Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri, daha kucuk yaşta iken alnında ruşd ve hidÂyet nûru parlıyordu. ZekÂ, fehm ve anlayışının parlaklığını goren firÂset erbÂbı, onun yuksek bir fıtrata, yaratılışa sÂhib olduğunu soylerlerdi. Babası, onun terbiye ve tÂliminde, ilim oğrenmesi husûsunda cok dikkat gosterdi. Daha kucuk yaşta ilim, mÂrifet oğrenmeye ve ceşitli mahÂretler kazanmağa başladı.Kıymetli omrunu cocukluğundan îtibÂren gÂyet iyi değerlendirip, heb etmedi. İlim ve mÂrifeti yanında ayrıca ceşitli sanat ve mahÂretleri oğrendi. Kendisi şoyle demiştir: "Cocukluğumda İbrÂhim aleyhisselÂmı ruyÂmda gorup, cok iltifÂt ve ihsÂnlarına kavuştum. Yine cocukluğumda hazret-i Ebû Bekr'i ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mubÂrek sûreti karşıma cıkardı. RûhÂniyetini gozumle gorurdum. Bana cok iltifÂtta bulunurdu."
Yine şoyle anlatmıştır: "Cocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmÂm-ı Rabbanî hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda İmÂm-ıRabbÂnî hazretlerinin rûhÂniyetini gordum. Bana oradan kalkmam icin işÃ‚ret etti. Bu hÂli babama soyleyince; "Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifÂde edeceksin." dedi. Allahu teÂl benim tînetime, sunnet-i seniyyeye ittib etme, uyma hasletini yerleştirmiş."
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerinin fıtratında, yaratılışında bir yukseklik, buyukler yolunda ilerlemeye buyuk bir kÂbiliyet, onları sevmek ve muhabbet gosterme husûsiyeti vardı. "Aşk ve muhabbet, benim tînetimin hamurunun mayasıdır." buyurdu. ZamÂnın meşhûr Âlimlerinden onun hÂlini gorenler; "Bu cocuk, aşıkÂne bir mîzÂca sÂhibdir." demişlerdir. Babası ona; "Senin dunyÂya gelişin benim icin cok mubÂrek oldu. Cunku senin doğduğun sene, ben dunyÂya Âit bağlılıkları, dunyÂya duşkun olmayı terkedip, kanÂatı tercih ettim." demiştir.
Kendisi ilim tahsîlini şoyle anlatmıştır: "FÂrisî lisanını ve diğer bÂzı bilgileri babamdan, Kur'Ân-ı kerîmi, tecvîd ve kırÂat ilmini KÂrî Abdurresûl'den, aklî ve naklî ilimleri de zamÂnımızın Âlimlerinden oğrendim. HÂcı Muhammed Efdal'den, tefsîr ve hadîs ilmi oğrendim. On beş yaşında iken kendisinden ilim oğrendiğim hocam HÂcı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice acıldı. Hicbir şeyi okuyup oğrenmekte zorluk cekmedim. Tahsîlimi tamamladıktan sonra, bir muddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefÂt etti. VefÂt etmeden once şoyle vasiyyet etti: "Butun vaktini, kemÂlÂtı, olgunlukları ve ustun dereceleri elde etmek icin harca. Kıymetli omrunu boş şeylerle gecirme." Babamın vasiyetine uyarak, ilim oğrenmeye ve oğrendiğim ilimle amel etmeye devÂm ettim. Bir gece ruyÂmda evliyÂdan bir zÂtı gordum. Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi kulahını başıma koydu." Bu ruyÂdan sonra gonlumde makam ve mevkî arzusu hic kalmadı. Tasavvufa yonelme arzusu iyice fazlalaştı. Bir defÂsında ruyÂmda gaybdan bir ses; "Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidÂyete kavuşması ve onları hidÂyete kavuşturacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!" dedi. Bu ruyÂyı da gorunce tasavvufa yonelip, bÂtın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak icin Seyyid Nûr Muhammed BedÂyûnî'nin huzûruna gittim. MubÂrek yuzunu gorunce mÂrifet sÂhibi bir zÂt olduğunu anladım. Sunnet-i seniyyeye son derece bağlı, dînin emirlerine tam uyan, yuksek ahlÂk sÂhibi bir zÂt idi. Sohbeti kalbe saf veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzûrunda kavuşuyor, olmuş kalb onun huzûrunda dirilip itminÂna eriyor. Hakk'a kavuşmak orada muyesser oluyordu. Beni talebeliğe kabûl etmesini arzedince, istihÂresiz talebe kabûl etmediği hÂlde beni derhal kabûl etti. Feyzleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccuh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gonlum aydınlandı. Cok iltifÂtına kavuştum.
Kısa zamanda Nûr Muhammed BedÂyûnî hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hÂllerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilÂhînin sarmasından, cezbenin cokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, icmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Aclığın şiddetinden ağac yaprağı yemiştim. Vaktim hep kendimden gecmiş bir vaziyette ve murÂkabe hÂlinde geciyordu. Asıl maksada kavuşmayı boylece bekledim. NihÂyet o hÂle geldim ki; "Rabbini goruyormuş gibi ibÂdet et" hadîs-i şerîfinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fen ve bek hÂllerine kavuştum. Buyuklerin tÂrif ettiği maksada, sırr-ı tevhîde yukseldim.
Nûr Muhammed BedÂyûnî, benim hÂllerime bakıp, bana karşı tevÂzu ile, buyuk bir sevgi ve alÂka gosterdi. Bir gun, ikimiz karşı karşıya otururken; "İki guneş karşı karşıya gelmiş, birinin nûrundan diğeri gorulmuyor. Eğer tÂliblerin terbiyesine yonelsen Âlem nûrlanır." buyurdu. Yine bir gun bana; "Sende Allahu teÂlÂya ve Resûlune karşı muhabbet yuksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccuhlerin ile yayılacak. Sana Şemseddîn Habîbullah ismi verildi." buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havÂle etti. Hocamın sohbetine devÂm ederken, havÂle ettiği o talebeleri de yetiştirdim ve hocamın sohbetine bıraktım. Her ne kadar Resûlullah efendimizin zamÂnında bulunup gormekle şereflenmedik ama, Allahu teÂlÂya binlerce şukurler olsun ki, Resûlullah'ın nÂiblerinden olan (O'nun yolunu anlatan) hocam Seyyid Nûr Muhammed BedÂyûnî'nin sohbetinde bulunmakla şeref- lendim. HayÂtın meyvesi, asıl maksad ele gecti. Buyuklerin cok iltifÂtına kavuştum.
Hocam Seyyid Nûr Muhammed BedÂyûnî'nin sohbetine dort sene devÂm ettim. Sonra bana icÂzet verdi. Bana Ehl-i sunnet îtikÂdı uzere olmamı, sunnet-i seniyyeye uymamı ve bidatlerden sakınmamı vasiyet etti."
Hocası Seyyid Nûr Muhammed'in vefÂtından sonra, altı sene Şeyh Gulşenî ve on iki sene Muhammed Efdal veHÂfız Sa'dullah'ın, sekiz sene Muhammed Âbid-i SenÂmî'nin sohbetlerine devÂm ederek tasavvufda Muceddidiyye yolunda yuksek derecelere kavuştu. Ayrıca KÂdiriyye, Ceştiyye, Suhreverdiyye ve Kubreviyye yollarından da icÂzet, diploma aldı. ZÂhirî ve bÂtınî ilimleri oğrendikten sonra insanları irşÃ‚da ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine Âlimler, Âmirler, velîler ve halk devÂm edip ondan feyz aldılar. Mîr Musliman, SenÂullah PÂni-putî, GulÂm KÂki, SeyyidAlîmullah, Seyyid Abdullah Dehlevî gibi buyuk Âlimler ve velîler yetiştirdi.
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri buyurdu ki: "Allahu teÂl bize en olgun aklı, doğru ve keskin goruşu ihsÂn etti. Saltanat işlerinin idÂresi ve memleketin nizÂmı husûsunda, herkesin hÂline uygun en guzel usûlu oğrenmiş idim. Bunun icin zamÂnın meşhûr devlet adamları, alacakları silahları ve diğer muhim şeyleri bizden sorar ve bizden aldıkları cevÂba gore hareket ederlerdi." Yine şoyle buyurmuştur: "Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra bende oyle bir hÂl hÂsıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu ve kalbindekini anlardım. Bulunduğum yolun nûruyla insanların saÂdet veya şekÂvet, (Cennet veya Cehennem) ehli olduğunu, alınlarından okurdum."
NevvÂb HÂn Firûzcenk, Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gununde, uzerinde eski bir elbiseyle gordu. Bu hÂlini gorunce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine; "Biz ne bedbaht insanız ki buyuklerimizden bir zÂt hediye kabûl etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz." dedi. Bu hÂdise uzerine Mazhar-ı CÂn-ıCÂnÂn hazretleri; "Biz, zenginlerden bir şey kabûl etmemeğe, almamağa kararlıyız. Hayat guneşimiz batmaya yuz tuttu, omur bitmek uzere. Şimdiye kadar kabûl etmedik." buyurdu. Sonra NevvÂb HÂn Firûzcenk, otuz bin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabûl buyurmadı ve; "Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız." dedi.
Yine Afgan serdÂrlarından biri, eşrefî denilen uc yuz altın gondermişti. Bunu da kabûl buyurmayıp; "Her ne kadar hediyeyi kabûl etmek lÂzımsa da, mutlak kabûl etmek lÂzım olduğuna dÂir bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlÂs ve ihtiyatla, haram karışmaması icin dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabûl etmiyoruz. Kaldı ki, umerÂnın ve zenginlerin hediye edeceği şeylerin tam helÂlden hazırlanmış olduğu şupheli olanları hic kabûl etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır. KıyÂmet gunu onun hesÂbını vermek zordur. İmÂm-ı Tirmizî'nin, Ebû Berze'den getirerek yazdığı hadîs-i şerîfde Peygamber efendimiz buyurdu ki: "KıyÂmet gunu herkes, dort suÂle cevap vermedikce hesapdan kurtulamayacaktır: Omrunu nasıl gecirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı." Bunun icin cok dikkat etmek lÂzımdır" buyurdu.
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn'a yine devlet adamlarından biri Hindistan'ın meşhûr meyvesi olan "Enbe"den (Hint kirazı) bir mikdÂr hediye gondermiş ve kabûl etmesi icin de cok yalvarmıştı. Bunun uzerine iki tÂne "Enbe" alıp gerisini iÂde etmiş ve; "Bu fakîrin gonlu, bunları kabûl etmek istemiyor." buyurmuştu. Biraz sonra huzûruna bir bahce sÂhibi gelip; "Falan emîr, size gonderdiği enbeleri bizden zulum ile alıp size hediye etti." dedi. Bunun uzerine mazlumun hakkının verilerek, himÂye edilmesini soyledi. Sonra da; "SubhÂnellah, onun getirdiği bu yiyecek bizim bÂtınımıza zararlı oldu." buyurdu. Ondan sonra da malı şupheli kimselerin ikrÂmını hic kabûl etmedi. Yine bu hÂdise uzerine; "Yiyeceklerin en zararlısı kazancları şupheli olan zenginlerin ikrÂm ettiği yiyeceklerdir. Hatt fakirlerin ikrÂmları da şuphelidir. Cunku onlar da, bu yemekleri hazırlamak icin, kazancları şupheli olan zenginlerden borc alıyorlar." buyurdu.
Bir defÂsında bir iftar vaktinde yemek yerken, gÂfil birine Âid olan bir ekmeği talebeleri paylaşmışlar, bir parca da Mazhar-ıCÂn-ıCÂnÂn hazretlerine vermişlerdi. O gece terÂvih namazından sonra yenilen o ekmek sebebiyle, bÂtınlarına tesir edip zarar verdiğini belirterek; "Bu zarardan ancak namaz kılmak ve okunan Kur'Ân-ı kerîmi dinlemekle kurtuldum." buyurdu. Talebesi Abdullah-ı Dehlevî hazretleri bu soz uzerine: "Şupheli bir lokma, onların mubÂrek bÂtınlarında nûr deryalarında boyle bir değişmeye, zarara sebeb olursa bizim hÂlimize ne denir!" buyurmuştur. Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri bu hususta şoyle buyurmuştur: "Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı, tÂat ve ibÂdetin nûrunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanÂatı secmeli. Teslimiyeti ve rızÂyı seciye hÂline getirmelidir. Resûlullah efendimizin; "Allah'ım! Âl-i Muhammed'in rızkını kÂfi gelecek kadar kıl." buyurduğu duÂsına uygun olarak, insan icin lÂzım olan şeyleri yeteri kadar istemelidir.
EshÂb-ı kirÂm da boyle du ederdi. İsrÂfa duşurecek kadar zengin; sıkıntıya, borca duşurecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, olume hazır beklemeli, gonlu başka arzulara bağlamamalıdır. Olum, ilÂhî bir hediyedir. Allahu teÂlÂya kavuşmak ve Resûlullah efendimizin dîdÂrını, mubÂrek yuzunu gormektir."
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri, hocalarına buyuk bir muhabbet ve ihlÂs ile bağlıydı. Bilhassa İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. "Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahu teÂlÂnın rızÂsına kavuştursun! Fakat Allahu teÂlÂnın rızÂsına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zÂtları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahu teÂlÂnın rızÂsına kavuşmak icin en kuvvetli vÂsıtadır." buyurdu.
Mazhar-ıCÂn-ı CÂnÂn hazretleri şoyle anlatmıştır: "Bir def cihÂnın susu ve kÂinÂtın serveri olan Peygamber efendimizi ruyÂda gormekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mubÂrek nefesi yuzume geliyordu. Bu esnÂda susadım. Serhend buyuğunun oğulları, yÂni İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin evlÂdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakîr; "Y Resûlallah, onlar benim pîrimin evlÂdıdır." diye arzettim. "Onlar bizim sozumuzu tutarlar." buyurdu. Onlardan bir azîz, kalkıp su getirdi. Kana kana ictim. Sonra; "Y Resûlallah, hazretiniz Muceddîd-i elf-i sÂnî hakkında ne buyurursunuz?" diye arzettim. "Ummetimde onun bir benzeri yoktur." buyurdu. "Y Resûlallah! İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin MektûbÂt'ı, mubÂrek nazarlarınızdan gecti mi?" dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!" Ben de, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin bÂzı mektuplarında gecen ve Allahu teÂl icin; "O, verÂ-ul-ver sonra yine verÂ-ul-verÂ'dır, yÂni Allahu teÂl otelerin otesidir. Akıl neyi duşunur ve neyi tasavvur ederse O değildir" buyurduğunu okudum. Resûlullah efendimiz bunu cok beğendi ve; "Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifÂdeleri cok guzel buldu. Bu hÂl epey bir muddet devÂm etti. Sabah olunca buyuklerden bir zÂt erkenden gelip bana; "Ben bu gece ruyÂmda sizin bir ruy gorduğunuzu gordum. O ruyÂyı bana anlat!" deyince, anlattım. Cok beğenip, hayret etti. Ben gorduğum bu ruyÂda, Resûlullah efendimizin mubÂrek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamÂmen nûr ve huzur icinde buldum. Uyanık iken ele gecen şeylerden daha cok bereketli olan bu ruyÂnın bereketiyle gunlerce acıkmadım ve susamadım."
Bir gun Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerinin talebelerinden biri huzûruna gelip; "Efendim! Kardeşim, AzîmÂbad'a gitmişti. Sevenlerinizdendir. Bir iftirÂya uğrayıp haksız yere hapsedilmiş. Kurtulması icin du ve teveccuhde bulunmanızı istirhÂm ederiz." dedi. Bunun uzerine Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn bir mektup yazıp, kardeşine ulaştırması icin ona verdi ve; "Bu eline gectikten bir saat sonra hapisten kurtulur" buyurdu. O talebe mektubu kardeşine ulaştırınca, işÃ‚ret edildiği gibi hapisten kurtuldu.
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri, buyuk gunah işlemiş bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre teveccuh eyledi. YÂni hÂtırına başka hicbirşey getirmeyip yalnız onu duşundu. "Bu mezÂrda Cehennem ateşi var. Kadının îmÂnlı olmasında şuphe ediyorum. Rûhuna hatm-i tehlîl, yetmiş bin Kelime-i tevhîd sevÂbı bağışlayacağım. ÎmÂnı varsa affolur." buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevÂbını bağışladıktan sonra; "Elhamdulillah, îmÂnı varmış. Kelime-i tayyibe, tesîrini gosterip azÂbdan kurtuldu" buyurdu.Hadîs-i şerîfde; "Bir kimse, kendisi icin veya başkası icin yetmiş bin adet Kelime-i tevhîd okursa, gunahları affolur." buyruldu.
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerini sevenlerden bir zÂt, bir gun mubÂrek eteğini tutup; "Kızımın bir oğlu olacağını bana mujdelemezsen eteğini elimden bırakmam." dedi. Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri biraz murÂkabeden sonra; "Gonlun hoş olsun! CenÂb-ı Hak senin kızına bir erkek cocuk ihsÂn eyledi." buyurdu.Hakîkaten bu adamın kızının dokuz ay sonra bir erkek cocuğu oldu.
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri talebeleri ile birlikte bir yolculuğa cıkmıştı. Yanlarında azık olarak hic bir yiyecek yoktu. Gittikleri yerde de misÂfir kalabilecekleri bir tanıdıkları bulunmuyordu. Talebeleri bu durumu bildiklerinden merÂk edip; "Bakalım hÂlimiz ne olur?" diyerek yola devÂm ettiler. Her yemek vakti geldiğinde, Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerinin kerÂmeti ile gaybdan onlerine sofra kuruluyordu. Sofra uzerinde ceşit ceşit ve gÂyet nefis yemekler bulunuyordu. Bu nefis yemekleri yiyip yolculuğa devÂm ettiler. Talebeleri hayatlarında oyle guzel ve ceşitli yemekler yememişlerdi. Bu hal, seferlerinden donunceye kadar devÂm etti.
Bir kimse, olusunun azÂbda olduğunu ruyÂda gorup, Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerine magfiret olunması icin du etmesini istirhÂm etti. Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri de du edip; "Allahu teÂlÂ, olunun gunahlarını magfiret eyledi." diye de ona mujde verdi. O kimse tekrar olusunu ruyÂda gorunce, kendisine; "Hazret-i Mazhar'ın duÂsı bereketi ile, azÂbdan kurtuldum." dedi.
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri, şehid olarak vefÂt etti. VefÂtından birkac gun once, bu fÂni dunyÂdan gitme zamÂnının geldiği ve Allahu teÂlÂya kavuşacağı icin bambaşka bir aşk ve şevk icindeydi. O gunlerde ibÂdet ve tÂatlarını daha da artırmıştı. Bir taraftan da talebeleri ve sevenleri akın akın sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve murÂkabeleri buyuk bir huzur hÂli icinde geciyordu. Sohbetleri sırasında huzûrunda toplananlar yuz kişiden ziyÂde olur, bereketlere ve feyzlere kavuşurlardı. VefÂtının yaklaştığı gunlerde talebelerinden Molla Nesîm, memleketine gidip donmek uzere izin istediğinde, bu talebesine; "Artık seninle bir daha goruşeceğimiz mÂlûm değildir!" buyurdu. Bu sozleriyle vefÂt edeceğine işÃ‚ret etmişti. Bunu işiten talebeleri ağlaşmaya başlayıp gozyaşlarını tutamadılar. Yine vefÂtının yaklaştığı gunlerde talebelerinden Molla AbdurrezzÂk'a yazdığı bir mektupda; "Omrum seksen yaşını gecti. Ecelim yaklaştı. Bize hayır duÂda bulun!" diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı mektuplarında da aynı şekilde işÃ‚ret etmiştir.
Yine vefÂtının yaklaştığı gunlerde kavuştuğu nîmetleri dile getirerek ve şukrederek şoyle buyurdu: "Kalbimden her ne gectiyse ve her ne nîmete kavuşmak istediysem, Allahu teÂl onları bana ihsÂn etti. Beni İslÂm-ı hakîkî ile şereflendirdi ve cok ilim ihsÂn etti. SÂlih amel uzere istikÂmet verdi. Buyuklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve kerÂmet ihsÂn etti.Beni dunyÂya duşkun olmaktan ve dunyÂya duşkun olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahu teÂlÂya yaklaşmakta, yuksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın, murşidlerimin coğu şehitlik şerbetini icmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vucûdum zayıf duştu. CihÂd edecek ve boylece şehitliğe kavuşacak gucum, tÂkatim kalmadı. Olumu sevmeyen, istemeyenlere şaşılır. Olum Allahu teÂlÂya kavuşmaya sebeptir. Olum, Resûlullah efendimizi ziyÂret etmeye, evliyÂya kavuşmaya, onların mubÂrek yuzlerini gorerek mesrûr olmaya sebeptir. Olum; Resûlullah efendimiz, HalîlurrahmÂn İbrÂhim aleyhisselÂm, Emîrul-muminîn hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, İmÂm-ı Hasan, Cuneyd-i BağdÂdî, ŞÃ‚h-ı Nakşîbend BahÂeddîn BuhÂrî ve Muceddîd-i elf-i sÂnî İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri ile goruşmeye, onlara kavuşmaya vesîledir. Kalbimde bu buyuklere karşı husûsî bir muhabbet vardır. Onlar zÂhirî ve bÂtınî şehÂdete kavuştular, en yuksek mertebelere ulaştılar."
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri boylece, şehitlik derecesine kavuşmayı cok arzu ettiğini dile getirmişti. Omrunun son gunlerini yaşadığı sıralarda huzûruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 (H.1195) senesinin Muharrem ayının yedisinde Carşamba gecesi kapısının onunde pekcok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından uc kişi ısrarla iceri girmek istiyorlardı. NihÂyet izin alıp iceri girdiler. Bunlar Moğol ve Mecûsî idiler. Huzûruna girince, Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn sen misin?" dediler. Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri de; "Evet benim." buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerine kastedip, oldurmek uzere gelmişlerdi. İclerinden biri uzerine hucum edip hancer vurmaya başladı. Vurulan hancer darbesi kalbine yakın bir yere isÂbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı. Durumdan haberdÂr olan NevvÂb Necef HÂn, sabah erkenden frenk bir tabib gonderdi. Tabibe; "Cabuk gidip bu mubÂrek zÂtı tedÂvî et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısas yapılsın." dedi. Frenk tabib gidip Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerinin yarasına baktı ve geri donup kasden NevvÂb Necef HÂna; "İyileşip kurtulur, başka tabib gondermeye luzum yok." dedi. Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri bu yaralı hÂliyle uc gun daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Ucuncu gun, Cuma gunu idi. Oğle vakti ellerini acıp FÂtiha-i şerîfi okudu. İkindi vaktinde; "Gunun bitmesine kac saat vardır?" buyurdu. Dort saat vardır dediler. O gun hem CumÂ, hem de Aşûre gunu idi. Akşam olunca uc def derin nefes aldı ve şehîd olarak vefÂt etti. VefÂtında ebced hesÂbında tÂrih olarak meÂlen: "Allah'a ve Peygambere itÂat edenler, işte bunlar Allah'ın kendilerine nîmet verdiği, peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle berÂberdirler. Bunlarsa ne guzel birer arkadaş!" buyurulan Nis sûresi 69. Âyet-i kerîmesinden; "UlÂike ma'allezîne en'amellahu aleyhim" kısmı soylendi. Yine Peygamber efendimizin bir hadîs-i şerîfinde; "Methe şÃ‚yÂn olarak yaşadı ve şehîd olarak oldu." mÂnÂsında; "Âşe hamîden mÂte şehîden." buyurduğu kısım ile ebced hesÂbına gore vefÂt tÂrihi soylendi.
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerinin şehîd olarak vefÂt etmesinden sonra, sevenleri, onun buyuk bir kayıb olduğunu ifÂde eden ruyÂlar gormuşlerdir.
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri, İslÂmiyetin yayılması ve insanların hakîkî saÂdete kavuşmaları icin cok ustun hizmetler yapmıştır. Her biri ustun birer cevher olan kıymetli zÂtlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik yapmakla vazifelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları yerlerde insanlara İslÂmiyeti oğretmişler, îmÂnlarının vicdÂnileşmesini sağlamışlardır. Boylece her biri bulunduğu yerde İslÂmiyete uyulmasına, guzel ahlÂkın yayılmasına ve insanların birbirlerine karşı iyi muÂmelede bulunmalarını sağlamışlardır. Onları tanıyıp seven insanlar, onların sebebiyle temiz bir hayat yaşamak ve saÂdete kavuşmakla şereflenmişlerdir.
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri buyurdu ki: "Her kim ki dunyÂya duşkun olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nûrlarına kavuşamaz! Bir kimse dunyÂya duşkun olanlar arasına ihtiyac olduğu kadar karışır ve hÂlis niyetle ve bÂtınî nisbetini muhÂfaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur."
"Duny mel'ûndur ve dunyÂda olan şeylerden Allah icin yapılmayanlar da mel'ûndur. Allahu teÂlÂnın sevgisi ile duny sevgisi bir araya gelmez. Allahu teÂlÂnın rızÂsına kavuşmak icin mÂsivÂyı yÂni Allahu teÂlÂdan başka her şeyi ve butun maksatları terketmek lÂzımdır."
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerinin kendi eshÂbına, talebelerine nasîhatları şoyledir:
"TakvÂnın ve verÂnın, haramlardan ve şupheli şeylerden sakınmanın yolu, Resûlullah efendimize mutÂbeat yÂni tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabûl etmektir. Kendi hÂlinizi, Kitab ve sunnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer hÂliniz, Kitab ve sunnette bildirilen hususlara yÂni dînin emirlerine uygun ise makbûldur. Uygun değilse merdûddur, reddedilecekdir. Ehl-i sunnet ve cemÂat îtikÂdı uzere olmak lÂzımdır."
EVLİYÂYA HURMET
Seyyid GulÂm Ali (Abdullah-ı Dehlevî

DUNYÂ METÂI PEK AZDIR
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri kemÂl derecede zuhd ve tevekkul sÂhibiydi. DunyÂdan ve dunyÂya duşkun olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabûl etmezdi. Kabûl ettiği cok nÂdir olurdu. ZamÂnın pÂdişÃ‚hı Muhammed ŞÃ‚h, vezîri Kameruddîn HÂn ile Mirz CÂn-ı CÂnÂn'a haber gonderip, şoyle dedi: "Allahu teÂl bize oyle bir mulk verdi ki, hatırlarından her ne gecerse hediye olarak gondeririz, yeter ki istesinler." Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri bu teklif uzerine şu cevÂbı verdi: "Allahu teÂl Kur'Ân-ı kerîmde meÂlen; "...Onlara şoyle de; dunyÂnın metÂı pek azdır..." (Nis sûresi: 77) buyurarak dunyÂnın yedi iklimindeki mal ve mulkun az bir şey olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Buyuklerin himmetinin esÂsı ise, ondan uzak durmaktır."
Yine o havÂlinin devlet adamlarından biri, Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri icin bir dergÂh yaptırdı ve butun dervişlerin ihtiyÂcını da karşılıyacağını bildirerek kabûl etmeleri icin arzetti. Fakat Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretleri kabûl etmedi ve; "Bizim icin her yer birdir. Allahu teÂlÂnın indinde herkesin rızkı takdir edilmiştir. Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazînesi sabır ve kanÂat olup, bu kÂfidir." buyurdu.
HAKÎKÎ İLAC
Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfûzÂtı, KelimÂt-ı TayyibÂt denilen kitapta vardır. Mektuplarından biri:
"Kardeşim, zamÂnımız talebesinin zaîfliğinden, evliyÂdan keşf ve kerÂmet istediklerinden ve birinci asrı goz onunde tutmadıklarından bahseden mektubunuz geldi. Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye luzum yoktur. Akıllı ve muhlis kimselerden, bu işe tÂlib olanları kabul etmelidir. Uzulmeyiniz. Allahu teÂl hakîkî hakîmdir. Âl-i İmrÂn sûresi 31. Âyetinde meÂlen; "Ey Habîbim! Onlara de ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tÂbi olunuz. Allah da sizi sever." buyrulması, butun yollardaki sÂliklerin, talebelerin maksadı olan Allahu teÂlÂnın sevgisini ve rızÂsını kazanmağı, Peygamber efendimize tÂbi olmaya bağlı kıldı. O mutehassıs doktor, kulları gaflet ve gunÂh hastalıklarından kurtarmak icin, ilÂc ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları gonderdi. Bu receteyi tatbik edip, uygun ilÂcları alan, perhize riÂyet eden sıhhat ve şif bulur. Kacınan kendini ziyÂn ve telef etmiş olur.
Bu recetenin bir sûreti, bir de hakîkati vardır. Sûreti ile avÂm muslumanları hareket eder. Bu da, îtikÂdını duzelttikten sonra kitab ve sunnete uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karşılığı da Cennet'in nîmetleri ve Cehennem'den kurtulmaktır. Hakîkati ise havassa, seckinlere mahsûs olup, kalblerin nûrlanması, parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiş olan sûret bulunmakla berÂber, riyÂzet ve mucÂhedelerde de vardır. Burada ele gecen, tecellî ve keşflerdir. Sûrete îmÂn ve İslÂm, hakîkate ise ihsÂn denir. Nitekim Hadîs-i şerîfde; "İhsÂn; Rabbine, onu gorur gibi ibÂdet etmendir." buyruldu. Hakîkatsız sûret, derideki hastalıklara cÂre bulmada, cıban ve yaralar uzerine konulan merhem ve ilÂclar gibidir. Yarayı iyileştirir, cıbanı gecirir. Elbette faydasız değildir. Hakîkatın ise, sûretsiz hic faydası yoktur. Belki o hakîkat değil, mekr-i ilÂhîdir. Bundan Allahu teÂlÂya sığınırız.
Hakîkat, temizlemek, yÂni hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri cıkarıp atmak gibidir. Cunku yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, busbutun şif bulmak, bu iki tedÂvinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu acıklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, EshÂb-ı kirÂmın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şif tesirleri yaptığı kolaylıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedÂvî ve ilÂc, Allahu teÂlÂyı cok sevmek, butun gayretiyle Resûlullah'a tÂbi olmak, tÂat ve ibÂdetlerden lezzet duymak ve gunahları cirkin gorup, nefret etmekten başkası değildi. Bu da onlarda kalblerin huzûru ve nefslerin temizlenmesi tesirini yapıyordu. Resûl-i ekremin bereketli sohbeti ve İslÂmiyet recetesinin tatbîki ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda soylenen zevk ve mevÂcidlerden ziyÂde, sûret ve hakîkate son derece riÂyet ve ihtimÂm gosterip, hakîkati koruyan sûreti muhÂfaza edip, keşf ve kerÂmete îtin gostermediler. Bunları kemÂlin, olgunluğun îcÂb ve şartlarından saymadılar.
O hÂlde, tam sıhhate kavuşmak yÂni Muhammedî nisbet isteyen bir tÂlib, Resûlullah'ın sunnetine uymayı, butun riyÂzet ve mucÂhedelerden ustun ve buna Âid olan nûr ve bereketleri, butun feyzlerden efdal bilmelidir. Butun zevk ve mevÂcidlere, bÂtın cemiyyeti ve devamlı huzur yanında değer vermemeli ve bu oz ve hakîkatlerin elde edilmesine sebeb olan buyuğu, Resûlullah efendimizin vekîli bilmeli, ona canla başla hizmet edip, bu yolda, cocuklar gibi, ele gecen ceviz-meviz gibi şeylerle, tatlı olsa da, yetinmemelidir.
Hadîs-i şerîfi ve fıkıh bilgilerini oğreniniz. Âlimlerin sohbetine devÂm ediniz. Amellerinizi Allahu teÂlÂnın habîbi olan Peygamber efendimize ittibÂ, uymak niyetiyle yapınız." (21'inci mektup)
ŞEHÎD OLMAK İSTERİM
EvliyÂnın buyuğu, Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn,
İstifÂde etmişti, binlerce kimse ondan.
Henuz vefÂt etmeden, birkac gun once idi,
Rabbine kavuşmanın, şevk ve sevincindeydi.
Âhirete gocmesi, olmuşken boyle yakın,
İnsanlar, sohbetine, gelirdi akın akın.
Her gun yuzlerce kişi, gelerek o sohbete,
Kavuşuyorlar idi, nûra ve hidÂyete.
Talebesinden biri, sılaya gitmek icin,
Huzûruna gelerek, istedi ondan izin.
Buyurdu: "Gule gule, emÂnet ol Allah'a.
LÂkin goruşemeyiz, senin ile bir daha."
Diğer talebeleri, duyunca bu sozleri,
Ağlayıp, herbirinin, yaşla doldu gozleri.
Ve yine o gunlerde, talebeden birine,
Yazdı ki: "Geldik artık, omrun nihÂyetine.
Bu dunyÂda yapacak, kalmadı bir işimiz,
Yaş, sekseni gecti ve, yaklaştı ecelimiz."
Birkac gun kalmıştı ki, vefÂtına nihÂyet
Talebeyi toplayıp, son def etti sohbet.
Buyurdu ki: "Kalbimden, her neyi gecirdimse,
Ve hangi bir nîmete, kavuşmak istedimse,
Hak teÂl hepsini, eyledi bana ihsÂn,
Her arzûma kavuşmak, oldu kolay ve ÂsÂn.
İslÂm-ı hakîkîyi, nasîb etti nihÂyet,
Verdi sÂlih amelle, istikÂmet, kerÂmet.
Tasavvufta ne kadar, derece varsa eğer,
Rabbimiz herbirini, kıldı bana muyesser.
Elde edemediğim, kaldı ki bir tek makam,
o da, şehîd olmaktır, budur şimdi bana gam.
Kavuştum tasavvufta, makamların hepsine,
Şimdi arzûm ermektir, şehidlik rutbesine.
Hocalarımın coğu, şehÂdet şerbetini,
İcerek bitirdiler, en son nefeslerini.
Ve lÂkin yaşlandım ben, zÂif duştu vucûdum,
Yoktur cihÂd edecek, bir kuvvetim ve gucum."
MazhÂr-ı CÂn-ı CÂnÂn, bu son sozleri ile,
Şehîdlik arzûsunu, getirdi boyle dile.
Son gunleri idi ki, o yer ahÂlisinden,
Huzûruna gelenler, artmıştı eskisinden.
Bin yedi yuz seksen bir, mîlÂdî senesinde,
Ve Muharrem ayının, yedinci gecesinde,
MubÂrek hÂnesinin, onune, bir aralık,
Yabancı kimselerden, doldu bir kalabalık.
Niyetleri kotuydu, bilhassa uc kişinin,
Israr ediyorlardı, iceri girmek icin.
NihÂyet izin alıp, hÂnesine girdiler,
Bunlar Moğol kÂfiri ve mecûsî idiler.
Hem de tanımazlardı, kendisini o zaman,
Sordular ki: "Sen misin, Mazhar-ı CÂn-ı CÂnÂn?"
"Evet, benim." deyince, durmayıp onlar daha,
Hucûm edip hancerle, başladılar vurmaya.
Ağır yaralanarak, yıkıldı yere hemen
Uc gun sonra Rabbine, kavuştu ebediyyen.
On Muharrem Aşûre ve CumÂ, akşam vakti,
O da şehîd olarak, Hakk'a oldu mulÂki.
1) Tam İlmihÂl SeÂdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1108
2) MakÂmÂt-ı Mazhariyye; s.20 vd.
3) HadÂik-ul-Verdiyye; s.201
4) İrgÂm-ul-Merîd; s.58
5) Hadîkat-ul-EvliyÂ; s.118
6) ReşehÂt Zeyli; s.83
7) CÂmiu KerÂmÂt-il-EvliyÂ; c.1, s.129
8) Sefînet-ul-EvliyÂ; c.2, s.343
9) Hadîkat-un-Nediyye; s.16
10) Rehber Ansiklopedisi; c.11, s.295
11) İslÂm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.39
12) KelimÂt-ut-TayyibÂt
__________________