İslÂm Âlimlerinin ve evliyÂnın buyuklerinden. BuhÂr yakınlarındaki RÂmiten kasabasında doğdu. Doğum tÂrihi bilinmemektedir. 1328 (H.728) yılında Harezm şehrinde vefÂt etti.
RÂmiten'de kucuk yaştan îtibÂren ilim tahsîline başladı. Akıl ve zekÂsının parlaklığı, kavrayış kÂbiliyetinin yuksekliği dolayısıyla kısa zamanda ilim yolunda yukseldi. Sonunda herkese ilim sacan, yol gosteren, kalbinden nûr ve hikmet kaynakları fışkıran hazret-i Şeyh Mahmûd-i İncirfagnevî'ye kavuştu. Ali RÂmitenî, ondan mÂnevî yonden cok ustun makamlar elde etti. Ardı arkası gelmeyen vilÂyet, evliyÂlık derecelerine kavuştu. MÂnevî ve maddî ilimlerde kemÂl buldu. Oyle ki, şaşırmışların sığınağı, doğru yoldan ayrılanların rehberi, hakka dÂvet edenlerin buyuklerinden oldu. Boylece, silsile-i aliyye denilen buyuklerin teşkil ettiği, altın halkalar diye isimlendirilen Hak yolu zincirinin on ikinci halkası olma şerefine kavuştu.
HÂce Mahmûd-ı İncirfagnevî hazretleri, vefÂtı yaklaşınca, hilÂfeti Ali RÂmitenî hazretlerine verdi ve butun talebelerini ona ısmarlayıp, emÂnet etti.
Ali RÂmitenî hazretleri Pîr-i NessÂc ve Azîzan isimleri ile şohret bulmuştur. Kendisi ibÂdet ve derslerden sonra boş zamanlarda helÂl lokma kazanmak icin dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi mÂnÂsına Pîr-i NessÂc derlerdi.
Ali RÂmitenî hazretlerine, "AzîzÂn" denmesinin sebebi ise şoyle anlatılır: Bir zaman Ali RÂmitenî'nin evinde iki-uc gun yiyecek bir şey bulunmadı. Evdekiler aclık sebebiyle cok uzuluyorlardı. Gelen misÂfire de evde ikrÂm edecek bir şey yoktu. O sırada Ali RÂmitenî hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genc, pirinc doldurulmuş bir horoz hediye getirdi. "Bu yemeği, sizin ve yakınlarınız icin hazırladım. Eğer hediyemizi kabûl buyurursanız, bizi memnun edersiniz." diyerek yalvardı. Bu nÂzik anda gelen yemekten son derece hoşnud olup, o talebesine iltifÂtlarda bulundu. Bu yemeği, misÂfirine ikrÂm ederek ağırladı. MisÂfir gittikten sonra o talebesini cağırtarak; "Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir Ânımızda imdÂda yetişti. Sen de bizden her ne murÂdın var ise iste! Cunku hÂcet kapısı şu Ânda acıktır." buyurdu. Genc de; "İlimde ve evliyÂlık makÂmında size benzemekten başka bir arzum yoktur. Beni bu hÂle kavuşturmanızı istirhÂm ediyorum efendim!" dedi. Ali Ramîtenî hazretleri; "Cok zor ve yuku ağır bir iş arzû ettin. Bunun yukunu kaldıramazsın. Uzerimizdeki yuk, senin omuzlarına cokecek olursa ezilirsin. İstersen başka bir dilekte bulun." buyurdu. Genc ise; "DunyÂda tek murÂdım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka bir şey beni tesellî etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzu buyurursanız, ona rÂzıyım efendim." dedi. Bunun uzerine Ali RÂmîtenî hazretleri; "PekÂlÂ" buyurup, elinden tutarak berÂberce husûsî halvethÂnesine girdiler. Yuzyuze oturarak, o şahsa teveccuh etmeye başladı. O genc, bir muddet sonra zÂhir ve bÂtında Allahu teÂlÂnın izniyle Ali RÂmitenî'nin derecelerine kavuştu. Fakat aşktan sarhoş olup, kendinden gecti. Oylece kırk gun daha yaşayıp vefÂt etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı icin, iki azîz mÂnÂsında, hazret-i ustÂdın ismi "AzîzÂn" olarak kaldı.
Bundan sonra Ali RÂmitenî hazretlerinin sohbet halkası genişledi. İlim ve tasavvuf talipleri dunyÂnın her tarafından onun huzûruna koşuyorlardı. Herkes bilemediği ve cozemediği suÂllerin cevÂbını ondan soruyordu. Kısaca AzîzÂn hazretleri dunyÂya İslÂmiyeti yayan bir guneş gibi idi.
O, irşÃ‚d, insanlara doğru yolu gosterme makÂmına gelmiş olan talebelerine şoyle nasîhat ederdi:
"İrşÃ‚d işine giren bir kimseye gerekir ki: Once murîdin, talebenin yeteneğini, kÂbiliyetini bile... Bunu bildikten sonra ona zikir telkini yapar, yeteneğine gore onu yetiştirir. Bu bakımdan murîd (talebe) terbiyesi işine girmiş olan tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yuklememelidir. Buna gore murşîd olan zÂt da, murîdin kÂbiliyeti nisbetinde ona zikir telkini yapar."
Ali RÂmitenî hazretleri ile aynı yuzyılda yaşayan buyuk Âlim Rukneddîn AlÂuddevle SemnÂnî zaman zaman Şeyh hazretlerine mektup yazar ve sorular sorardı. Bir gun yine bir talebesi gelerek Ali RÂmitenî hazretlerine, hocasının şu sorulara cevap istediğini bildirdi.
SuÂllerinden birisi şoyle idi: "Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hÂlde, gelenler size gelir. Biz mukellef sofralar, ceşit ceşit yemekler ikrÂm ettiğimiz hÂlde, sizde boyle bir şey yok iken, gene de insanlar sizden rÂzı bizden değillerdir. Bunun sebebi nedir?"
Cevap: Minnet karşılığı hizmet edenler coktur. Hizmetini minnet bilenlerse azdır. Calışınız ki, hizmetinizi minnet bilesiniz. O zaman şikÂyetciniz olmaz.
İkinci suÂl: Duyduğumuza gore, sizi Hızır aleyhisselÂm terbiye etmiş; bu nasıl olmuştur?
Cevap: Allahu teÂlÂnın, zÂtına Âşık oyle kulları vardır ki, Hızır da onlara Âşıktır.
Ucuncu suÂl: İşittik ki, siz gizli zikir yerine acık zikirle uğraşmaktasınız. Bu nasıl olur?
Cevap: Biz de işittik ki, siz, gizli zikirle meşgûl imişsiniz. MÂdemki işittik, demek sizinki de gizli zikir değil. Gizli zikirden murÂd hicbir şeyin bilinmemesi değil midir? Ha gizli zikirle meşgûl olmuşsunuz, ha acık zikirle. İkisi de musÂvîdir.
Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin en buyuk talebelerinden olan Seyyid At zaman zaman Ali RÂmitenî hazretleri ile buluşur goruşurlerdi. Ancak buna rağmen bir gun Seyyid AtÂ'nın dilinden AzîzÂn hazretleri hakkında uygun olmıyan bir soz cıktı. Aynı gun Asya iclerinden gelen capulcu alayları Seyyid AtÂ'nın bulunduğu havÂliyi yağmalayıp, oğlunu da esir alıp gitmişler. Seyyid At başına gelen bu felÂketin, AzîzÂn hazretlerini uzmenin cezÂsı olduğunu anladı, yaptığına pişmÂn oldu. Buyuk bir ziyÂfet hazırladı. Ozur dilemek icin Ali RÂmitenî'yi dÂvet etti. AzîzÂn hazretleri Seyyid'in maksadını anlayıp, ricÂsını kabûl etti ve dÂvetine geldi. Bu mecliste pek cok Âlim ve velî var idi. Sofralar kuruldu. Herkes buyur edildiğinde, Ali RÂmitenî; "Seyyid AtÂ'nın oğlu gelmeyince, Ali bu sofradan ağzına tuz koymaz ve elini yemeklere uzatmaz." dedi ve sonra bir muddet sessiz beklediler. Orada bulunanlar, bu sozun ne demek olduğunu duşunurken, birden kapı calındı, iceriye Seyyid AtÂ'nın oğlu giriverdi. Bu hÂli gorunce meclisten bir feryÂd-u figÂndır koptu. Oradakiler şaşırdılar, dona kaldılar. Gelen gencten, nasıl kurtulduğunu sordular. Genc de; "Şu anda bir grup kimsenin elinde esir idim. Elim ayağım iplerle bağlı idi. Şimdi ise kendimi yanınızda goruyorum. Nasıl oldu, ellerim nasıl cozuldu, beni kim kurtararak on gunluk yoldan yanınıza geldim, hicbir şey bilmiyorum." dedi. Meclistekiler bunun AzîzÂn hazretlerinin bir kerÂmeti ve tasarrufu ile olduğunu anladılar. Herbiri onun talebesi olmakla şereflendiler.
Ali RÂmitenî hazretleri, talebelerinin zaman zaman sohbetlerinde sorduğu suÂllere karşı şoyle buyurdular:
"Allahu teÂlÂ, mumin bir kulunun gonlune bir gecede uc yuz altmış def nazar eder." sozunun mÂnÂsı şudur: "Kalbin, vucûda acılan uc yuz altmış penceresi vardır. Gonul, Allahu teÂlÂnın zikriyle kaynayıp coşunca, Allahu teÂl o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan feyzler ve nûrlar, bu uc yuz altmış koldan butun vucûda yayılır. Boyle nûrların ve feyzlerin yayıldığı bir uzuv, kendi haline gore zevkle ibadet eder, yapılan tÂat ve ibÂdetlerden lezzet alınır."
Buyurdular ki: "Talebenin, maksadına kavuşması icin cok calışması, nefsini terbiye etmek icin cok uğraşması lÂzımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itmînÂna kavuşturup, rûhu kısa zamanda yuksek derecelere ulaştırır. O da; Allahu teÂlÂnın sevgili kullarından birinin gonlunu kazanmaktır. ZîrÂ, onların kalbi, Allahu teÂlÂnın nazar ettiği yerdir."
"HallÂc-ı Mansûr zamÂnında, buyuk murşid AbdulhÂlık GoncduvÂnî hazretlerinin talebesinden birisi bulunmuş olsa idi, elbette ona imdÂd edip, tasavvufun en yuksek makamlarına cıkarır idi. HallÂc-ı Mansûr da o hÂllere duşmezdi."
"Allahu teÂlÂya hic isyÂn etmediğiniz bir dille du ediniz ki, duÂnız kabûl olsun."
"DuÂnızı oyle bir delil araya koyarak edin ki, o gunah işlememişlerden olsun. O delil, Allah dostudur. Onlara tevÂzu ve sevgi gosterin ki, sizin icin du etsinler."
"İki hÂlde kendinizi sakının: Soz soylerken ve yemek yerken."
"Halkı hakka dÂvet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve istidÂdını bilip de ona gore davranırsa, o da oyle!.."
"İbÂdetlere sarılmak ve onları yerine getirmek lÂzımdır. Yerine getirilince de yapılmadı farzetmelidir. Boylece kendini kusurlu bilerek tÂat ve ibÂdete yeniden başlamalıdır."
Bir gun bir kişi huzuruna gelip kalbinin dağınıklığından ve kendisini ibÂdetlere tam veremediğinden bahsetti. Şeyh hazretleri şu şiiri okudular:
Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa,
Kalbindeki duny derdini senden almazsa,
Onun ile sohbetten etmez isen teberrî,
Sana yardıma gelmez azîzÂndan hicbiri.
Ali RÂmitenî hazretleri: "Ey îmÂn edenler, Yuce Allah'a nasuh tovbesi ile tovbe ediniz." meÂlindeki Tahrim sûresinin sekizinci Âyetini acıklarken buyurdu ki; "Bu Âyet-i kerîmede hem işÃ‚ret, hem de mujde vardır. Tovbeden donseniz de tovbe ediniz demesi işÃ‚rettir. Mujde ise tovbenin kabûludur. Cunku Allahu teÂl tovbeyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emretmezdi. Emretmesi kabûl etmesini gosteriyor. Ancak tovbe dilden değil, gercekten kusurunu bilerek kalpten olmalıdır.
Bir gun MevlÂn Şeyh Bedreddîn MeydÂnî hazretleri, Ali RÂmitenî hazretlerine gelerek şoyle sordu: "Allahu teÂl AhzÂb sûresi 41. Âyetinde meÂlen; "Ey îmÂn edenler! Allah'ı cokca zikrediniz." buyurmaktadır. Bu zikirden murad mÂn dil zikri midir, kalb zikri midir?" Ali RÂmitenî hazretleri bu soruyu şoyle cevapladı: "Tasavvuf yoluna ilk girenler icin dil zikridir. İşin sonuna varanlar icin de kalb zikridir. Bu yola ilk giren kimse yuce Allah'ı kendini zorlayarak da olsa zikretmeye calışır. Yolun sonuna varan kimsenin durumu ise oyle değildir. Kalb zikirden etkilenince onun bu etkisi butun bedene varır, hemen her organ zikr etmeye başlar. İşte o zaman cokca zikir başlar. Yine o zaman bir gunluk ibÂdet, bir senelik ibÂdet yerine gecer.
Harezm'de de pekcok talebe yetiştiren Ali RÂmitenî hazretleri 1321 (H.721) veya 1328 (H.728) yılında 130 yaşında iken vefÂt etti. İhtiyac sÂhipleri kabrini ziyÂret ederek, mubÂrek rûhÂniyetinden istifÂde etmektedirler.
Ali RÂmitenî hazretlerinin iki oğlu olup, ikisi de maddî ve mÂnevî ilimlerde soz sÂhibi idiler. HÂce AzîzÂn, vefÂtından sonra bulunduğu yerdeki talebelerle meşgûl olmayı kucuk oğlu İbrÂhim'e bıraktı. Buyuk oğlu da maddî ve mÂnevî ilimlerde cok ileri idi. İnsanlara doğru yolu gosterme vazîfesi, niye buyuk oğluna verilmedi? diye, bunları tanıyanlarda bir duşunce hÂsıl oldu. Buyuk Âlim HÂce Ali RÂmitenî, bu duşunceleri anlayıp buyurdu ki: "Buyuk oğlum bizden sonra fazla yaşamaz. Kısa zamanda bize kavuşur." Gercekten onun vefÂtından on dokuz gun sonra buyuk oğlu da babasına kavuştu.
AzîzÂn hazretlerinin dort buyuk halîfesi olup, hepsi de fazîlet ve kemÂl sÂhibi idiler. Her biri onun vefÂtından sonra, cenÂb-ı Hakk'ı isteyen talebeye ders oğretmekle meşgûl oldular. Dort halîfesinin de adları Muhammed'dir. Birincisi, HÂce Muhammed KulÂhdûz'dur. HÂrezm'de medfundur. İkincisi, HÂce Muhammed HallÂc-ı Belhî'dir. Belh şehrinde medfundur. Ucuncusu, HÂrezm'de medfun olan HÂce Muhammed BÂverdî'dir. Dorduncusu ve halîfelerinin en buyuğu, HÂce Muhammed BÂb SemmÂsî olup, vefÂtı yaklaştığında butun talebelerini yetiştirmesi icin onu vazîfelendirdi. Yerine Muhammed BÂb SemmÂsî hazretlerini vekîl bıraktı.
Ali RÂmitenî hazretleri, Allahu teÂl katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu bildirip bunları şoyle sıralamaktadır:
Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır. 1- ZÂhirî temizlik: Dış gorunuşun temiz olmasıdır. Bu, butun insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, iceceklerin ve kullanılacak butun eşyÂların temiz olmasıdır. 2- BÂtın temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kotuluk duşunmemek, Allahu teÂlÂnın duşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi cenÂb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahu teÂlÂnın nazargÂhıdır. Bu sebeple kalbe duny sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Uzak yoldan gelmiş, sacı sakalı dağılmış, yuzu gozu toz icinde bir kimse, ellerini goğe doğru uzatıp du ediyor. Y Rabbî! diye yalvarıyor. HÂlbuki, yediği ictiği haram, gıdÂsı hep haram. Bunun duÂsı nasıl kabûl olur?"YÂni haram yiyenin duÂsı kabûl olmaz buyruldu. Gonul, kalb temiz olmazsa ibÂdetlerin lezzeti alınamaz, mÂrifete, Allahu teÂlÂya Âit bilgilere kavuşulamaz.
İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin munÂsebetsiz ve uygun olmayan sozleri soylemeyip susması, Kur'Ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i munkerde bulunması, Allahu teÂlÂnın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kacınmayı bildirmesi, ilim oğretmesi gibi. Zîr sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yuzunden Cehennem'e atılırlar." buyurdu.
Ucuncu şart; mumkun olduğu kadar insanlardan uzak durmağa calışmalıdır. Bu sebeple goz, haram şeylere bakmamış olur. Zîr kalb, goze tÂbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır. Nitekim Peygamber efendimiz; "Yabancı kadınların yuzlerine şehvet ile bakanların gozlerine, kıyÂmet gunu ergimiş kızgın kurşun dokulecektir." buyurmuştur. Yabancı kadınlara bakmak haramdır.
Dorduncu şart; oruc tutmaktır. İnsan oruc tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; "Oruc bana Âittir. Orucun ecrini ben veririm. SevÂbı nihÂyetsizdir. Muhakkak, sabrederek olenlerin ecirleri hesapsızdır." buyrulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfte; "Oruc, Cehennem'e kalkandır." buyuruldu. Oruc tutarak gonlu huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hÂsıl etmelidir.
Beşinci şart; Allahu teÂlÂyı cok hatırlamak, ismini cok soylemektir. En fazîletli olan zikir, "LÂ ilÂhe illallah"tır. LÂ ilÂhe illallah diyen kimse ihlÂs sÂhibi olur. İhlÂs; butun işlerini Allahu teÂlÂnın rızÂsı icin yapmak, dunyÂya Âit mal ve makamlardan hevesini kesip Âhireti istemektir. İhlÂslı kimse; "İlÂhî!Benim maksudum sensin, seni istiyorum!" der. Nitekim Resûlullah efendimiz, "LÂ ilÂhe illallah" demenin cok fazîletli olduğunu ve gunahların affedileceğini buyurdu. Allahu teÂlÂ, Kur'Ân-ı kerîmde, AhzÂb sûresinin kırk birinci Âyet-i kerîmesinde meÂlen; "Ey îmÂn edenler! Allah'ı cok zikrediniz." buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak icin devamlı zikretmelidir.
Altıncı şart; hÂtıra yÂni kalbe gelen duşuncelerdir. İnsanın kalbine gelen duşunceler dort kısımdır. Bunlar; RahmÂnî, melekÂnî, şeytÂnî, nefsÂnîdir. HÂtır-ı rahmÂnî; gafletten uyanmak, kotu yoldan doğru yola kavuşmaktır. HÂtır-ı melekÂnî; ibÂdete, tÂate rağbet etmektir. HÂtır-ı şeytÂnî; gunahı suslemekdir. HÂtır-ı nefsÂnî de; dunyÂyı taleb etmek, istemektir. ŞeytÂnî ve nefsÂnî duşuncelerden kurtulmak gerekmektedir.
Yedinci şart; Allahu teÂlÂnın hukmune rız gostermek, irÂdesine teslim olmaktır. Havf ve recÂ, korku ve umid arasında yaşamaktır. Zîr Allah'tan korkan kimse, gunah işlemez. Ayrıca mumin, umitsizliğe de duşmez. Allahu teÂlÂ, umitsizliğe duşmemeyi emretmektedir.
Sekizinci şart; sÂlihlerle sohbeti secmektir. SÂlihlerle sohbet edildiği takdirde, gunahlara perde cekilir, haramlar gozune kotu gorunur.
Dokuzuncu şart; iyi ve guzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahu teÂlÂnın ahlÂkıyla ahlÂklanmaktır. Cunku Peygamber efendimiz; "Allahu teÂlÂnın ahlÂkıyla ahlÂklanınız." buyurdu.
Onuncu şart, helÂl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahu teÂlÂ, Bekara sûresinin yuz altmış sekizinci ayet-i kerîmesinde meÂlen; "Yeryuzundekilerden helÂl ve temiz olanını yiyiniz." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise; "İbÂdet on cuzdur. Dokuzu helÂlı taleb etmektir." Geriye kalan butun ibÂdetler bir cuzdur. HelÂl yemeyen kimse, Allahu teÂlÂya itÂat etme gucunu kendisinde bulamaz. HelÂl yiyen kimse de, Allahu teÂlÂya isyÂnkÂr olmaz. HelÂl ve temiz yer, isrÂf etmez.
GİTMEYE HAZIRIZ
Ali RÂmitenî hazretleri omrunun sonlarına doğru kalbine gelen ilÂhî bir emirle BuhÂrÂ'dan Harezm'e goctu. Harezm'e geldiği zaman sur kapısında konakladı ve o yerin pÂdişÃ‚hına iki talebesini gonderdi.
Talebelerine; "SultÂna gidiniz. Fakir bir dokumacı, şehrinize gelmiştir. MusÂade ederseniz burada kalacak, izin vermezseniz tekrar geri gidecektir, deyiniz. ŞÃ‚yet izin verirse, sultÂnın elinden muhurlu bir vesîka alınız." buyurdu. Talebeleri gidip sultÂna durumu arz ettiler. Sultan boyle bir isteği ilk defa duyduğu icin tuhaf karşıladı. Fakat gelen talebeleri de kırmayarak muhurlu bir vesîka verdi. Bu vesîkayı talebeler hocalarına getirdiler. AzîzÂn hazretleri şehrin kenarında bir semte yerleşti. Her gun işcilerin toplandığı pazara gidip, iclerinden birkac kişiyi alırdı. Onlara gunluk yevmiyelerini sorduktan sonra; "Şimdi abdestlerinizi alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılınız. İkindiden sonra da ucretlerinizi alıp evlerinize donunuz." buyururdu. İşciler, calışmadan oturmak sûretiyle, ibÂdetlerini de yaparak hic işitmedikleri şeyleri oğreniyorlar, akşama doğru ise ucretlerini almayı ganîmet biliyorlardı. Ali RÂmitenî'nin sohbetine bir def katılan kimse, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha AzîzÂn hazretlerinden ayrılamıyordu. Bu durum, butun şehre yayıldı. Herkes Ali RÂmitenî'nin talebesi olmak, cÂna can katan sozlerini işitmekle şereflenmek icin kapısına koştular. Her gun evi dolup dolup boşaldı, duÂsını almak icin herkes birbiriyle yarıştı. NihÂyet bÂzıları, durumu sultÂna şoyle anlattılar: "Şehirde bir hoca turedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun yolunda yuruyor, bir dediği iki edilmiyor. Bir arzusunu, emirmiş gibi yapmak icin yarış ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan secerler de saltanatınızdan olursunuz. Şimdiden cÂresine bakmazsanız, sonu iyi olmaz. Yine de siz bilirsiniz..." Sultan, Ali RÂmitenî'nin şehirden cıkması icin bir ferman yazdırıp adamlarıyla gonderdi. O da gelen adamlara; "Biz, koynumuzda şehre girebileceğimize ve orada yerleşeceğimize dÂir altı imzÂlanmış, muhurlenmiş bir ferman taşıyoruz. Sultan, eğer kendi imzÂsını, muhrunu ve musÂdelerini inkÂr ediyorsa, biz cıkıp gitmeye rÂzıyız." cevÂbını verdi. Bu cevÂbı sultÂna bildirdiler. Sultan, verdiği musÂdeyi geri almak kucukluğune duşmedi. Ayrıca Ali RÂmitenî hazretlerini ziyÂret edip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti, nasîhatlerindeki inceliği iyi anlıyan sultan, onun en onde gelen talebelerinden oldu.
__________________
Ali RÂmitenî
Peygamberler ve Evliyalar0 Mesaj
●61 Görüntüleme