Kastamonu velîlerinin buyuklerinden. Soyu Resûlullah efendimize uzanmaktadır. Buyuk velî Seyyid Ahmed SiyÂhî hazretlerinin oğludur. 1826 (H.1242) senesinde dunyÂya geldi.

Henuz ana karnında iken, şÃ‚nı yuksek pederlerine butun kemÂlÂtı kendisinde toplayacak bir oğul ihsÂn olunacağı işÃ‚ret olunmuştu. Altı aylık iken beşiğine aks eden parıltıyı kapmak icin mÂsumÂne bir gayret sarfetmesi, Allahu teÂlÂnın lutf u ihsÂnıyla ileride buyuk bir zÂt olacağını belli etmekteydi. Uc-dort yaşlarında iken pederlerinin hatim toplantılarına katılmaya başladı. Bu sıralarda zaman zaman ilÂhî bir aşkla kendinden gectiği gorulurdu.

Babası Ahmed SiyÂhî hazretlerinin dergÂhına giden yolda kışın zaman zaman Serceoğlu yokuşunda kızağa binen cocukları seyre giderdi. Yine boyle bir gunde yolun kuzeyinde bulunan AzizMahmûd HudÂyî hazretlerinin buyuk halîfelerinden Hacı MustafaEfendi hazretlerinin medfûn bulunduğu turbeden cıkan bÂzı kimseler kendisini turbe icine aldılar ve pekcok nîmetlerle gonlunu hoş ettiler. Sonra yine dışarı cıkardılar. Bu olay pekcok kere tekrarlandı. Hatt bÂzan her turlu nîmetin mevcûd bulunduğu o mubÂrek zÂtların yanından ayrılmak istemez, uzunca bir sure iceride kalırdı. Bir def uzun aramalardan sonra anne ve babası kendisini adı gecen turbeden cıkarken gorup cok şaşırmışlardı. Kucuk Ahmed 12 yaşına gelinceye kadar oranın vefÂt etmiş bir zÂtın turbesi olduğunu bilemedi. O nîmetlerle dolu olan bu yeri bir zÂtın hÂnesi zannederdi. Oğrendikten sonra ise bir daha o haller meydana gelmedi. İrşÃ‚d, insanlara Allahu teÂlÂnın emr ve yasaklarını bildirme makÂmına geldiğinde bÂzan neşeli sohbetler sırasında bu vakayı talebelerine naklederdi.

Tahsil yaşına geldiğinde once meşhur kırÂat Âlimlerinden Huseyin Husnu Efendiden Kur'Ân-ı azîmuşşÃ‚nı hatmetti. Babası Ahmed SiyÂhî hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh, hadîs ve kelÂm tahsilinden sonra KeskinzÂde Ahmed Erîb Efendi hazretlerinin sohbetlerine devamla, tasavvuf dersleri aldı.Kara KÂdızÂde Mustafa Efendiden ilm-i ferÂiz ve Mesûdî Efendiden de ilm-i hadîs dersleri aldıktan sonra babası Ahmed SiyÂhî hazretleri kendisine icÂzet, diploma verdi. Ayrıca icÂzetnÂmede pekcok da nasihatler etti.

İcÂzetnÂmenin ozu şu şekildedir:

"...Bu icÂzeti kendi irÂdemle vermeyip velîlerin kutbu buyuk murşid Şeyh HÂlid-i BağdÂdî hazretlerinden îtibÂren nebîlerin sultanı hazret-i Peygamber efendimize varıncaya kadar silsile-i Nakşibendiyye-iHÂlidiyyede isimleri yazılı seyyidler ile hÂcegÂn-ı izÂm hazretlerinin mubÂrek ruhlarından izin ve muvÂfakat aldıktan sonra takdim ettim.

Bundan sonra "Ey kalplerin sevgilisi olan oğlum!" dedikten sonra ozetle şu nasihatları yapmıştır.

"...Âlimlere, tasavvuf ehline, Kur'Ân-ı kerîm ehline hurmet et!Comert ve guler yuzlu ol. Herkese ihsÂn ve iyilikte bulun. Hat ve kusurları affet, gormemezlikten gel. Kendini hic kimseden fazîletli, ustun zannetme. Birisi sana hased ederse, ona mÂni olmak icin kendini zahmete sokma, onun işini Allahu teÂlÂya bırak. Sen kıymetli omrunu Resûlullah efendimizin sunnet-i seniyyesine uymakla gecir. Vakitlerini dînin emirlerine uyarak kıymetlendir. Nefsini dÂim hesÂba cek. DunyÂya sarılmış, ona gonul vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve berÂberlik; gam, keder ve uzuntu getirir. Devamlı Âhiret kardeşlerini ve iyi arkadaşlarını arttırmaya calış. Onlarla her zaman sohbet et. EvliyÂnın buyukleri ve Allahu teÂl ile berÂber ol. Buna gucun yetmezse, Allahu teÂl ile berÂber olanlarla ol ki, seni Allahu teÂlÂya kavuştursunlar."

Ahmed HicÂbî Efendi, 1851' de KeskinzÂde hazretlerinin vefÂtı uzerine İstanbul'a geldi. Burada da tahsîline devamla meşhur Âlimlerden Muneccimbaşı TÂhir Efendiden hikmet, astronomi, eski sadrÂzam Mehmed Ruşdî Paşadan mantık, edebiyat ve HÂzım Efendiden usûl-i fıkıh dersleri aldı.

Bu tahsilleri sırasında Hocapaşa semtindeki Safvetî Paşa DergÂhında ikÂmet ve talebeleri yetiştirme işi ile meşgul olan MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî hazretlerinin daha sağken yerine tÂyin ettiği, kendi yerine irşÃ‚d makÂmına gecirdiği AbdulfettÂh-ı Akrî hazretlerinin sohbetine koştu ve dort sene hizmetinde bulundu. Bu esnÂda tasavvuf mertebelerinde ilerledi.

Ahmed HicÂbî Efendinin calışmasından, gayretinden ve ihlÂsından cok hoşnud olan AbdulfettÂh Efendi, onun kavuştuğu ilim ve irfÂna bakarak, pederleri AhmedSiyÂhî hazretlerinin verdiği icÂzetnÂme uzerine kendisi de bir icÂzetnÂme yazdı.

Boylece Ahmed HicÂbî Efendi, İstanbul'da bulunduğu altı sene icinde bir taraftan buyuk Âlimlerden ilim tahsîlinde bulunurken, diğer taraftan AbdulfettÂh Efendi gibi mukemmel bir yetiştirici elinde tasavvuf yolunda ilerledi ve 1857 yılında Kastamonu'ya dondu. Bir muddet pederlerinin yanında talebelerin terbiyesi ve yetiştirilmesi işi ile meşgul oldu. Abdulazîz Efendi hayatta olduğu halde irşÃ‚d işinin başına Ahmed HicÂbî hazretleri gecti.

Din ilimlerinde emsÂli az bulunan ve fen ilimlerinde bolgede bulunanların hepsinin ustunde yer alan Ahmed HicÂbî hazretleri, 1874 yılından vefÂt tÂrihi olan 1889 yılına kadar bir taraftan talebelerin yetiştirilmesi ile meşgul olurken diğer taraftan husûsî sohbetlerinde zikir yoluyla sevenlerini tasavvuf yolunda ilerletti. Kastamonu ve cevre illerden pekcok talebe onun derslerine koştu. Husûsî halleri, huyları, hareketleri hep Peygamber efendimizin guzel ahlÂkını andırırdı. Yalnız bulundukları veya insanlar arasında olduğu zamanlarda hep Resûlullah efendimizin sunnet-i seniyyesine uyar, insanlara İslÂm ahlÂk ve yaşayışının nasıl yapıldığını gosterirdi.

Kış gunlerini talebelerin terbiyesi, dersleri ve zikr-i ilÂhî ile gecirirdi. Yaz gunlerinde ise bÂzan birkac ay havası guzel, suyu tatlı koy ve kasabalara giderdi. Dağlarda ve kırlarda dolanır, ucsuz bucaksız semÂya, yeryuzune, bitkilere, ciceklere, boceklere bakarak, Allahu teÂlÂnın sınırsız kudret ve azametini duşunur, daha buyuk bir aşkla cenÂb-ı Hakk'ı zikrederdi. Onun her hareketi, her işi, her duşuncesi Allahu teÂlÂnın rızÂsı icin olduğundan ve her ne murÂd etse O'nun rızÂsına uygun bulunduğundan bu seyr ve seyahatlerinde din ve dunyÂsı icin pekcok fayda hÂsıl olurdu.

Bu seyahatleri esnÂsında koy ve kasabalarda goruştuğu ahÂliye hayırlı nasihatlarda bulunur, bilmediklerini oğretir, İslÂmiyete uygun olmayan davranışlardan men ederdi. İlmin yayılması icin mektep, medrese gibi hayır eserlerinin yapılmasını teşvik ederdi. Nitekim bu gayretleri neticesinde, İnebolu kazÂsının Abana nÂhiyesinde bir mekteb-i ruşdiye, bir hamam, Arac kazÂsında bir buyuk cÂmi-i şerîf, bir medrese ve bir mekteb-i ruşdiye ve Taşkopru'nun Ayvalı koyunde bir medrese inşÃ‚ edilmesine bizzat nezÂret etmişlerdir. Ayvalı koyundeki medresenin başına kendi halîfelerinden İsmÂil Efendiyi getirmiştir. BÂzan da dÂmÂdları KeskinzÂdeMolla Efendinin ciftliğinin bulunması hasebiyle Daday kazÂsını teşrif ederlerdi. Burada da bir medrese, bir mekteb-i ruşdiye, misÂfir odaları ve pazar mahallinde pekcok dukkanın bin olunmasına on ayak olduğu gorulmuştur.

Ahmed HicÂbî hazretlerinin seyahatleri ekseriya rûhÂniyetlerinden istifÂde edilecek, feyz alınacak mubÂrek zÂtların turbelerinin bulunduğu mahallere olurdu. Senede bir def Kastamonu'da Ilgaz Dağı eteğinde medfûn Muhyiddîn Beklî SultanBayramî, Kasaba koyunde medfun Dayı Sultan, Merkûse nÂhiyesinde bulunan Sa'deddîn HorasÂnî, Sorkun'da Sekûtî Sultan ve Kure'de Mahmûd ŞÃ‚bÂnî hazretlerinin turbelerini ziyÂret eder ve temiz toprağını koklarlardı.Ne zaman bu mubÂrek makamları ziyÂrete gelseler etraftaki koy ve nÂhiyelerden pekcok ziyÂretciler de toplanır, Allahu teÂlÂnın rızÂsı icin kurbanlar kesilir, fakir fukaraya dağıtılırdı.

Yine bir defÂsında Bekli Sultan hazretlerini ziyÂret maksadıyla turbenin yanına gelmişti. Şeyhin geldiğini duyan pekcok kişi de oraya koştu. Bu sırada turbeye yakın bir koy ahÂlisinden Omer Ağa adında biri yanında bir koyunla geldi. Şeyh hazretlerinin elini optukten sonra; "Efendim burada bir koyun keseceğimi nezretmiştim. Ancak uzun bir sure gectiği halde sozumu yerine getiremedim. Dun gece ruyÂmda Bekli Sultan hazretlerini gordum. Bana, yarın turbesine gelecek muhterem misÂfirleri icin adağımı goturup kesmemi emr buyurdular. Bu sozleri ağlayarak nakleden OmerAğa, orada bulunan herkesi de ağlattı. AhmedHicÂbî hazretleri de Bekli Sultan hazretlerinin dergÂh-ı şerîfleri kapısına:

"ZiyÂretle murÂd almak umidiyle gelen insÂn" diye başlayan şiirini yazdı.

Ahmed HicÂbî hazretleri bu sûretle vilÂyetin pekcok mahallerini gezdikleri gibi, ahÂlisinin cok arzu etmesi uzerine Corum'a da gitti.Burada bulunan velîlerin turbelerini ziyÂretten sonra ilim adamları ile sohbetler etti. Devlet adamları ile goruşup nasihatlarda bulundu. CÂmilerde halka vÂz ve nasihatlarda bulundu. Corum'dan İstanbul'a gelen Ahmed HicÂbî hazretleri burada hocalarını ve dostlarını ziyÂret ettikten sonra Bursa'ya gecti. Bursa'daki butun mubÂrek zÂtların turbelerini, makamlarını, medrese ve cÂmileri ziyÂretten sonra deniz yoluyla Sinop'a geldi. Seyyid BilÂl hazretlerinin mubÂrek rûhunu vesîle ederek cenÂb-ı Hakk'a du ve niyazda bulundu, sonra Kastamonu'ya dondu.

Seyyid Efendi sûreten zamÂnında nÂdir denilecek kadar guzel, fazîlet ve irfÂn ile suslu, guzel fikirleri kendinde toplamış bir kimseydi. İfÂdesi tatlı ve guzel olup, şiir ve yazı sanatında kÂbiliyeti pek yuksekti. Tefsirdeki iktidar kÂbiliyeti herkesi hayran bırakırdı. Nasihatlarından feyz ve ibret almak icin pekcok ilim ve devlet adamı kendisine gelir sohbetlerine katılırlardı.

1872 senesinde Kastamonu vilÂyeti vÂliliğinde bulunan, sonra yine orada vefÂt ederek Şeyh ŞÃ‚bÂn-ı Velî hazretlerinin turbesinde defnolunan Pertev Paşa, AhmedHicÂbî Efendinin muhib ve bağlılarından idi. Nitekim bu aşk ve muhabbetle onun hakkında;

Severim zÂtını bî-reyb u riyÂ
İntisÂb eylediğim gunden tÂ
Buna şÃ‚hid tutarım Allah'ı
Seyyidim muhlisim vallahi.

mısralarını soylemiştir.

Bağdat vÂlisi Sırrı Paşa hazretlerinin deAhmed HicÂbî hazretlerine yazdığı pekcok bağlılık mektupları vardır.

Ahmed HicÂbî hazretleri 1878 senesinde babasının turbe bahcesi icerisinde bir kutuphÂne ile ona bitişik bir dershÂne yaptırdı. O tÂrihten îtibÂren Temmuz, Ağustos ve Eylulden başka aylarda Cum gunleri ŞifÂ-i Şerîf kitabını okutmaya başladı. O sohbet ve derslerin bereketiyle kalpler şif bulur, hep iyi duşunce ve niyetlerle dolar, ibÂdetlerde ihlÂs hÂsıl olurdu.

Ahmed HicÂbî hazretlerinin, yaz ve kış Nasrullah CÂmii şerîfinde sabah namazını ed eyledikten sonra civarda bulunan medreselerde din ve fen ilimleri ile meşgûl olmaları Âdetleri idi. Cum gunleri dergÂhta bulunup talebelerin yetiştirilmesi ve Kur'Ân-ı kerîm kırÂati ile meşgul olurdu. RamazÂn-ı şerîfte haftada bir gun Nasrullah CÂmiinde ikindi namazından sonra ve Cum gunleri namazdan sonra Şeyh ŞÃ‚bÂn-ı Velî hazretlerinin dergÂh-ı şerîflerinde vÂz ve nasihat ederdi. Bu vÂz ve nasihatlar muslumanlara uzun bir sure colde susuz kalmış kimselere su vermek gibi idi. Kalpleri Allahu teÂlÂnın aşkı ile dolardı. Nefisler aradan kalkar, herkes yaptığı her işi Allahu teÂlÂnın rızÂsı icin yapardı. Onun kalpleri ve gonulleri feyz ve nurlarla dolduran bu sohbetlerinden istifÂde edebilmek icin vÂzlarına aşırı hucum olurdu. Bu sırada diğer cÂmilerde ders veren hocaların derslerine kimse gelmedi. Ahmed HicÂbî hazretleri bu durum uzerine Nasrullah CÂmiindeki vÂzlarını terk etti. Ramazanın dort CumÂsında ise şeyhi dinleyebilmek icin oraya can atarcasına acele giden birkac bin ahÂli sozlerinden istifÂde etmeye gayret ederdi.

Dergahta sohbet ettiği zamanlarda ise icerisi tamÂmen dolduğu gibi, dışarıda pencerelerin etrÂfında muslumanların yanısıra hıristiyanlar da şeyhi gorebilmek icin toplanırlardı. VÂz ve nasihatı fevkalÂde tesirli olup, dinleyenler ne kadar katı kalpli olursa olsun, mubÂrek sozlerini işitince yumuşar ve urperirlerdi. Ne kadar donmuş, katılaşmış bir kalbe sÂhib olurlarsa olsunlar birkac damla gozyaşı dokmekten kendilerini alamazlardı.

Seyyid HicÂbî hazretlerinin sozleri pek tatlı, ifÂdesi cok acıktı. En ince bir ilmî meseleyi, en muhim bir fennî faydayı hic hoca gormemiş bir ummîye bile anlatmakta gucluk cekmezdi.

Seyyid Ahmed HicÂbî hazretleri 1889 senesinde hastalığının artması uzerine daha ziyÂde inzivÂyı, koşesine cekilip Allahu teÂlÂyı zikretmeyi arzu eder oldu. Geceleri uyumaz, namaz ve zikir ile meşgul olurdu. Kendilerinde yirmi senedir bulunan kalp hastalığına muptel oldukları halde, asl ve katiyyen hastalıklarından bahsetmez ve soranlara; "Rabbimizin keremine şukrolsun, Âfiyetteyim." cevÂbıyla mukÂbele ederlerdi. Vucutlarında gorulen aşırı halsizlik sebebiyle RamazÂn-ı şerîfte oruc tutmasının hastalığı arttıracağı tabibler tarafından ihtar olunduğu halde; "Boyle bir mubÂrek aya ulaştık. Şimden sonra bizim icin nasip, kısmet mukadder değildir. Borclu gitmeyelim." cevÂbını vererek orucunu tutmaya başladı ve Allahu teÂlÂnın verdiği kuvvet ile tamamladı. Bir yere gitmek icin kendisinden izin istemeye gelen dostlarına; "Geri donersiniz. Amma beni bulamazsınız. Hakkınızı helal edin." derdi.Şeyhin hastalığı ve bu sozleri, sevenlerini ve talebelerini buyuk bir uzuntuye ve eleme garketti. Ayrıca bu hususta pekcok işÃ‚retler ve ruyÂlar goruyor bunlar kederlerini daha da artırıyordu.

Nitekim sevenlerinden birisi ruyÂsında gÂyet guzel bir bahceye girerek tesÂduf ettiği meyve ağaclarından yemek ve şırıl şırıl, billur gibi akan nehir sularından icmek istediğinde; "Bu Seyyid Efendi hazretlerine mahsustur." cevÂbını alması uzerine hayretle uyandığını anlattı. Bu haberler şehirde yayılıp herkes tarafından duyuldukca onun mubÂrek eşiğine son defa yuz surebilmek ve duÂsını alıp helalleşebilmek icin saÂdethÂnesine buyuk bir hucûm oldu. Ancak onların icine duştukleri bu uzuntulu hallerine dayanamayan Şeyh hazretleri bulundukları hucreye haberleri olmaksızın kimsenin konulmamasını istediler. Hastalığının cok şiddetlendiği bu halde bile Allahu teÂl hazretlerine şukur ve sen etmekten ve yanına girenlere nasihatte bulunmaktan geri durmazlardı.

Seyyid HicÂbî hazretleri bir muddet sonra Tosya'da bulunan ulemÂdan MÂhir Efendinin gelmesi icin haber gonderdi. Haberi alanMÂhir Efendi on iki saatlik mesÂfeyi sekiz saatte alarak huzur-ı saÂdetlerine ulaştı. Seyyid hazretleri ona bakarak; "Molla MÂhir goruyorsun. Biz pazarlığı ilerlettik. CenÂb-ı Hakk'ın emrini bekliyorum. Vasiyetlerimin yerine getirilmesine dergÂh ve medresenin memuriyetine ve talebelerin yetiştirilmesine gayret ve himmet et. Benim icin muteessir olma.Aradığım bu gun idi. Hemen olum hÂlimizin guzel ve kolay olması icin du edin." buyurdu.

Sonra dÂmÂdı KeskinzÂde'ye kutuphÂnedeki emÂnetler icerisinde bulunan ve muhterem pederlerine MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî hazretleri tarafından ihsÂn edilen yeşil tÂcın tabutları uzerine konulmasını, kabirlerinin pederlerinin kabrinden kucuk yapılıp suslu olmamasını ve dergÂha hizmeti terk etmemesini vasiyet ettiler.

Cum gunu oğleden sonra yanlarına girmekte olan hanımlarına, kızlarına ve hizmetcilerine hitÂben; "Bizim etrafımız artık mukaddes ruhlar ile doldu. Cok dikkatli hareket edin ve cok seyrek olarak girip cıkın." buyurdu. İkindiye yakın abdest alarak ağızlarına bundan boyle duny nîmetlerinden bir şey almayacaklarını ve Rabbi teÂl ile meşgûl bulunacaklarını beyÂn buyurdular. O gece beş-altı senedir dergÂhın imÂmlık vazîfesini goren HÂfız Emin Efendi ile HÂfız Sûzî Efendi iki taraftan nobetle sabaha kadar Kur'Ân-ı kerîm okudular. AhmedHicÂbî hazretleri seher vakti Âhirete irtihÂl eyledi. Pederinin turbesine defnolundu.

Sabahleyin Şeyhin ağır hastalığından ve vefÂtından haberi olmayan pekcok ulem ve fukahÂnın dergÂhta toplandıkları goruldu. Bunlardan bÂzıları şoyle anlatmıştır:

"Gece ruyÂmızda başlarındaSeyyid HicÂbî hazretleri olduğu halde evliyÂullahtan bir cemÂatin atlı olarak yol aldığını gorduk. Nereye gittiklerini sorduğumuzda Seyyid HicÂbî hazretleri, Hicaz'a gittiklerini ve kendilerinin de acele etmeleri gerektiğini soylediler. Bu sozlerini Seyid HicÂbî hazretlerinin hastalığının ağırlaştığına yoran dostları erkenden haneye geldiklerinde Şeyh'in vefÂt ettiğini gorduler.

İki kişi de ruyÂlarında Resûlullah efendimizi gorduklerini ve Seyyid Efendinin dergÂhına gittiğini haber verdiklerini bildirdiler.

Seyyid Ahmed HicÂbî hazretlerinin ahlÂkı, tavırları halleri ve işleri hep İslÂmiyete uygundu. MubÂrek huzurlarına ne kadar gam ve keder ile varılmış olsa hikmet-i ilÂhî nazarlarında gorulen nûr sebebiyle gelenler kederlerini unutur, ferahlar ve rahatlardı. Fakir ve fukarÂnın yardımcısı idi. Kimsenin bilmediği ve duymadığı felÂkete duşen nice kimselere elini uzatırdı. Kastamonu vilÂyetinde ve cevresinde onun nîmetini gormemiş kimse yok gibiydi. Kahkaha ile guldukleri gorulmemiş, konuşmalarında da ağzından kotu soz cıktığını kimse işitmemişti. Bir fincan kahve hakkını muhÂfaza eyler ve nîmetini yedikleri zevÂta pek ziyÂde hurmet ederlerdi.

Ders vermekte kaldıkları ve seher vakitlerinde Kur'Ân-ı kerîm tilÂvetinde bulundukları dershÂnelerin inşÃ‚sı bitmiş her şeyi noksansız tamamlanmıştı. İcerisini goren Seyyid HicÂbî hazretleri; "Elhamdulillah her şey tamam oldu. SÂdece saatimiz noksan kalmış." diye soylendiler. Talebeleri ne sûretle temin edebilecekleri husûsunda muzÂkere ederken; "Allahu teÂl gonderir." buyurdular.

Birkac gun sonra mÂliye ÂzÂsından Hacı Ârif Efendi tarafından bir İngiliz saati ile bir mektup geldi. Hacı Ârif Efendi mektubunda; "Bu saati on-on beş sene once almıştım, şimdiye kadar yanımda bulundurduğumun sebebi bir yere vermekti. Ancak niyetim gercekleşmedi. Şimdi Kastamonu'da inşÃ‚ buyurduğunuz dershÂneye vakf olunması dileğimizdir." diyerek durumu şeyhe arz ile, du istirhÂm ediyordu.

NE YAZILI?

Ahmed HicÂbî hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve Sivas vÂliliği yapmış olan Memduh Bey şoyle nakletmektedir:

"Bir gun huzûrunda Bursa'ya gittiğimi soylemiştim. Mukaddes makamları ziyÂret edip etmediğimi sordu. Butun evliy ve ulemÂnın turbelerini ziyÂret ettiğimi bildirdim. Molla Husrev'in taşında ne yazılı olduğunu suÂl ettiler. Garip bir tesÂduf olarak Şeyh hazretlerinin taşındaki yazı hoşuma gitmiş, nazar-ı dikkatle okumuştum.

"Menba'-ı ilm u huner
VÂris-i ulûm-ı hazret-i hayru'l-beşer
Neyyir-i hurşîd eser
SÂhibu'd-durer ve'l-gurer
MevlÂn Muhammed Husrev."

yazılı idi. Kendisine okuyuverdim. Sonra; "Gordun mu! Şeyh hazretlerinin kabir nişanı olan mezarının taşı bile onun vasıflarını kıyÂmete kadar muhÂfazaya, senin gibi pekcok ziyÂretcinin kalbine nakşa calışırken; ilmî eserlerini takdir eden hÂfızalar şanlı nÂmını, ulu kadrini kıymetini nasıl unutabilir! İlim tahsîli icin butun gucunu, kuvvetini ve hayat sermÂyesini sarfetmek icin bir buyuğe hizmetci olmak isteyen o taşın hÂli sana ders ve ibret olsun." buyurdular.

1) Tehassur (M.Zuhdi, DerseÂdet, 1308); s.22-60
__________________