Seyfeddîn MenÂrî, BehÂeddîn-i BuhÂrî'nin yuksek talebelerindendir. ŞÃ‚h-ı Nakşibend bu yuksek talebesine husûsî ihtimÂm ve sevgi gosterirdi. O da, ŞÃ‚h-ı Nakşibend vefÂt edinceye kadar sohbet ve hizmetinden ayrılmadı. ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretleri, vefÂtına yakın bu kıymetli talebesine, kendisinin vefÂtından sonraAlÂuddîn-i AttÂr'a bağlanmasını, onun hizmet ve himmet kanatları altında bulunmasını işÃ‚ret etti. O da hocasının vefÂtından sonra, HÂce AlÂuddîn'in hizmetine girdi.
Seyfeddîn MenÂrî, ilk zamanlarındaHÂceHamîduddîn'den fıkıh ilmi okuyordu.Luzûmu kadar fıkıh oğrendikten sonra, ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretlerinin sohbet ve hizmetine devÂm etmeye başladı. HÂceHamîduddîn ise, fıkıh ilmini ilerletmesi arzusunda olduğundan, onun bu ayrılışını hoş karşılamadı. Hatt onu kotulemeye kadar gitti.
Seyfeddîn MenÂrî şoyle anlatır: "İlk hocamHamîduddîn vefÂt ederken yanında bulundum. Buyuk bir ızdırap icinde idi. Ona; "Cektiğiniz bu acı ve ızdırap nedir? Tahsîl etmeyi bıraktığımızdan dolayı bizleri kotulediğiniz o ilim hazîneleriniz nereye gitti." dedim. Bunun uzerine; "Bizden gonul istiyorlar. YÂni selim kalb istiyorlar. Bizde ise ondan eser yok. IzdırÂbım bundandır." dedi."
Seyfeddîn MenÂrî, o zamanda bulunan himmet ehli velîlerden idi.Bir defÂsında şoyle anlattı: "Eğer insan sıhhatte iken, kalb huzûruna varamıyacak ve ondan bir meleke elde edemeyecek olursa, hastalık vaktinde kuvvetler eksilmeye başlayınca huzûru bulmak son derece zor olur. SÂlihlerin boyle hastaları ziyÂrete gelmesi, hastaya rûhÂnî bir kuvvet kazandırmak icindir. Bu yolda yukseklik iddiÂsında bulunan, bir şey bildiğini zannedip parlak kelimelerle millete vÂz ve nasîhat edenlerin coğunun Âhirete intikÂllerini gayet Âciz ve dağınık gordum. Boylelerinin butun ilimleri, bu muthiş Ânda silinip gidiyor. Elde edilmesi sunîlikle olan bu şeyler, ceşitli hastalıkların hucûmu ve insan tabiatinin zaafı olan olum Ânında hicbir fayda vermiyor. Bilhassa şiddet ve mihnetlerin en buyuğu olan rûhun bedenden ayrılışı zamÂnında sunîliğe hic yer kalmaz." ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretlerinin, Seyfeddîn isminde dort talebesi vardı. Biri mahbûb (sevilen), biri makbûl, biri makhûr (kahra uğramış) ve biri de merdûd (kovulmuş). Burada hÂl tercumesini verdiğimiz Seyfeddîn MenÂrî, mahbûb (sevilen) olanı idi. Makbûl olanSeyfeddîn Hoşkan'ın, ŞÃ‚h-ı Nakşibend'e bağlanması şoyle olmuştu. Seyfeddîn Hoşkan, ticÂret ile uğraşırdı. Bir gun, ticÂret maksadıyla, BuhÂrÂ'dan, Harezm'e geldi. Orada AlÂuddîn-i AttÂr'ın sohbetine kavuştu. Sonra BuhÂrÂ'ya dondu. AlÂuddîn-i AttÂr'dan aldığı feyz ile ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretlerinin sohbetine devÂm etti. ŞÃ‚h-ı Nakşibend'den yolun edeb ve usûlunu oğrendi. Bu yola sımsıkı sarıldı.
ŞÃ‚h-ı Nakşibend'in kahrına uğrayan Seyfeddîn ise, Seyfeddîn BÂlÂhÂne idi. Bu Seyfeddîn ile Muhammed PÂrisÂ'nın amcası HusÂmeddîn Yûsuf Seyfeddîn Hoşkan, gece-gunduz berÂber sohbet edip, birbirinden ayrılmazdı. Seyfeddîn Hoşkan, ŞÃ‚h-ı Nakşibend'in yoluna girince, birgunSeyfeddîn Hoşkan'ın evinde toplandılar. ŞÃ‚h-ı Nakşibend'in yuksekliği, kemÂli uzerinde konuştular. Seyfeddîn Hoşkan, arkadaşlarına, kendilerinin de ŞÃ‚h-ı Nakşibend'in yoluna girmeleri ve buyuk saÂdete ermeleri icin ısrÂrda bulundu. Seyfeddîn BÂlÂhÂne de şoyle anlattı: "Bir gun ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretlerine rastladım. Uzerlerinde yeni bir hırka vardı. Gonlum o guzel hırkaya meyletti. Kalbimden o hırkayı bana verse diye gecirdim. İcimden geceni keşfedip, o hırkayı bana verdi. O zÂtın evliyÂlık yolunda kemÂl derecede olduğuna ben de şÃ‚hidim. Lutfedip bana vÂsıta olun beni ŞÃ‚h-ı Nakşibend'in sohbetine eriştirin." dedi. Bunun uzerine, berÂberce ŞÃ‚h-ıNakşibend'in huzûruna gittiler. Kabûl edilmesi icin yalvardılar. ŞÃ‚h-ı Nakşibend, bu yalvarmaları uzerine onu kabûl etti. Fakat bir muddet sonra, Seyfeddîn BÂlÂhÂne, ŞÃ‚h-ıNakşibend ve birkac talebesi ile berÂber BuhÂr sokaklarından gidiyordu. Birden karşılarına yuksek tanınan, fakat ŞÃ‚h-ı Nakşibend'in ustunluğunu inkÂr eden biri cıktı. ŞÃ‚h-ıNakşibend, yukseklikleri ve yaratılışları îcÂbı o kimseyi gÂyet nÂzik ve guleryuzle karşıladı. İltifÂt etti. Hatt birkac adım da yanında yuruyerek uğurladı. Fakat Seyfeddîn BÂlÂhÂne, ŞÃ‚h-ı Nakşibend geri donduğu hÂlde, birkac adım uğurlama ile kalmayıp, o bid'at sÂhibi kimseyi tÂkib etti. ŞÃ‚h-ı Nakşibend, bu edebe uymayan işten dolayı cok muteessir oldu.Seyfeddîn BÂlÂhÂne geri donunce; "O kimseyi uğurlamakta mubÂlağa gosterdin. Bu hat yuzunden kendini ruzgÂra verdin. Belki BuhÂrÂ'yı da harÂb ettin!" buyurdu. ŞÃ‚h-ıNakşibend'in bu uzuntusunden, Seyfeddîn BÂlÂhÂne o gun oldu. Ozbekistan taraflarından gelen bÂzı kimseler de BuhÂr ve cevresini yağmalayıp, her tarafı harÂb ettiler. Bircok mÂsum insanı da oldurduler.
Diğer Seyfeddîn ise; başlangıcta, ŞÃ‚h-ıNakşibend hazretlerini severdi. TicÂretle uğraşır, butun zamÂnını para kazanmaya sarf ederdi. Bu sebeple kendisinde hasislik alÂmetleri başgostermişti. Bir gun ŞÃ‚h-ıNakşibend hazretlerini, talebeleri ile berÂber evine yemeğe dÂvet etti. ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretleri dÂim yemeğin sonunda tatlı veya meyve yerlerdi. Meyvesiz veya tatlısız ziyÂfetlere ise, latîfe ederek; "Bu ziyÂfetin demi yok" derdi. O gunde yemek yenilip, yemeğin sonunda tatlı veya meyve gelmeyince; Seyfeddîn'e latîfe yollu; "Verdiğin yemek demsiz oldu." buyurdu. Bu soz Seyfeddîn'e cok ağır geldi. Kalbinde ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretlerine karşı bir soğukluk meydana geldi. Bu hÂl, ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretlerine de mÂlûm olunca, uzuldu ve hep parayı hesÂb eden bu Seyfeddîn'e; "Nasıl, on iki bin altın sermÂyen olsa yeter mi?" buyurdu. Meğer, Seyfeddîn'in butun maksadı, on iki bin altın sermÂye sÂhibi olmak imiş. Bundan sonra Seyfeddîn de duny menfaatleri hırsına duşup, sohbetlere gelmez oldu.
Bir gun bu Seyfeddîn'i bir kervan ile giderken, konakladıkları cimenlik ve yeşillik uzerinde yuvarlanırken gormuşler. Duny malına duşkun olmak hÂli onu o kadar kaplamış ki, hem yuvarlanıyor, hem de; "Oh! Oh! Birisine bağlanmamak ne tatlı, ne tatlı!" diye bağırıyormuş. HÂce Ubeydullah-i AhrÂr hazretleri: "Bu Seyfeddîn ne nasîbsiz kimseymiş. HÂce BehÂuddîn gibi bir zÂtın sohbetlerinden ayrılıyor da, bundan zevk alıyor. Boylelerine yazıklar olsun!" buyurdu.
SUYU BAĞLAYAMADIM
Seyfeddîn MenÂrî anlatır: ŞÃ‚h-ıNakşibend hazretlerinin sohbetinden uzaklaştırılanlardan birisi de, kız kardeşimin oğluŞemsuddîn idi. Bir gun ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretlerinin evine, hatırı sayılır misÂfirler gelmişti. ŞÃ‚h-ı Nakşibend bu Şemseddîn'e; "Nehre git de suyu bu tarafa bağla" buyurdu. Şemseddîn emri yerine getirmekte gevşeklik gosterdi. Biraz sonra da gelip, ŞÃ‚h-ı Nakşibend'e; "Vucûdumda bir hÂlsizlik meydana geldi. Su yoluna suyu bağlayamadım." dedi. Bu ihmÂl, ŞÃ‚h-ı Nakşibend hazretlerini cok uzdu. MevlÂn Şems; "Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıtsaydın. Senin icin bu sozu soylemekten daha hayırlı olurdu." buyurdu.
Ondan sonra Şemsuddîn'e bir hastalık musallat oldu. CÂresini bulamadılar. Bir ara benim yanıma geldi. HÂlini anlattı: Kendisine; "HÂce AlÂuddîn-i AttÂr'a git. HÂlini arz et. Senin icin, ŞÃ‚h-ıNakşibend hazretlerine gidip, şefÂat etmelerini ric et! Belki merhamet edip kabahatini bağışlar" dedim. Yeğenim Şemseddîn, AlÂeddîn AttÂr'a gitmeyip, Muhammed PÂrisÂ'ya gitmeyi tercih ederek, onun yanına gitmiş, o da; "Senin derdin bizim tarafımızdan şifÂya kavuşturulamaz. Senin başvuracağın yer, AlÂuddîn-i AttÂr'ın kapısıdır." demiş. Yeğenim Şemsuddîn yine gitmemiş. Gelip olanları bana anlattı. Ben de kendisine; "SanaAlÂuddîn-i AttÂr hazretlerine git demedim mi? Başka yol kalmadı..." dedim. Yine AlÂuddîn AttÂr'a gitmedi.Tekrar Muhammed PÂrisÂ'ya gitti. Bundan sonra, Şemsuddîn oyle hastalandı ki insanları bile tanıyamaz hÂle geldi. Cocuklarının isimlerini bile unuttu. SÂdık talebelerin, şu uc edebe uymaları mecbûriyeti vardır: Hocasına makbûl sayılacak ne hizmet yapsa, bundan dolayı asl gurûra duşmemeli, nefse pay cıkarmamalıdır. Kendisinden makbûl olmıyan bir iş zuhûr etse, umitsizliğe duşmemeli, ayrılmayı asl aklına getirmemelidir. Hocasının verdiği emri muhÂkeme ve munÂkaşa etmeden yerine getirmek icin canla başla gayret gostermelidir."
1) ReşehÂt Ayn-ul-HayÂt (Arabî

2) ReşehÂt Ayn-ul-HayÂt (Osmanlıca); s.110
3) İslÂm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.18
__________________