Mısır'daki EvliyÂnın buyuklerinden ve ŞÃ‚fiî mezhebi fıkıh Âlimi. İsmi, Abdulazîz bin AbdusselÂm, kunyesi Ebû Muhammed'dir. Lakabı İzzeddîn ve SultÂn-ul-UlemÂ'dır (Âlimlerin sultÂnı). 1182 (H.578) senesinde doğdu. 1262 (H.660) senesinde KÂhire'de vefÂt etti. KÂhire'deki KarÂfet-ul-kebîr Kabristanına defnedilmiştir.

Ver ve takv sÂhibi haramlardan ve şuphelilerden cok sakınan ve Ârif bir zÂt olan İzzeddîn bin AbdusselÂm, fıkıh ilmini Fahreddîn bin AsÂkir'den; usûl-i fıkhı Seyfeddin-i Âmidî'den; hadîs ilmini Ebû Muhammed bin Ebû KÂsım bin AsÂkir, Abdullatîf bin İsmÂil el-BağdÂdî, Omer bin Muhammed, Hanbel bin Muhammed, KÂdı Abdussamed bin Muhammed'den ve bircok Âlimden oğrendi. BerekÂt binİbrÂhim'in sohbetlerine devÂm etti.

Kendisinden ise; İmÂm AlÂeddîn Ebû Hasan el-BÂcî, TÂcuddîn İbn-ul-FirkÂh, HÂfız Ebû Muhammed DimyÂtî, HÂfız Ebû Bekr Muhammed bin Yûsuf bin Mesdî, İbn-i Dakîk-ul-Iyd, Ebû Ahmed AbbÂs ed-DışnÂviyyû, Ebû Muhammed HibetullahKıftî ve bircok Âlim ilim oğrenip, hadîs-i şerîf rivÂyet etti.

İzzeddîn bin AbdusselÂm, ilim oğrenmek icin gittiği Şam'da bir sure kaldı. Orada GazÂliye ve başka medreselerde ders verdi.Emevî CÂmiine imÂm ve hatîb tÂyin edildi. İmÂm ve hatîb olduğu sure icerisinde, daha onceki imÂm ve hatîblerin yaptığı bid'atleri, dînimize sonradan ibÂdet olarak sokulan şeyleri ortadan kaldırmaya calıştı.

İzzeddîn bin AbdusselÂm, Şam'dan ayrılarak KÂhire'ye gitti. Mısır sultÂnı SÂlih Necmeddîn bin KÂmil, onunla sohbet etti ve ona cok ikrÂmda bulundu. Sultan SÂlih, İzzeddîn bin AbdusselÂm'ı once Amr bin Âs CÂmiine hatîb ve daha sonra Mısır kÂdılığına tÂyin etti. KÂdılığı sırasında Mısır'da, vezîr Fahreddîn Osman, cÂminin yanına davul calınacak bir yer inşÃ‚ edilmesini emretti. Bunu haber alan İzzeddîn bin AbdusselÂm, oranın inşÃ‚sını durdurdu. Buna rÂzı olmayan vezîr, derhÂl İzzeddîn bin AbdusselÂmı gorevinden azletti. SultÂnın ağzından halîfe Mu'tasım'a bu durumu anlatan bir mektup yazıp gonderdi. Halîfe Mu'tasım, mektubu getirene; "Bunu sana sultan mı verdi?" diye sorunca, o da; "Hayır, vezîr Fahreddîn verdi." dedi. Bunun uzerine halîfe; "İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın soylediği doğrudur. Hemen o cÂminin yanındaki davul calınacak yeri iptÂl edin." dedi. Halîfenin emri uzerine, oraya davulhÂne yapılmadı. Daha sonra Sultan SÂlih, KÂhire'de Kasreyn ile Ma'rûf arasında olan bir yere SelÂhiyye Medresesini inşÃ‚ ettirdi ve İzzeddîn bin AbdusselÂm'ı oraya ŞÃ‚fiî mezhebi fıkıh kursusune muderris tÂyin etti. Burada bir cok kimseye fıkıh bilgilerini oğretti. İzzeddîn bin AbdusselÂm, Mısır'a gelmeden once, fıkhî konularda fetvÂları sÂdece Abdulazîm Munzirî verirdi. İzzeddîn bin AbdusselÂm, Mısır'a gelince, Abdulazîm Munzirî fetv vermedi. Kendisinden fetv istiyenleri, İzzeddîn bin AbdusselÂm'a gonderdi.

Bir bayram gunu İzzeddîn bin AbdusselÂm, sultanla bayramlaşmak uzere saraya gitti. Saraya girince, butun herkesin sultanla bayramlaşmak icin hazır bulunduğunu, Âmirlerin ve ulemÂnın, sultanın onunde yerlere kadar eğildiğini gordu. İzzeddîn bin AbdusselÂm, sultÂnı, bir tÂzim kelimesi olmadan ismi ile cağırarak; "Y Eyyûb! Allahu teÂl kıyÂmet gununde sana; "Sana butun Mısır memleketini verdim. YÂni seni oraya sultan yaptım. Sen ise, hukmun altındaki topraklarda icki satılmasına musÂade ettin derse, o zaman senin tutanağın ne olacak?" diye sordu. Sultan Eyyûb; "Sen bunu gordun mu?" diye sorunca, İzzeddîn bin AbdusselÂm; "Evet, falan yerde, falan dukkÂnda acıktan acığa icki satılıyor ve daha başka bircok kotu işler oluyor. Sen bu memleketin sultÂnısın, niye bunlara mÂni olmuyorsun?" dedi. Oradakilerin hepsi bu sozleri duydu. Sultan; "Efendim! Bunlar, benim zamÂnımda olan şeyler değildir. Babam zamÂnından kalan şeylerdir." dedi. Bunun uzerine İzzeddîn bin AbdusselÂm; "Hayır (onların aklî ve naklî hicbir delîlleri yoktur, ancak) şoyle dediler: "Biz, atalarımızı bir din uzerinde bulduk. Biz de onların izlerince giderek hidÂyet buluruz" meÂlindeki, Zuhrûf sûresi yirmi ikinci Âyet-i kerîmesini okudu ve; "Kendi akıllarınca bunu tutanak olarak gorurler. HÂlbuki bunlar huccet değildir. Bunlarla hicbir zaman kurtuluşa erişilemez. YÂni benim zamÂnımda değilde, babamın zamÂnından beri satılıyordu, demekle kurtulunmaz" dedi. Bunun uzerine sultan, derhal o icki satılan dukkÂnı kapattırdı. El-BÂcî, İzzeddîn bin AbdusselÂm'a; "Nasıl oldu da siz o kadar insanın icinde sultÂna o sozleri soylediniz?" diye sorunca, "Sultan kibirlenmesin ve gururlanmasın diye soyledim" cevÂbını verdi. O tekrar; "Sultandan korkmadınız mı?" diye sordu. O da; "Allahu teÂlÂnın bana verdiği heybetten dolayı, sultan benim yanımda kucucuk kaldı." diye cevap verdi."

Moğolların KÂhire'ye saldıracakları haberi geldiğinde RamazÂn-ı şerîf ayı idi. Sultan Eyyûb, ordunun hazırlanmasını emretti. Bayramdan sonra duşmanla harb etmeyi uygun gordu. O sırada yanına İzzeddîn bin AbdusselÂm geldi ve; "Kalk! Hemen askerlerine haber ver, hic zaman kaybetmeden harbe cıksınlar!" dedi. Sultan; "Askerler savaşa hazır değil." deyince, İzzeddîn bin AbdusselÂm; "Sen soz dinle ve askerlerinin harbe cıkmasını emret!" dedi. Sultan; "Sen, Allahu teÂlÂnın bize zafer ihsÂn edeceğinden emin misin?" diye sordu. İzzeddîn binAbdusselÂm da; "Evet." dedi. Bunun uzerine sultan, askerlerini Moğollarla harb etmeye gonderdi. İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın dediği gibi, musluman ordusu zafer kazandı. Moğolları BağdÂt'a kadar geri cekilmeye zorladılar.

AlÂeddîn Ebû Hasan, İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın yanına ilim oğrenmeye gittiği zaman, ona daha cok kibrin kotuluğunu ve ilim oğrenmenin onemini îzÂh etti. İzzeddîn bin AbdusselÂm, bunun sebebini ise şoyle anlattı: "Ben, Şam'daki Dımeşk CÂmiinin yanındaki odalardan birinde kalıyordum. Hava cok soğuktu. Gece uyurken ihtilÂm oldum. Hemen kalkıp, oradaki havuzdan gusl abdesti aldım. Tekrar odama gidip yattım ve uykuda iken yine ihtilÂm oldum. Dışarı cıkıp gusl abdesti aldım, odama gelip uyudum. RuyÂmda bir kimse bana; "Y İzzeddîn! Sen ilim mi istersin, yoksa amel mi istersin?" diye sordu. Ben de; "İlim isterim, zîr ilim beni amele goturur." dedim. Sabah olunca Tenbîh kitabını aldım. Cok kısa zamanda ezberledim ve kendimi butunuyle ilme verdim. Boylece ilmim arttı ve ilim oğrenmeye devÂm ettim.

Abdullah-i BaltÂcî isminde, Allahu teÂlÂnın bir velî kulu ile İzzeddîn bin AbdusselÂm arasında dostluk vardı. İzzeddîn bin AbdusselÂm, Abdullah-i BaltÂcî'ye her sene bir mikdÂr hediyeler gonderirdi. Bir sene yine İbn-i AbdusselÂm, Abdullah-i BaltÂcî'ye bir deve yuku hediye gonderdi. Hediyelerin arasında, icinde peynir bulunan bir kap vardı.Hediyeleri goturen kişi KÂhire'ye gelince, peynir kabı kırıldı ve peynirler dokulmeye başladı. O sırada kap satan bir hıristiyan oraya geldi. O kişi hıristiyandan bir kap alıp kalan peynirleri koydu. Sonra Abdullah-i BaltÂcî'nin evine o hediyeleri goturen kişi, kendi kendine; "Ben buyuk bir mahcûbiyetten kurtuldum. Bu mevzuyu ancak Allahu teÂl ve benden başka kimse bilemez." dedi. Abdullah-i BaltÂcî'nin evine gitti. Talebeleri, getirilen eşyÂları acıp, bir bir baktıktan sonra, hocalarına; arkadaşınız İzzeddîn bin AbdusselÂm şu şu hediyeleri gondermiş, dediler. Bunun uzerine Abdullah-i BaltÂcî onlara; "Peyniri ve kabını iceri almayın ve onları getireni bana cağırın." dedi. O kişi huzûra girince, Abdullah-i BaltÂcî; "MÂdem ki kap yolda kırıldı ve dokulmeye başladı. Sen niye hıristiyandan bir kap alıp, kabın icinde kalan peynirleri koydun ve bize getirdin. O peynirin yapıldığı sutu, hıristiyan bir kadın sağmıştı. O kadının eli hınzıra değmişti. Ve bu yuzden necis idi. Bir de hıristiyandan aldığın kabın icine koyduğun icin, peyniri ve kabı kabûl etmem. Arkadaşım İzzeddîn bin AbdusselÂm'a selÂmımı ve teşekkur ettiğimi soyle." dedi.

İzzeddîn bin AbdusselÂm Dımeşk'da olduğu zaman, buyuk bir kıtlık oldu. İnsanlar bahcelerini ve arÂzilerini ucuz fiyata sattılar. Hanımı, İzzeddîn bin AbdusselÂm'a gerdanlığını vererek, bir bahce almasını istedi. İzzeddîn bin AbdusselÂm, sattığı gerdanlığın parasını fakirlere sadaka olarak dağıttı. Eve gidince, hanımı bahce alıp almadığını sorduğunda; "Evet, onunla bir bahce alacaktım. Fakat insanların cok zor durumda olduğunu gordum. Bunun uzerine bahce satın almayıp parayı halka sadaka dağıttım. Hanımı bu duruma hic îtirÂz etmeden; "Allahu teÂlÂ, sana ondan buyuk bir hayır versin." dedi.

Bir şahsın İbn-i AbdusselÂm'a gelip, kendisini ruyÂda gorduğunu ve bir şiir okuduğunu soyledi. RuyÂdaki şiiri orada da okudu. İzzeddîn bin AbdusselÂm bir muddet sustu ve şoyle dedi: "Ben 83 sene yaşarım. Cunku bu şiir, Kusayr bin Azze'nindir. Onunla benim aramda aynı asırda yaşama bakımından ortak bir yonumuz yoktur. Ben Ehl-i sunnet ve cemÂat îtikÂdı uzereyim, o ise bozuk îtikÂddadır. Ben şÃ‚ir değilim, o şÃ‚irdir. Kabîlelerimiz de farklıdır. Ancak tek bir ortak yonumuz var. O da, omurlerimizin aynı olmasıdır". Netice İbn-i AbdusselÂm'ın dediği gibi oldu ve 83 yaşında vefÂt etti.

Sultan Eşref'in cevresinde Kur'Ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu soyleyen îtikÂdları bozuk kimseler vardı. Sultan, kucukluğunden beri boyle kimselerin arasında yetişmişti. Bozuk îtikÂdlı bu kimseler, ona da dil uzatırlardı. Bunlar, SultanEşref'in zihninde, kendilerinin Selef-i sÂlihînin yolunda bulunduklarını, îtikÂdlarının Ahmed bin Hanbel'in ve EshÂb-ı kirÂmın îtikÂdının aynısı olduğu fikrini yerleştirmişlerdi. Bunlar, Sultan Eşref'in İzzeddîn bin AbdusselÂm'a meylettiğini gorunce, onlar da ona meyleder gorunup şoyle demeye başladılar: "İzzeddîn bin AbdusselÂm, Eş'arî îtikÂdındandır. Fakat bu îtikÂda aykırı işler yapar." Bunları duyan Sultan Eşref, onlara; "İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın boyle işler yapmayacağını, kendilerinin onun hakkında teassub sÂhibi olduklarını soyledi.Bunun uzerine onlar, kelÂm ile alÂkalı bÂzı suÂlleri yazıp, İzzeddîn bin AbdusselÂm'a gonderdiler ve cevaplarını istediler. Bununla niyetleri, İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın gercek akîdesinin ne olduğunu Sultan Eşref'e tanıtmak, boylece, îtikÂdının kendi dedikleri gibi olduğunu ortaya koymak sûretiyle sultÂnın gozunden duşurmek idi. SuÂller İzzeddîn bin AbdusselÂm'a ulaşınca; "Bunlar, beni imtihÂn etmek icin yazılmış, bu meseleler hakkında ne dediğimi oğrenmek istiyorlar. Fakat vallahi hak ne ise onu yazacağım." dedi ve meşhûr akîdesini kaleme aldı.İzzeddîn binAbdusselÂm'ın bu akÂid yazısı şoyledir:

Allahu teÂlÂya hamd olsun ki, O, İzzet, CelÂl, Kudret, KemÂl, İnÂm ve İfdÂl sÂhibidir. O birdir, Samed'dir (Her yaratığın muhtac bulunduğu eksiksiz bir mÂbûddur). Doğmamış ve doğurulmamıştır. O'nun benzeri yoktur. Cisim ve sınırlı değildir. Hicbir şeye benzemez. Hicbir şey de O'na benzemez. MahlûkÂtı ve amellerini O yaratır. Mahlûkların rızıklarını ve ecellerini O takdîr etmiştir. O'ndan gelen her nîmet, O'nun fadl ve ihsÂnıdır. O'nun verdiği her cez da, adÂletidir. Allahu teÂlÂ, bid'at ehlinin soyledikleri hÂllerden berîdir. Arş, Allahu teÂlÂyı taşımaz. Bilakis Arş da, Hamele-i Arş da (Arş'ı taşıyan melekler de) O'nun kudretinin lutfu ve ihsÂnı ile taşınırlar. Allahu teÂlÂnın ilmi herşeyi kuşatmıştır. O'nun ilminin hÂricinde hicbir şey yoktur. Hatırlarda ve gonullerde bulunan duşunceleri, zihin faÂliyetlerini bilir. O hayy'dır. İrÂde edicidir. Semî, işitici, Basîr, gorucu, Alîm, KÂdir'dir, kudret sÂhibidir. Harf ve ses olmadan, ezelî ve kadîm kelÂmı ile konuşucudur. Kur'Ân-ı kerîm yazılarına cok hurmet etmek lÂzımdır. Cunku bunlar, Allahu teÂlÂnın kelÂmına delÂlet etmektedir. NitekimAllahu teÂlÂnın isimlerine hurmet edilmesi de, bu isimler, O'nun zÂtına delÂlet ettiği icindir. Aynı şekilde, Allahu teÂlÂnın emir ve yasaklarına uymayı temin eden, Allahu teÂlÂyı hatırlatan kimse ve şeylerin buyukluğune inanmak ve O'na hurmeti gozetmek lÂzımdır. Bu sebeple de peygamberlere (aleyhimusselÂm), Âbidlere, sÂlihlere ve KÂbe-i muazzamaya hurmet etmek lÂzım gelmektedir.

İmÂm-ı Eş'arî'nin îtikÂdı, Allahu teÂlÂnın Kitabında ve Resûlullah efendimizin sunnet-i seniyyesinde bildirilen doksan dokuz İsm-i şerîfin delÂlet ettiği şeylerdir.

Allahu teÂl ibÂdet edilmeye lÂyıktır. O'nun CelÂl sıfatı ve vasfedenlerin vasıftan ve saymaktan Âciz kaldığı kemÂl sıfatları vardır.

Her şey Allahu teÂlÂya muhtactır. Kur'Ân-ı kerîmde Allahu teÂl meÂlen; "Yerde ve gokte bulunan her şey O'ndan ister." (RahmÂn sûresi:29) buyuruyor. Butun mahlûklar, Allahu teÂlÂnın kudretindedir. Allahu teÂlÂ, Zumer sûresinin altmış yedinci Âyet-i kerîmesinde meÂlen; "O kÂfirler, Allahu teÂlÂyı gerektiği gibi takdîr edemediler (buyukluğunu anlıyamadılar). HÂlbuki kıyÂmet gunu, yer kuresi tamÂmen O'nun tasarrufundadır. Gokler de O'nun yed-i kudretinde durulmuşlerdir. Allah, onların ortak koştuklarından munezzehtir ve cok yucedir." buyuruyor.

Bozuk bir îtikÂda sÂhib olan Haşeviyye, kendilerinin Selef-i sÂlihînin mezhebi uzere olduklarını iddi ediyorlar. HÂlbuki, Selef-i sÂlihîn, Allahu teÂlÂnın birliğine, hicbir benzeri olmadığına inanıyor, fakat Haşeviyye, Allahu teÂlÂnın cisim olduğuna ve mahlûklara benzediğine inanıyor.

Âlimler, peygamberlerin vÂrisleridir. Onların, Peygamberlerin yaptığı gibi gerekli acıklamalarda bulunması vÂcibdir. Allahu teÂlÂ, Âl-i İmrÂn sûresinin yuz dorduncu Âyet-i kerîmesinde meÂlen; "İcinizde, insanları hayra cağıracak, iyiliği emredecek, kotulukten alıkoyacak bir topluluk bulunur. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir." buyuruyor. Allahu teÂlÂnın cisim olduğunu ve mahlûkuna benzediğini soylemek, en buyuk inkÂrdır. En buyuk iyilik ise, tevhîd ve tenzîhdir. Selef-i sÂlihîn, bid'atler, dînimize sonradan sokulan hurafeler ortaya cıkmadan bu mevzularda konuşmadı. Ancak, bid'atler zuhûr ettiği zaman, Selef-i sÂlihîn, bid'atlere buyuk darbeyi vurarak, bid'at sÂhiplerine en şiddetli bir şekilde karşı koydular. Kaderiyye, Cehmiyye ve Cebriyye gibi bid'at ehli kimselere gerekli cevapları verdiler. Boylece Allah yolunda nasıl cihÂd yapılması gerekiyorsa, oylece ilim ile cihÂd yaptılar. CihÂd iki ceşitti.Bunlar: Soz ve yazı ile cihÂd, kılıc ve silÂh ile cihÂddır.

Bu Haşeviyye denen bozuk fırkanın eline bir fırsat gectiğinde, hemen oraya yonelirler. HÂlbuki Ahmed bin Hanbel, EshÂb-ı kirÂm ve Selef-i sÂlihînden olanlar, onların nisbet ettikleri şeyleri Allahu teÂlÂya nisbet etmekten berîdirler. Yine onlara hayret edilir ki, ekmeğin hakîkî doyurucu, suyun hakîkî susuzluğu giderici, ateşin hakîkî bir yakıcı olmadığını, bunların sÂdece bir sebeb olduğunu soyleyenleri kotuluyorlar. HÂlbuki doymak, susuzluğun giderilmesi ve yakmak, sonradan meydana gelen şeylerdir. Ekmek asl doymayı, su susuzluğun giderilmesini ve ateş de yakmayı meydana getirmez. Hakîkatte bunları Allahu teÂl yaratmaktadır. Su, ateş ve ekmek, susuzluğun giderilmesine, yakmaya ve doymaya vesîle kılınmıştır. Bunun icin İmÂm-ı Eş'arî de; doyma, susuzluğu kandırma ve yakma işini Allahu teÂlÂnın yarattığını, ekmeğin, ateşin ve suyun ise birer sebepten ibÂret olduğunu soylemiştir. Cunku Allahu teÂlÂ, Kur'Ân-ı kerîminde meÂlen; "Ondan başka ilÂh yoktur. Her şeyin hÂlıkı ancak O'dur." (En'Âm sûresi: 102) ve "Ey insanlar! Allah'ın uzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Size, gokten ve yerden rızk verecek Allah'tan başka bir yaratıcı var mı? O'ndan başka hicbir ilÂh yoktur. O hÂlde hangi yonden (îmÂndan kufre) cevriliyorsunuz?" (FÂtır sûresi: 3) buyuruyor.

Kim Allahu teÂlÂnın rızÂsını, nefsinin arzu ve isteklerine tercih ederse, Allahu teÂl da o kuldan rÂzı olur. Kim insanların rızÂsını tercih etmek sûretiyle, Allahu teÂlÂnın gazabına sebep olacak şeyi yaparsa, o kimseye hem Allahu teÂl gazab eder, hem de onu insanların gozunden duşurur. İslÂm Âlimlerinden birisi şoyle buyurmuştur: "Kim Allahu teÂlÂnın katındaki derecesinin ne olduğunu bilmek istiyorsa, Allahu teÂlÂnın rızÂsını ne kadar gozettiğine baksın."

"Allah'ım! Hakka yardım eyle. Doğruyu izhÂr eyle! Bu ummete doğru işlerinde yardım eyle. Bununla dostların azîz, duşmanların zelîl olsun. Sana itÂat edilip yasaklarından sakınılsın!"

Bu cevap bid'at ehline ulaşınca, ellerine buyuk bir fırsat gectiğine, artık İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın sonunun geldiğine kesin gozle bakıyorlardı. Derhal bu cevapları Sultan Eşref'e ulaştırdılar. Sultan Eşref, cevapları gorunce cok kızdı ve; "Demek ki, bana onun hakkında soyledikleri doğru imiş. Biz de onu, zamÂnımızda ilim ve dindarlık bakımından bir tÂne diye biliyorduk. Şimdi onun fÂsıklardan, hatt İslÂmdan bile cıktığı anlaşılmış oldu." dedi.Bu sırada Sultan Eşref, yanında memleketin her tarafından gelmiş bir grup fıkıh Âlimi ile berÂber, RamazÂn-ı şerîf ayında bir iftar sofrasında idiler. Orada bulunanların hicbirisi, sultÂna cevap verme cesÂretinde bulunamadı. Hatt bÂzıları, bozuk îtikÂdda olan kimselerin sozlerini tasvîb eder yollu sozler sarfettiler. Hatt onların dedikleri gibi fetv verdiklerini ifÂde ediyorlardı.

Ertesi gun, Allahu teÂl hakkı izhÂr ve te'yid icin, zamÂnın buyuk MÂlikî Âlimlerinden CemÂluddîn Ebû Omer bin HÂcib'i vesîle kıldı. Bu zÂt, zamÂnının en buyuk MÂlikî Âlimi olup, ilmi ile Âmil idi. SultÂnın yanında İzzeddîn bin AbdusselÂm hakkında konuşmuş olan kÂdı ve Âlimlere gitti ve onlara hitÂben; "Size ne kadar şaşılır. Siz hak uzeresiniz de, başkaları bÂtıl uzere mi? Hakkı konuşmanız gerekirken sustunuz. Allahu teÂlÂnın rızÂsını tercih etmediniz. Konuşanlarınız da, sanki İzzeddîn binAbdusselÂm haksızmış gibi; "SultÂna bu ayda affetmek yaraşır." dedi. Bu oyle bir sozdur ki, onun suclu olduğu mÂnÂsını ifÂde eder. Cunku ancak suclu affolunur. Siz ise sultÂna, îtikÂdınızın, İbn-i AbdusselÂm'ın soylediği şekilde olduğunu ezilerek ve korkarak soylediniz. HÂlbuki Selef-i sÂlihîn ve sonra gelen Âlimler bu îtikÂd uzeredir. Onlara bu hususta ancak, bozuk îtikÂdda olanlar karşı cıktılar. Allahu teÂlÂ, Bekara sûresinin kırk ikinci Âyet-i kerîmesinde meÂlen; "Hakkı, bÂtıla karıştırıp da, bile bile gizlemeyin" buyuruyor" diyerek, hakkı gizleyip, hakka yardımcı olmadıkları icin Âlimleri kınadı. Daha sonra orada bulunanlara, İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın yazdıklarının doğru olduğuna dÂir muvÂfakat yazısı yazdırdı.

Diğer taraftan, İbn-i AbdusselÂm da sultandan, ŞÃ‚fiî ve Hanbelî Âlimlerinden muteşekkil bir meclis kurulmasını, bu mecliste MÂlikî ve Hanefî mezhebi fıkıh Âlimleri ve daha bircok İslÂm Âliminin de hazır bulunmasını istedi. SultÂnın huzurunda kendisinin mektubu okunurken, kendisine muvÂfakat gosteren Âlimlerin, ilk once sultÂnın kızgınlığı sebebiyle bir şey diyemediklerini, istemeyerek sultÂnın sozune muvÂfakat gosterdiklerini de bildirdi. Ayrıca; "İnanıyoruz ki, sultana hak olan îtikÂd iyice anlatıldığında ona rucû' edecek, kendisine yanlış ve bozuk fikirleri doğru imiş gibi soyleyenlerin cezÂsı verilecektir. Sultana, babası Âdil'in (Allahu teÂl ondan rÂzı olsun ve ona rahmet eylesin) yolundan gitmek lÂyıktır. Cunku o, bozuk îtikÂdda olan kimselere gerekli dersi verdi ve onları hor ve hakîr eyledi" dedi. İbn-iAbdusselÂm'ın bu isteği sultÂna ulaşınca, sultan kÂğıt kalem isteyip, şunları yazdı:

"BismillÂhirrahmÂnirrahîm! Buyuk Âlim İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın bir meclis kurulup, kÂdıların ve Âlimlerin burada hazır bulunarak îtikÂd meselesini goruşmelerine dÂir isteği bana ulaştı. FetvÂnı tetkîk ettim. Boyle bir toplantıya ihtiyac bırakmıyor. Biz, Resûlullah efendimizin haklarında; "Benim sunnetime ve bundan sonra gelen HulefÂ-i RÂşidîn'in yoluna yapışınız" buyurduğu, dort halîfenin (r.anhum) yoluna ve dort mezheb imÂmının yoluna tÂbiyiz. Nefsin arzu ve isteklerine hÂkim ve gÂlib olan, hakka tÂbi olan ve bid'atlerden korunmuş kimseler icin bunlara tÂbi olmak kÂfidir. Hadîs-i şerîfte; "Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana Allahu teÂl la'net etsin." buyurulmuştur. Kim fitneyi uyandırmaya teşebbus ederse, ona gerekli mukÂbelede bulunuruz." Mektubu İbn-i AbdusselÂm'a gonderdi. İbn-i AbdusselÂm'a mektup ulaşınca, okuduktan sonra şoyle bir cevap yazdı:

BismillÂhirrahmÂnirrahîm! Allahu teÂl Kur'Ân-ı kerîmde meÂlen; "Rabbin hakkı icin, biz onların hepsine muhakkak sûrette, yapmakta oldukları şeylerden soracağız (ve cezÂlarını vereceğiz)" (Hicr sûresi: 92-93) buyuruyor. Kudreti, kelÂmı yuce, rahmeti umûmî, nîmeti bol olan Allahu teÂlÂya hamd eder, sonra derim ki; şuphesiz Allahu teÂlÂ, Habîbine meÂlen şoyle buyurdu: "Eğer yeryuzundeki insanların ekserisine (ki onlar cÂhil ve kÂfirlerdir) uyarsan, seniAllah yolundan saptırırlar. Onlar, ancak zan ardından yururler (babalarının gittiği yolu hak zannederler) ve sÂdece yalan uydururlar." (En'Âm sûresi:116). Allahu teÂlÂ, kullarına nasîhat icin kitaplar indirip, Peygamberler (aleyhimusselÂm) gonderdi. SaÂdet sÂhibi, Allahu teÂlÂnın emirlerine uyup, yasaklarından sakınan kimsedir. Allahu teÂlÂ, HucurÂt sûresinin altıncı Âyet-i kerîmesinde meÂlen; "Ey îmÂn edenler!Eğer size bir fÂsık, bir haber getirirse, onu araştırın (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkîk edin). Değilse, bilmiyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişmÂn olursunuz." buyuruyor. Allahu teÂlÂnın emirlerine uyup, yasaklarından kacmak en başta gelen vazifemizdir. Bir meclis kurulup, Âlimlerin orada toplanmasını taleb etmem, hem sultÂna, hem de muslumanlara nasîhatta bulunmak icindi. Cunku Resûlullah efendimize; "Din nedir?" diye sorulunca, Resûl-i ekrem; "Din, nasîhattır. Din nasîhattır. Din nasîhattır" buyurdu.EshÂb-ı kirÂm; "Kimin icin y Resûlallah?" deyince, O da; "Allahu teÂl icin, Kur'Ân-ı kerîmi icin, Resûlu icin, muslumanların imÂmları icin ve butun muslumanlar icin" buyurdu. Allahu teÂl icin nasîhat, insanlara, Allahu teÂlÂnın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmalarını; Allahu teÂlÂnın kitabı icin nasîhat, O'nun ile amel etmeyi;Resûlullah icin nasîhat, Sunnet-i seniyyeye uymayı; muslumanların imÂmları icin nasîhat, onlara Allahu teÂlÂnın emir ve yasaklarına uymalarını tavsiye etmek; muslumanlar icin nasîhat, onlara Allahu teÂlÂya yaklaştıracak şeyleri gostermektir. İşte ben de, bu meselede uzerime duşen vazifeyi yerine getirmiş bulunuyorum.

Bu meselede verdiğim cevaplara, Hanefî, ŞÃ‚fiî, MÂlikî ve Hanbelî mezhebi fıkıh Âlimleri muvÂfakat gostermişlerdir. Verdiğimiz bu cevaplara karşı gelenler, Allahu teÂlÂnın kıymet vermediği alalÂde kimselerdir. Verdiğimiz cevapları kabûl etmemek, dînen cÂiz değildir. Onun kabûl edilmemesi mumkun değildir. Eğer bu bahsettiğim Âlimler, sultÂnın meclisinde hazır bulunsa idiler, sultan sozumuzun doğruluğunu gÂyet iyi anlardı. Sultan bu mevzuyu tahkîk etmeye, derinlemesine tedkîk etme imkÂnına herkesten daha cok muktedirdir. CevÂbım huzurlarında okunduğu zaman, orada bulunup da sultÂnın kızgınlığını gorunce susmayı tercih eden Âlimler de, benim sozumu bizzÂt yazılarıyla tasdîk etmiştir. Eğer sultÂnı o derecede bir kızgınlık hÂlinde gormese idiler, muhakkak sultÂnın huzurunda, bu son sozleri gibi soylerlerdi.

Butun bunlarla berÂber, benim soylediklerim ve bana bu hususta muhÂlefet edenlerin sozleri yazılır. Butun İslÂm Âleminde ilmî mevzularda kendilerine murÂcaat edilen, guvenilir, buyuk Âlimlerden bu mesele hakkında bilgi istenir. Ben, sultÂnın meseleye vÂkıf olması icin, mûteber Âlimlerin kitaplarını kaynak olarak hazırlarım.

Yine bana, akîdeleri bozuk o kimselerin, sultÂna İmÂm-ı Eş'arî hazretlerinin Kur'Ân-ı kerîmi hafife aldığının soylendiği ulaştı. HÂlbuki İmÂm-ı Eş'arî'nin yolunda gidenlerle, butun musluman Âlimler arasında, Kur'Ân-ı kerîme hurmet etmenin vÂcib olduğunda hicbir ihtilÂf yoktur. Hem bize gore, Kur'Ân-ı kerîmi veya O'ndan bir şeyi (Âyet-i kerîme, sûre-i şerîfeyi) aşağılayan, onlara kıymet vermeyen kimse kÂfir olur, dînî nikÂhı bozulur. CenÂzesi yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz, musluman mezarlığına defnedilmez. Ozellikle bir yere atılıp, yırtıcı hayvanların yemesine bırakılır.

Allahu teÂlÂnın kelÂmı hakkında bizim îtikÂdımız şoyledir: Allahu teÂlÂnın kelÂmı kadîmdir, ezelîdir, zÂtı ile kÂimdir. Yuce zÂtı, hicbir mahlûka benzemediği gibi, kelÂm-ı kadîmi de hicbir mahlûkun kelÂmına benzemez. Bununla berÂber, mushaflara yazılır, gonullerde saklıdır ve dillerimiz ile okuruz. Kim boyle inanmazsa, muslumanların îtikÂdından ayrılmış olur. Boyle inanmayan ahmak ve cÂhildir.

Burada şunu belirtmek isterim ki, dinde olmayan şeyleri ortaya cıkaran, îtikÂdı bozuk bid'at ehline gerekli cevapları verip, onların sozlerini delîl ve vesikalarla curutmek, asl fitne cıkarmak değildir. Cunku Allahu teÂlÂ, bildiklerini acıklayıp, gizlememelerini Âlimlere emir buyurdu. Emre uymayanları lÂnetledi. Kim ki, Allahu teÂlÂnın emrine uyar, O'nun dînine yardımcı olursa, Allahu teÂl onları lÂnetlemez. Aksi takdirde bu lÂnete mustehak olurlar.

İctihÂd ile ilgili hususa gelince, îtikÂd mevzuunda sÂdece Ehl-i sunnet ve cemÂat îtikÂdındayım. Ancak Âlimler arasında furu' ile ilgili hususlarda ihtilÂf vardır (Bu da muslumanlar icin, rahmettir).

Bu işte sÂlim olan yolun hangisi olduğunu da soyledik. Size lÂyık olan, babanızın yolunu tÂkib etmektir. Babanız Sultan Melik Âdil, Allahu teÂlÂnın dînini yukseltmek icin calıştı ve O'nun icin calışanlara yardımcı oldu. Biz, sÂdece zÂhire gore hukmederiz. Herkesin icini Allahu teÂl bilir. Allahu teÂlÂya hamdolsun, Resûlullah efendimize ve O'nun Ehl-i beytine, EshÂbına ve O'nun yolunda gidenlere salÂt ve selÂm olsun."

İbn-i AbdusselÂm mektubu yazıp bitirince, hic beklemeden ve tereddut gostermeden mektubu kapatıp muhurleyerek elciye verdi. İzzeddîn bin AbdusselÂm bu mektubu yazarken, yanında zamÂnın buyuk Âlimlerinden bir zÂt ve İbn-i AbdusselÂma mektup yazarken sultanın yanında bulunan Âlimlerden bir kısmı da vardı. Onlar, Sultan Eşref'ten gelen mektubun muhtevÂsını gÂyet iyi biliyorlardı. Bu mektup gelince cok korktular ve İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın sultÂna cevap vermekten Âciz kalacağını zannettiler. Fakat İbn-i AbdusselÂm'ın derhal mektup yazdığını gorunce, hepsinin onceki zanları tamÂmen yok oldu. Yanında bulunan buyuk Âlim, İbn-i AbdusselÂm'ın bu cevÂbını cok beğenip, bunun, Allahu teÂl tarafından verilen ilÂhî bir yardım olduğunu soyledi.

Mektup sultÂna okununca, Sultan Eşref cok kızdı. İbn-i AbdusselÂm'a muhÂlif olan bid'at ehli kimseler, onun işinin bittiğine inanıyorlardı.Sultan, sarayında hocalık yapan ve İbn-i AbdusselÂm'ı cok seven Garez Halîl'i yanına cağırdı. Yazdığı mektubu ona vererek; "Bunu doğru İzzeddîn bin AbdusselÂm'a gotureceksin ve acele olarak cevÂbını getireceksin." dedi. Garez Halîl, hemen İzzeddîn bin AbdusselÂm'ın huzûruna gitti. Huzûrunda son derece sevgi ve edeble oturarak, sultÂnın elcisi olduğunu soyledi. Sonra; "Vallahi hakkınızda duşmanlık yapıyorlar. Sen, işin başında sultanla goruşmemen sebebiyle, kendi aleyhine, onların lehine iş yapmış oldun. Eğer sultan seni bir def gormuş olsaydı, bunlardan hicbiri meydana gelmezdi. Cunku, senin sultan yanında derecen ve kıymetin cok yuksektir. Sultan bana, senin yanına gelip, sana uc şartı olduğunu soylememi istedi. Birincisi; fetv vermeyeceksin, ikincisi; hic kimse ile goruşmeyeceksin, ucuncusu; evinden ayrılmayacaksın." dedi. Bunun uzerine İzzeddîn bin AbdusselÂm; "Ey Garez! Bu şartlar, Allahu teÂlÂnın bana olan nîmetleridir. Devamlı şukru gerektirir. FetvÂlara gelince, ben de zÂten onun ile uğraşmak istemiyordum. Ben inanıyorum ki, muftî, Cehennemin kenarındadır. Eğer Allahu teÂl fetv vermeyi bana vÂcib kılmamış olsaydı, bu iş ile asl meşgûl olmazdım. Şimdi ise artık mÂzurum. Bu vucub benden duştu. Hamd, Allahu teÂlÂya mahsustur. İnsanlarla goruşmemem ve evimden ayrılmamam husûsuna gelince, ben hÂl-i hazırda evimde bulunuyorum. Ey Garez! Evimden ayrılmamam, kendimi Rabbime ibÂdete vermem, benim icin buyuk bir saÂdettir. Sa'îd o kimsedir ki; evinden ayrılmaz, orada gunahlarından dolayı gozyaşı doker. Allahu teÂlÂya ibÂdetle meşgûl olmam, Allahu teÂlÂnın bana bir hediyesidir. Hak teÂl bunu bana sultÂnın vÂsıtası ile nasîb eyledi. Ancak o kızgın, ben ise sevincli ve rahatım. Vallahi ey Garez! Eğer yanımda hediye edilecek bir elbise olmuş olsaydı, benim icin mujde durumunda olan bu mektuba karşılık, sana o elbiseyi verirdim. Fakat şu seccÂdeyi al, uzerinde namaz kılarsın" dedi. Garez Halîl de seccÂdeyi kabûl edip optu. Sonra ved edip oradan ayrıldı. SultÂnın yanına gitti ve olanları ona anlattı. Sultan orada hazır bulunanlara; "Bana ne yapacağımı soyleyin. İbn-i AbdusselÂm, cezÂyı nîmet goren bir zÂttır. Onu kendi hÂline bırakalım." dedi.

Bu şekilde uc gun gectikten sonra, Hanefî mezhebinin en buyuk Âlimi AllÂme CemÂluddîn Husayrî, bir merkebe binip talebeleriyle sultÂnın yanına gitti. CemÂluddîn Husayrî, ilmiyle amel eden, mubÂrek bir zÂttı. Sultan Eşref'e, CemÂluddîn Husayrî'nin geldiği haber verilince, adamlarını gonderip onu surların icine aldılar. SultÂnın sarayına kadar merkep uzerinde gitti. Sultan, CemÂluddîn Husayrî'yi gorunce, ayağa kalkıp ona doğru yurudu. Ona cok iltifÂt ederek yanına oturttu. RamazÂn-ı şerîf olduğundan,CemÂluddîn Husayrî sultÂnın yanına girdiğinde iftar vaktiydi. Muezzin ezÂn okuyunca, hep birlikte cemÂatle namaz kıldılar. Namazdan sonra orucunu acması icin bardakla su getirdiler. O da bu suyu Husayrî hazretlerine uzattı. O; "Senin yiyecek ve iceceğin icin buraya gelmedim." deyince, sultan; "Emriniz başım ustunedir." dedi. CemÂluddîn Husayrî de sultana; "Seninle İzzeddîn bin AbdusselÂm arasında ne var? O, oyle bir kimsedir ki, eğer Hind memleketinde veya dunyÂnın en ucr bir koşesinde olsaydı, sultanın onun bereketinden hem kendisi, hem de memleketi istifÂde ederdi. Ayrıca başka memleketlere karşı iftihÂr etmesi icin onu memleketine getirmesi gerekir." dedi.Bunun uzerine sultan; "Bende onun bizzat kendi eliyle yazdığı ve akîdesini anlatan kÂğıtlar var. Sen de oku, onun hakkındaki kararını ver." deyince, CemÂluddîn Husayrî, İbn-i AbdusselÂm'dan gelen veEhl-i sunnet îtikÂdını anlatan yazıları sonuna kadar okudu ve; "Bu, muslumanların îtikÂdı, sÂlihlerin şiÂrı, muminlerin yakînidir. Burada yazılanların hepsi doğrudur. Bunlara karşı cıkan, yanlış yoldadır." dedi. Sultan bu sozleri duyunca, İbn-i AbdusselÂm ile arasında gecenleri anarak, Allahu teÂlÂdan af ve magfiret diledi, hatÂsını telÂfi etmek icin İbn-iAbdusselÂm'a bir adam gonderdi. Hakkını helÂl etmesini ve onunla goruşmek istediğini bildirdi. Sultan, CemÂluddîn Husayrî ile goruşmeden once, bid'at ehli kimselerin sozlerine gore hareket ediyordu. Bu yuzden onlar, en parlak devirlerini yaşıyorlardı. Ancak Husayrî hazretleri sultanla goruşup, hak olan Ehl-i sunnet îtikÂdı meydana cıkınca, bid'at ehlinin bozuk akîdelerini yayma calışmalarının onune gecilmiş oldu. CemÂluddîn Husayrî, mucÂdele ve munÂzaa kapısını kapatmak icin, kelÂm meseleleri uzerinde konuşmaktan sakınılmasını, bu mevzuda hic kimsenin herhangi bir şekilde fetv vermemesini soyledi.Boylece uzun sure bid'at ehli sesini cıkaramadı.

Şemsuddîn ibni Cevzî, zamÂnının buyuk vÂizlerinden idi. Herkesin hurmet ve kabûlunu kazanmıştı. VÂz ederken cok tesirli konuşurdu. Hem kendisi ağlar, hem de cemÂatı ağlatırdı. CemÂat, meclisinden kendilerinden gecmiş olarak ayrılırlardı. VÂzlarını Cumartesi gunleri verirdi. Bir gun Şemsuddîn ibni Cevzî, Sultan Eşref'in yanına geldi. Şemsuddîn ibni Cevzî, sultanın huzûruna girince, sultan kendisine; MekÂsîd-us-SalÂt kitabını verdi ve; "Bu kitabı oku." dedi. Okuduktan sonra, "Bu kitap cok guzeldir. Bir benzeri yazılmamıştır." dedi. Bunun uzerine Sultan, ona; "Bu kitabı, vÂz meclisinde insanlara okumaları icin tavsiye et." dedi.

Şemsuddîn ibni Cevzî, vÂz vermek icin kursuye cıkıp, Allahu teÂlÂya hamd ve Resûlune salÂt ve selÂmdan sonra şoyle dedi: "Biliniz ki, bedenî ibÂdetlerin en fazîletlisi namazdır. Namaz, kişiyi Rabbine yaklaştırır. MekÂsıd-us-SalÂt kitÂbına cok onem veriniz. Bu kitabı, buyuk Âlim İzzeddîn bin AbdusselÂm yazmıştır. Bu kitabı iyi anlayınız ve onu iyi ezberleyiniz. Onu cocuklarınıza ve yakınlarınıza oğretiniz. Bu kitabın faydası pek coktur." Bundan dolayı cok yazıldı ve herkes tarafından okundu.

Bu hÂdiselerden sonra, İbn-i AbdusselÂm'ın sultanın yanında yeri cok yukseldi. Sultan olum hastalığında iken, yakınlarından birisine; "İzzeddîn bin AbdusselÂm'a git. Seni cok seven Sultan-ı Âdil Ebû Bekr'in oğlu Mûs sana selÂm soyledi.ZÂt-ı Âlinizin gelmesini, kendisine yarın huzûr-i ilÂhîde faydalı olacak şeyleri anlatmanızı ve du etmenizi ister de!" diye bildirdi. Haberci, sultÂnın dediklerini aynen İzzeddîn bin AbdusselÂm'a anlattı. O da bu teklifi kabûl etti ve; "Boyle bir ziyÂret, en fazîletli ibÂdetlerdendir. Cunku bunda bircok faydalar vardır, inşÃ‚allah." dedi.

İbn-i AbdusselÂm kalkıp, sultÂnın yanına kadar gitti. Oraya varınca sultana selÂm verdi. Mûs onu gorunce cok sevindi ve hemen onun elini optu. Sonra; "Ey İzzeddîn! Bana hakkını helÂl et. Benim icin Allahu teÂlÂya du et. Bana nasîhatlerde bulun!" dedi. O zaman İbn-iAbdusselÂm; "Ben, her gece, insanlara olan hakkımı helÂl ediyorum. Ben kimsenin bende bir hakkı olmadan gecelerim. Bunun mukÂfÂtını ve karşılığını Allahu teÂlÂdan bekliyorum. İnsanlardan asl bir karşılık beklemiyorum. EcriminAllahu teÂlÂdan olup, insanlardan olmaması bana her şeyden daha kıymetlidir. Sultana du etmeme gelince, coklukla ben ona du ediyorum. Cunku sultanın durumu iyi olursa,İslÂmın ve muslumanların durumu da iyi ve guzel olur. Allahu teÂl sultana, yarın huzûr-i ilÂhîde yuzunu ak edecek şeyleri gormek nasîb eylesin." dedi. Sultan bu ziyÂretten ve İbn-i AbdusselÂm'ın sozlerinden memnun kalarak; "Allahu teÂl sana hayırlar versin." dedi.

İzzeddîn bin AbdusselÂm bircok eser yazdı. Bu eserlerden bÂzıları şunlardır: 1) KavÂid-ul-KubrÂ, 2) MecÂz-ul-Kur'Ân, 3) KavÂid-us-SugrÂ: KavÂid-ul-KubrÂ'nın kısaltılmış şeklidir. 4) Şeceret-ul-MeÂrif, 5) Ed-DelÂil-ul-MuteallikÂt-ı bil-MelÂiketi ven-Nebiyyîn aleyhimusselÂm vel-Halkı ecmÂîn, 6) Et-Tefsîr, 7) El-GÂye fî İhtisÂr-in-NihÂye, 8) Muhtasar-ı Sahîh-i Muslim, 9) El-İmÂm fî Edillet-il-AhkÂm, 10) BeyÂnu AhvÂl-in-NÂs Yevm-el-KıyÂmeti, 11) BidÂyet-us-SuÂl fî Tafdîl-ir-Resûl, 12) El-Fark Beyn-el-ÎmÂn vel-İslÂm, 13) FevÂid-ul-Belv vel-Mihan, 14) El-Cem'u Beyn-el-HÂvi ven-NihÂye, 15) El-FetÂvÂ-il-Mûsuliyye, 16) El-FetÂvÂ-il-Mısriyye, 17) MekÂsıd-us-SalÂt.

ŞİDDETLİ RUZGÂR

Fransızlar Mensûriye'ye hucûm ettiklerinde, onlara karşı İzzeddîn bin AbdusselÂm da İslÂm ordusunda yer aldı. Savaş sırasında şiddetli bir ruzgÂr, İslÂm ordusunun uzerine doğru esmeye başladı ve musluman askerlerini zor duruma soktu. Bunu fark eden İzzeddîn bin AbdusselÂm, sesinin cıktığı kadar seslenerek; "Ey ruzgÂr, duşmanların tarafına git!" dedi. Bunun uzerine ruzgÂr, Allahu teÂlÂnın izni ile duşmana doğru esmeye başladı. O kadar şiddetli esti ki, duşmanların atları yıkıldı ve onların altında kalan bircok duşman askeri oldu ve yaralandı. Sağ kalanları ise esir alındı. Allahu teÂlÂnın izni ile İslÂm ordusu muzaffer oldu.

1) Mu'cem-ul-Muellifîn; c.5, s.249
2) El-A'lÂm; c.4, s.21
3) TabakÂt-uş-ŞÃ‚fiiyye (Subkî c.8, s.209
4) El-BidÂye ven-NihÂye; c.13, s.235
5) ŞezerÂt-uz-Zeheb; c.5, s.301
6) MiftÂh-us-Se'Âde; c.2, s.353
7) FevÂt-ul-VefeyÂt; c.2, s.350
8) CÂmiu KerÂmÂt-il-EvliyÂ; c.2, s.71
9) TabakÂt-ul-Mufessirîn; c.1, s.309
10) Zeyl-i Ravdateyn; s.216
11) TabakÂt-ul-Usûliyyîn; c.2, s.73
12) Husn-ul-MuhÂdara; c.1, s.314
13) Keşf-uz-Zunûn; c.1, s.92,116,220, 260, c.2, s.1027,1143,1360,1780
14) Brockelmann, Sup-1, s.766, Gal-1, s.430
15) İslÂm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.9, s.53
__________________