan satacak odun bulamaz aclık cekerdi. Genc-i Şeker'in vefÂtına kadar emredildiği şekilde hareket etti.
Ferîduddîn-i Genc-i Şeker'in vefÂtından sonra, Şemsuddîn, AcudhÂn şehrinden cıkıp KalyÂr'a geldi. Hocası SÂbir'i aynı ağacın altında, aynı şekilde tefekkur hÂlinde gordu. Korkusundan yanına yaklaşamayıp arkasında bekledi. AlÂeddîn-i SÂbir kendisine gelince sordu:
"Şemsuddîn! Geldin mi?"
"Evet efendim! Emrinizi bekliyorum." dedi. AlÂeddîn-i SÂbir, kendi eliyle hırkasını giydirdi ve sarığını Şemsuddîn'in başına koydu ve tekrar tefekkur hÂline dondu. Boylece Şemsuddîn'in hilÂfeti tasdîk olundu.
AlÂeddîn-i SÂbir, zaman zaman murÂkabe hÂlinde aynı ağacın dalına tutunur, sağ eli semÂda, gozleri semÂda tek noktada, oylece dururdu. EzÂn okununca talebesine donerek;
"Şemsuddîn! Dînimiz ne guzel; insanı, Allahu teÂlÂnın huzûruna cağırıyor." der, onu imÂmete gecirirdi. BÂzan;
"Şemsuddîn! Yiyecek bir şey var mı?" diye sorardı. Talebesi ona bir ağacın meyvesinden verirdi. Dudaklarına değdirir ve atardı. Talebesi de onları bereketlenmek icin toplar, saklardı."
AlÂeddîn-i SÂbir, 1285 (H.684) senesinde Şemsuddîn'e altı senelik mucÂhedeye girmesini emretti. Buna "Habs-ı Kebîr" denir ve bir kabrin icinde yapılırdı. AlÂeddîn-i SÂbir de bunu yapmıştı. Şemsuddîn de;
"Başustune efendim!" dedi. Kabrin icine girerek nefsini terbiye etmeye başladı. Bu mucÂhededen cıktığında hocası ona buyurdu ki:
"Şimdi Amber şehrine git. AlÂeddîn-i Hilcî'ye yardım et. Kaleyi zabt edin. Senin yardımın olmadan kaleyi alamaz. Kaleyi aldığınız gun, ben vefÂt etmiş olacağım. Oda 16 Mart 1291 Cum gunu (H.690) nasîb olacaktır."
Şemsuddîn bu sozleri duyunca ağlamaya başladı. Dedi ki:
"Efendim, cenÂze hizmetlerinizi kim yapacak? Nereye defn olunacaksınız? Sizi kabre kim koyacak? Turbeniz nasıl olacak?" Hocası da;
"Hizmetleri siz yapacaksınız. Allahu teÂlÂnın ihsÂnı ve buyuklerimizin rûhÂniyyeti yardımcınız olacak. Gasl ederken vucûduma değmeyeceksin. Gasl esnÂsında gozlerini acmayacaksın. CenÂze hizmetleri kendiliğinden yapılacaktır." buyurdu.
Şemsuddîn, hocasının emrini yerine getirmek icin Amber Kalesine gitti. Amber Kalesinin duşuşunden sonra, askerlerin arasından gizlice ayrıldı. Yolda Alîmullah EbdÂl ile karşılaştı. Alîmullah ağlıyordu. Buyurdukları gibi, AlÂeddîn-i SÂbir'in aynı tÂrihte vefÂt ettiğini oğrendi.
KalyÂr'a vardıklarında, Şemsuddîn, AlÂeddîn-i SÂbir'in kendisine tenbih ettiği gibi gusl abdesti aldırttı. Her iş kendiliğinden oluyordu. Şemsuddîn, hocasının vucûduna dokunmuyordu. CenÂze namazı kılınacağı zaman, Şemsuddîn yalnız olduğunu gorerek cok uzuldu. O sırada SÂbir'e benzeyen bir atlı, dort nala yanına geldi. Yuzunde bir tul, elinde bir mızrak vardı. Şemsuddîn'in yanına gelip;
"Şemsuddîn dikkat et! Namaza daha durma." deyip, atından hemen inerek imÂmete kendisi gecti ve namaza durdular. Şemsuddîn selÂm verdiği zaman, velîlerin ve kutubların, cenÂze namazına iştirak ettiğini gordu. Namazdan sonra cenÂzeyi kabre koydular. SuvÂri atına donduğu zaman, Şemsuddîn;
"Ozur dilerim efendim! Kıymetli hocamın cenÂze namazına katılan sizlerin isminizi oğrenebilir miyim?" diye sordu. SuvÂri, yuzundeki tulu cıkardı ve buyurdu ki:
"Şemsuddîn! Bu cenÂzenin cenÂze namazını, cenÂzenin kendisi kıldırdı." Şemsuddîn, suvÂrinin yuzune baktığında AlÂeddîn-i SÂbir olduğunu gordu ve bayılıp yere duştu.
AlÂeddîn-i SÂbir, Ferîduddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine lÂyık bir talebe, onun tam bir vekîli, her hÂliyle kÂmil bir velî idi. ZÂhirî ve bÂtınî ilimlerde emsalsiz idi. Haramlardan, şuphelilerden, dunyÂya duşkun olmaktan, dunyÂya duşkun olanlarla berÂber bulunmaktan cok uzak, kendi hÂlinde yaşayan biri idi. Allahu teÂlÂnın aşkıyla kendinden gecmiş bir hÂlde bulunurdu. Ettiği du hemen kabûl olunurdu. Ağzından ne du cıkarsa, cenÂb-ı Hak onu kabûl ederdi. Yaptığı duÂnın kabûl edildiği hemen gorulurdu. Her an Allahu teÂl ile meşgûl idi. Bir an O'ndan gÂfil, O'nu unutmuş olmazdı. Oyle yuksek bir velî idi ki, değil insanlar, vahşî hayvanlar ve kuşlar bile hizmetine koşardı. BÂzı vahşî hayvanlar gelerek, kuyruklarıyla dergÂhın onunu supururlerdi. Bunlar, olamıyacak şeyler değildir. Allahu teÂlÂ, evliyÂsından dilediğine boyle ihsÂnlarda bulunur. Buyukluğunu, ustunluğunu anlıyamadığı icin, kendisine îtirÂz eden, bÂzı insanlar oldu ise de, bunlar ceşitli hastalıklar sebebiyle, dayanılmaz acılar cekerek telef oldular. Sonunda, evliyÂya karşı gelmenin cezÂsını dunyÂda iken cekmeye başladılar. Allahu teÂlÂnın velî kullarına dil uzatan, buyukluklerini inkÂr edenlerin sonları, hep boyle felÂket olmuş, ebedî felÂkete suruklenmişlerdir.
AlÂeddîn-i SÂbir, Allahu teÂlÂyı tanıyan Âriflerin buyuklerinden, ilmiyle Âmil, fazîletler sÂhibi, evliyÂlık yolunda cok yuksek mertebelere ulaşmış bir zÂt idi. ZamÂnında bulunan evliyÂnın baş tÂcı, hakîkati arayanların yol gostericisi, zamÂnın susu idi.
AlÂeddîn SÂbir'in vefÂtından sonra talebeleri ve kendisini sevenler, her sene, vefÂtının sene-i devriyyesinde kabri yanında toplanırlar, mubÂrek rûhuna okurlar, buyukluğunu, kerÂmetlerini, kıymetli sozlerini anlatarak eski gunlerini yÂd ederlerdi. Boylece yeni tanıyanların muhabbetleri artardı. Bu sÂyede, her sene Mahdûm SÂbir'in turbesi yanında binlerce insan toplanır. Onun rûhÂniyetinden istifÂde ederlerdi.
Bu vesîleyle, yakın ve uzak yerlerden binlerce ziyÂretcinin toplandığı bir sırada, oralarda su sıkıntısı meydana geldi. İhtiyac kadar su bulmak mumkun değildi. AlÂeddîn SÂbir'in talebelerinden MevlÂn Nûrullah, o gunlerde ruyÂsında hocasını gordu. Kendisine;
"Elde bulunan suyu, dergÂh mescidinin kucuk deposuna doldurun. Oraya Cennet ceşmelerinden su akıtacağız. Boylece susuzluk cekmeyeceksiniz." buyurdu. MevlÂn Nûrullah;
"Peki efendim!" deyip uyanınca soylenileni yaptı. Bundan sonra hic su sıkıntısı olmadı. O kucuk deponun suyu hic bitmedi.
Yine bu toplantılardan birinde, Mahdûm Sabir'in dergÂhında onun menkıbe, kerÂmet, soz ve guzel hallerinin toplandığı Hakîkat-i GulzÂr-ı SÂbir isimli eserden bÂzı kısımlar okunuyordu. ZamÂnın meşhûrlarından bir coğu da orada idi. Yalnız Mahdûm SÂbir'in dergÂhında hizmetci olan biri, kitabın bÂzı yerlerine îtirÂz etti ve îtirÂz mahiyetinde ceşitli sorular sordu. Daha o anda butun vucûdu cuzzÂm illetine, hastalığına yakalandı. Pis pis kokmaya başladı. CemÂattekilerin hepsi, bu hÂdiseye şÃ‚hit oldular ve kendisine;
"Bu, AlÂeddîn SÂbir'in hayatına Âit yazılara olan inancsızlığının cezÂsıdır. O kimse tovbe edip pişman olmasına rağmen, o hÂliyle oracıkta vefÂt etti."
Birgun, Mahraca Lanjit Singh isimli biri, KalyÂr'a gelip dergahı yıkmak uzere, bir grup askerle Delhi'den yola cıktı. HÂce'nin dergÂhına yaklaştıkları sırada, askerlerin hepsinin gozleri bir anda kor oldu. FelÂketin sebebini anlayıp, HÂce Mahdûm'dan ozur dilediler ve onun talebelerinden oldular. Bundan sonra, Allahu teÂlÂnın izni ile hepsinin gozleri acıldı. Eskisinden daha iyi gorur oldular.
Hindistan'ı İngiliz işgÂlinden sonra orada bulunan iki İngiliz ava cıkmışlardı. Avlanırken, HÂce Mahdûm'un dergÂhının yanına kadar geldiler. Avcılardan birisi, orada bulunan bir maymunu, hicbir sebep yokken keyif icin oldurdu. O anda kendisi de oldu. Oteki İngiliz cok korktu. Arkadaşının cesedini bırakarak kacıp gitti.
Hindistan'da bulunan Meşhûr Ganj Nehri uzerinde bir kanal acılacaktı. Kanal planını hazırlamak vazîfesi bir İngiliz muhendisine verilmişti. Bunun hazırladığı plÂna gore kanal, tam HÂce Mahdûm'un dergÂhından geciyordu. İnsanlar bu duruma karşı cıktı. Butun karşı cıkmalara rağmen, İngiliz muhendis, HÂce Mahdûm'un dergÂhının yıkılması plÂnından vazgecmedi. Kendisi, dergahın yakınında bir cadırda kalıyordu. Bir gece yatarken, birden kendisini, cadırın orta direğinde başaşağı olarak asılmış buldu. Gorunuşte, iceri giren ve cıkan olmamıştı. Sabahleyin durumu farkeden yardımcıları kendisini cozduler ve bunun, kendisine, HÂce'yi rahatsız etmemesine dÂir bir îkÂz olduğunu, dergÂhı yıkmak kararından vazgecmesini soylediler. Bu hÂdise uzerine cok korkan muhendis, AlÂeddîn Mahdûm'un dergÂhını yıkmak kararından vazgectiği gibi, her gittiği yerde, ondan hurmetle bahsetmeye başladı.
MevlÂn AbdurrahmÂn Luknevî, Ali Ahmed'in dergahında cile cekiyordu. Cilesi kırk gun surecekti. O gunlerde dergÂhta yemek hazırlanmıyordu. Aclıktan dayanamıyacak hÂle geldiği zaman, AlÂeddîn-i SÂbir'in mubÂrek kabirlerinde, kendi ve arkadaşları icin du etti. Aynı akşam tanımadığı bir zÂt, ismini soyleyerek onu aradı."AbdurrahmÂn benim" dediği zaman;
"Senin ve iki arkadaşın icin yemek getirdim." dedi ve gitti. Yemeği Âfiyetle yediler. Bu zÂt on uc gun muntazaman onlara yemek getirdi. On ucuncu gun dedi ki:
"Şimdi sizin misÂfirliğiniz bitmiştir. Size yarın yemek getirmeyeceğim." O ise bunu AlÂeddîn SÂbir'den bir işÃ‚ret kabûl ederek cilesini bitirdi. Bir gun daha kalıp, KalyÂr'dan PÂni-put'e gitti.
Bedayun'dan Kuli Şah anlatır (Bu kimse ucu yaya olmak uzere, yirmi bir kere hac etmiş cok mubÂrek bir zÂttı):
"Doksan yıl kadar once, yolun tehlikeli oluşu sebebiyle, AlÂuddîn SÂbir'in kabrine ziyÂrete gelinememekteydi. SÂdece her tehlikeyi goze alabilenler gelebilmekteydi. Yiyecek icin herhangi bir tedbir alınmamıştı. Ziyaretciler, yaban eriği, bÂzı meyveler ve civÂrdan toplayabildikleri yiyecekleri yerler, iki veya uc gunden fazla da kalamazlardı. Her Cum gecesinde, bir arslanın dergÂhı ziyÂret ettiği goruldu. Arslan bir kac dakika kalıyor ve ziyÂretcileri ne urkutuyor ne de zarar veriyordu."
Munşî Muhammed HÂn Emblevî anlatır:
"Yatsı namazı icin abdest alıyordum. AlÂeddîn-i SÂbir'in dergÂhında, kabrinin başında, bir arslanı başı onune duşmuş bir hÂlde sessizce oturur gordum. Durumu anlattığım zaman, bir cokları, arslanların sık sık buralara gelip gittiklerini soyledi."
HÂce Şerefuddîn Şah Pûrî, dergaha bÂzan hanımı ile birlikte ziyÂret icin gelirdi. Kendisi bir parca ağır işitirdi. Hanımı diyor ki:
"AlÂeddîn SÂbir'in kabrinde bir arslan gordum. Durumu bilmeyenler kacıştılar. Kocam arslana ne dikkat etti, ne de yerinden hareket etti. Arslan, kabrin onune geldi, edeble birkac dakika bekledi ve cıkıp gitti. Arslan gittikten sonra, efendime durumu soyledim. Bana dedi ki:
"Sen onu ilk def goruyorsun, ben cok defa rast geldim. Mahdûm SÂbir'in kabr-i şerîflerinin onunde hic kimseye zarar vermeye cesaret edemez."
KemÂl ŞÃ‚h isimli bir zÂt anlatır:
"DergÂhı ziyÂretim esnÂsında bir gece ortunup, dergÂhdaki cÂminin avlusunda uyumuştum. Birisinin uzerimdeki ortuyu cekiştirdiğini farkettim. Uyandığım zaman, bir dişi arslan ile yavrularını gordum. Yavrularından birisi, neş'e icinde uzerimdeki ortuyu cekiştiriyordu. Biraz sonra dişi arslan yavrularını topladı. Gorduğum manzaradan korkmuş olduğum icin ortuyu sıkıca orttum. Korku icinde gozlerimi kapadım. Fakat, Elhamdulillah, dişi arslan ve yavruları, dergÂhta hic kimsenin kılına dokunmadan ormana doğru gittiler. Ben de rahat bir nefes aldım."
MevlÂn ZÂhiruddîn Embehtevî anlatır:
"Bir arkadaşım vardı. Demiryolu işcisi idi. Kendisini sevmeyenlerin iftirÂsına uğramıştı. Bana, Mahdûm SÂbir'in hurmetine Allahu teÂlÂya du etmemi soyledi. Ben de du ettim. RuyÂmda Mahdûm SÂbir'in, arkadaşımın duşmanlarınca hazırlanan iftir yazısını yaktığını gordum. Sonra;
"Bu yanlıştır ve yakılmalıdır." buyurdu. Ertesi gun, iftirÂcıların hazırladığı yazı bulunamadı. Netîcede, arkadaşıma hicbir zarar yapamadılar."
SÂlim Ârif isminde bir zÂt, uzun bir zamandır hasta idi. Arkadaşına bir mektupta; Mahdûm AlÂeddîn-i SÂbir'in kabri yanında, hastalığı icin du etmesini istirhÂm ediyordu. Şoyle diyordu:
"Sizler, o buyuklerin kıymetini bir nebze de olsa anlamışsınız. Bizler, onların buyukluğunu anlamaktan cok Âciz insanlarız. Onların merhametleri boldur. Ve herkesce bilinir. Hastalığımdan cok muzdaribim. Kurtulmam icin o mubÂrek kabrin ayak ucunda du buyurmanızı istirhÂm ederim." Daha sonra başından gecenleri arkadaşına yazdığı mektupta şoyle anlattı:
"Ramazan ayı idi. Cok hasta idim. Ateşler icinde yanıyordum. Orucumu ve ibÂdetlerimi cok zor yapıyordum. 13 Mayıs 1955 Cum gunu idi. YÂni sizden mektupla du taleb edişimden bir hafta gecmişti. Cuma namazını kılıp yatağa guclukle ve bitkin bir hÂlde duşup kaldım. Biraz sonra kalbimden elime bir kitap alıp okuyunca iyi olacağım gecti. Kitap okurken Âniden iyileştiğimi hissettim. Hic bir şeyimin kalmaması, tamÂmen iyileşmiş olmam beni hayrete duşurdu ve cok şaşırdım. Birkac gun sonra sizden ikinci bir mektup aldım. Hastalığımın iyi olduğu Cum gunu yÂni 13 Mayıs 1955 gunu Mahdûm SÂbir'in kabrinde du ettiğinizi yazıyordunuz."
BURASI KİMİN KABRİDİR?
1857 senesinde Hindistan'da ayaklanma yatıştıktan sonra KalyÂr'da bulunan bir İngiliz subayı AlÂeddîn SÂbir hazretlerinin dergÂhına geldi. Yanında adamları ve polisler vardı. Ayakkabılarıyla dergÂha girmek istedi. Hizmetci Mansab Ali Han kendisini durdurarak;
"Burası muslumanların mubÂrek velîlerinden birisi olan AlÂeddîn-i SÂbir'in kabridir. Lutfen ayakkabılarınızı cıkarın." dedi. İngiliz subayı sinirinden kıpkırmızı oldu. Vurmak uzere kırbacını Mansab Ali Hana doğru kaldırdı. Tam vuracakken, Mansab Ali Han mÂni oldu. Ofkesinden deliye donen İngiliz, butun hizmetcileri ve ziyÂretcileri yakalamaları icin adamlarına emir verdi. Hepsini isyÂn etmekle ithÂm etti. Hizmetcilerden bÂzıları SÂbir'in kabrine gelip, İngiliz subayını şikÂyet ettiler. Aynı anda İngiliz subayı, mîdesini tutarak inlemeye başladı. Ağrısı gittikce artıyordu. Adamlarına donerek;
"Burası kimin yeridir." dedi. Onlar da;
"Burası, Mahdûm AlÂeddîn-i SÂbir'in dergÂhıdır." dediler. İngiliz subayı yakaladıkları muslumanların serbest bırakılmasını emr ederek;
"Gorunuşe bakılırsa bu zÂtı incittik. Beni Ruurhi"ye (KalyÂr'dan 5 mil mesÂfede bir şehir) goturun." dedi. Oradan ayrıldılar. Fakat İngiliz subayı yolda oldu.
YUZU KOPEK YUZU GİBİ İDİ
AlÂeddîn-i SÂbir'in vefÂtından bir zaman sonra ceşitli hÂdiseler meydana geldi. Bu esnÂda HÂce Mahdûm SÂbir'in kabri bir muddet kayboldu. Yeri belli olmayacak hÂle geldi. Birgun bir kÂfir, oradan gecerken, bir aydınlık gordu. Orası cok parlak gorunuyor, hayvanlar bile o yere saygı gosteriyordu. Mezar kalıntılarından oranın, bir musluman mezarı olduğunu anladı. İslÂmiyete olan duşmanlığının fazlalığı sebebiyle, hemen elindeki demir cubukla, orada bulunan son kalıntıları da dağıtmak icin hucûma gecti. Tam o esnÂda, pencere gibi bir şey gordu. İceride ne var diye bakmak icin pencereden başını soktuğunda, boynunu tekrar dışarı cıkaramadı ve orada oldu. HÂce Mahdûm SÂbir o gece, kendisini tanıyan ve sevenlerden bÂzılarına ruyÂda gorunup;
"Burada bir kopek var. Ondan rahatsız oluyorum. Onu buradan uzaklaştırın!" buyurdu. Gidip baktılar. Orada kafası yere gomulu biri vardı. Cıkardıklarında, o kÂfirin yuzunun kopek yuzu gibi olduğunu gorduler. Bu hÂdiseyi gorenler, buyuklere hakÂret etmenin cezÂsının pek ağır olacağını bir def daha gorup anladılar. Bundan sonra, Mahdûm SÂbir'in kabri uzerine mukemmel bir turbe yapıldı. Bu muazzam turbe uzerine inip cıkan kırmızı bir nûru, uzun zaman herkes gordu. Feyz ve marifet kaynağı olarak etrÂfına nûr sacmakta olan bu muazzam turbe, cok guzel muhafaza edilmiş olarak gunumuze kadar gelmiştir.
__________________
AlÂeddîn-i SÂbir
Peygamberler ve Evliyalar0 Mesaj
●40 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaþam & Danýþman
- Eðitim Öðretim Genel Konular - Sorular
- Peygamberler ve Evliyalar
- AlÂeddîn-i SÂbir