Buyuk velîlerden. İsmi Ahmed bin Mustafa, kunyesi ZiyÂeddîn olup, GumuşhÂnevî diye meşhûrdur. Babası Emirler sulÂlesinden Mustafa Efendidir. 1813 (H.1228) tÂrihinde GumuşhÂne'nin Emirler Mahallesinde doğdu. 1893 (H.1311) tÂrihinde İstanbul’da vefÂt etti. Kabr-i şerîfi, SuleymÂniye CÂmii avlusunda KÂnûnî Sultan SuleymÂn Han Turbesinin kıble tarafında olup ziyÂret mahallidir.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri kucuk yaşta ilim tahsîline başladı. Beş yaşında Kur’Ân-ı kerîmi hatmetti. Sekiz yaşında DelÂil-i HayrÂt, Hızb-i A’zam ve KasÂid’i okuyup bitirdi. Şeyh SÂlim, Şeyh Omer el-BağdÂdî, Şeyh Ali el-VefÂî ve Şeyh Ali gibi Âlimlerden ders aldı. HayÂtının ilk on senesini GumuşhÂne’de gecirdikten sonra Âilesiyle birlikte Trabzon’a goc etti. Orada bir taraftan ilim tahsîliyle meşgûl olurken, bir taraftan da ticÂretle uğraşan babasına yardım etti. Laz Hoca adıyla tanınan Şeyh Osman Efendi ve Şeyh HÂlid Saîdî gibi o belde Âlimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri okudu.
Babası Mustafa Efendi, diğer oğlunun askerde olması sebebiyle yardımına muhtac olduğu ZiyÂeddîn Efendiyi bir gun yanına cağırıp; “Oğlum! İlmin, mÂsivÂdan yÂni Allahu teÂlÂdan başka her şeyden daha ustun ve alış verişten daha luzumlu olduğunu bilirim. Fakat, senin yaşın kucuk. Bu zamÂna kadar oğrendiklerin sana şimdilik yeter. Ben seni ilim oğrenme yolundan alıkoymak istemem. Ancak askere giden ağabeyin donunceye kadar sabret. O zaman seni ilim ve irfÂn merkezi olan İstanbul’a gonderirim. Hic olmazsa şimdilik bana işlerimde yardımcı ol.” dedi. Onun ilim ve ticÂret yuku altında ezilmesinden korkmuştu. ZiyÂeddîn Efendi babasının sozune “Peki” dedi. Bir taraftan ticÂretle meşgûl olurken, ilimle uğraşmaktan da geri durmadı. Ağabeyinin askerden donmesini sabırsızlıkla beklerken kendi orduğu para keselerini satarak helÂl lokma ile ilim tahsîli icin para biriktirmeye başladı. On beş yaşlarındayken amcası ile birlikte ticÂret icin İstanbul’a gitti.
ZiyÂeddîn Efendi İstanbul'dayken ağabeyinin askerden donduğunu haber aldı. Bunun uzerine İstanbul’da kalmaya niyet etti. Babası icin luzumlu şeyleri satın aldı ve onları amcasına teslim etti. Sonra da amcasına Trabzon’a donmek istemeyip İstanbul’da ilim ve irfÂn yoluna girmek istediğini şoyle ifÂde etti: “Muhterem amcacığım! Ben şu anda ilim ve irfÂn beldesi İstanbul’dayım. Bu sebeple tÂrifi imkÂnsız bir sevinc icindeyim. Artık memleketime donmek istemiyorum. Ağabeyim askerden donmuş. Artık babam yalnızlıktan kurtuldu ve kendisine yardımcı buldu. Ben burada kalıp ilmimi tamamlamak istiyorum. MÂzeretimi kabûl edeceğinizi umarım. Sakın bana incinip gucenmeyiniz. İleride lÂzım olur duşuncesiyle kendi ellerimle orerek sattığım para keselerinden birkac kuruş biriktirmiştim. Bunlardan kendime bir şey ayırmadan size vererek babama gonderiyorum. Yardımcı ve dost olarak bana Allahu teÂl yeter. Uzerimde hakkı olan yakınlarımın haklarını helÂl edip, duÂlarında unutmamaları en buyuk arzumdur. Ben de kapanacağım odamda sizleri du ve hayırla yÂd edeceğim.”
ZiyÂeddîn Efendi bu vedÂlaşmadan sonra hicbir tanıdığı olmadığı ve yanında bir harclığı bile kalmadığı halde Allahu teÂlÂya tam bir tevekkul ve teslimiyet icinde İstanbul’da kaldı.
Ahmed ZiyÂeddîn Efendi, İstanbul’a gelişinin ilk gunlerinde bir ruy gordu. Buyuk bir cÂminin icinde cemÂat arasında otururken binÂnın cevresinde yangın cıkıp, ateş her tarafı sardı. CemÂatin canhıraş feryatlarla sağa sola koşuşarak cıkış yolu aradığı bir sırada, belki bir kurtuluş yolu bulurum umidiyle gozlerini kubbeye doğru kaldırınca, tam kubbenin ortasında aşağıya sarkıtılmış bir zincir gozune ilişti. Hemen zincire yapışıp goğe doğru yukselerek bu bÂdireden kurtuldu. Bu ruyÂdan kısa bir muddet sonra ders almak icin gittiği SuleymÂniye CÂmiine girince, ruyÂda gorduğu mÂbedin burası olduğunu ve kendisinin mÂnevî bir işÃ‚retle îkÂz edildiğini anladı.
ZiyÂeddîn Efendi sonra BÂyezîd Medresesine gidip talebe oldu. Burada ilim, hikmet, fen ve ahlÂk bilgilerini tahsîl etti. Sonra Mahmûd Paşa Medresesine giderek orada sol sıradaki en son odaya yerleşip kendisini ilim ve ibÂdete verdi. Medresedeki ustun başarısı uzerine zaman zaman hocalarına vekÂleten onların izniyle arkadaşlarına dersler verdi.
ZiyÂeddîn Efendi, Mahmûd Paşa Medresesinden icÂzet aldıktan sonra BÂyezîd Medresesinde muderrisliğe başladı. Bir taraftan gunden gune genişleyen ders halkasında ilim oğretirken, diğer yandan ilmî eserler telif ve neşretmeye başladı. Yirmi beş sene geceleri sabahlara kadar kitap yazmakla meşgûl oldu. ZÂhirî ilimlerde icÂzet, diploma verme derecesine ulaşmasına rağmen devamlı tasavvufî yonden mÂnevî ilimlerde irşÃ‚d edilme ihtiyÂcını hissetti. Bu yuzden yetişmiş ve yetiştirebilen bir murşid-i kÂmil aramaya başladı. Bu sıralarda Uskudar’da Alaca MinÂre DergÂhında ilim ve irfÂn neşrine başlayan evliyÂnın buyuklerinden AbdulfettÂh-ı Akrî hazretleriyle bir sohbet meclisinde tanıştı. Bu mubÂrek zÂt, buyuk velî MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî hazretlerinin talebesiydi. İstanbul’un uzerine guneş gibi doğan bu mubÂrek zÂt, sactığı feyzlerle gonulleri fethediyordu. Herkese acık olan bu ilim ve irfÂn meclisine Ahmed ZiyÂeddîn Efendi de devÂm etmeye başladı. Bir gun ZiyÂeddîn Efendi, AbdulfettÂh-ı Akrî hazretlerine talebe olmak arzusunu acıklayınca, AbdulfettÂh hazretleri tebessum edip; “İleride gelecek olan zÂt buna izinlidir. BinÂenaleyh onun gelmesini beklemek munÂsiptir.” buyurdu. KÂmil, olgun bir zÂt icin aradığı butun ozelliklerin AbdulfettÂh hazretlerinde bulunduğuna iyice kÂni olan ZiyÂeddîn Efendi ona mutlaka talebe olmak, mÂnevî terbiyesine girmek arzusu ile bir gun dergÂhına gitti. Orada hic gormediği fakat yıllarca berÂber bulunmuş gibi yakınlık duyduğu bir zÂtla karşılaştı. Bu zÂt tebessum edip kendisine; “Ey Ahmed ZiyÂeddîn! Sizin mÂnevî terbiyeniz ezelde bize verilmiştir. Sırf sizin icin t Şam’dan Anadolu’ya geldim.” dedi. ZiyÂeddîn Efendi şaşırıp tanımadığı bu zÂtın kendisine ismiyle hitÂb etmesinden hayretler icinde kaldı. Bu zÂt, MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî hazretlerinin onde gelen talebelerinden Trablusşam Muftusu, meşhûr Ahmed bin SuleymÂn el-ErvÂdî hazretleriydi. ErvÂdî hazretleri, hocası MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî hazretlerinin yıllar oncesi kendisine; “Ey dost, nûrları ile Afrika, BuhÂrÂ, Mısır, Mekke, Medîne, Hindistan ve Uzakdoğu’nun aydınlanacağı zÂt icin İstanbul’a git, onu ara bul. O henuz acılmamış bir vilÂyet goncasıdır. Her ne kadar İstanbul’a bircok talebemiz gonderilmişse de, onun nasîbi ezelde sana tevdî ve tensîb edilmiştir. Onun irşÃ‚dı ile meşgûl ol. Adın onunla daha cok duyulacak ve sen onunla daha cok bilineceksin. Zîr o, bizden sonra yolumuzun buyuğu ve yayıcısı olacaktır.” buyurarak verdiği işÃ‚retle İstanbul’a gelmişti.
ZiyÂeddîn Efendi ile ErvÂdî hazretleri el ele tutuşup AbdulfettÂh hazretlerinin huzûruna girdiler. O zaman AbdulfettÂh Efendi; “ZiyÂeddîn, işte senin hocan budur. Derhal ona intisÂb et, bağlan. Bizim aramızda ayrılık gayrılık yoktur. Biz aynı kaynaktan feyz alıyoruz. Aynı fidanın iki gulu gibiyiz.” buyurdu ve hemen huzûrunda yapılan du ile ZiyÂeddîn Efendi, ErvÂdî hazretlerinin mÂnevî terbiyesine girdi.
ZiyÂeddîn Efendi, hocası ErvÂdî hazretlerini, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında misÂfir etti. Burada kırk gun halvette, yalnız ibÂdetle meşgûl oldu. Teveccuh ve bereketleri gorulmeye başlandı. ErvÂdî hazretleri, GumuşhÂnevî’nin Mahmûd Paşa Medresesindeki derslerini de tÂkib etti. ErvÂdî hazretleri bir gun Âniden ortadan kayboldu. Onun ayrılığı Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerini dalından kopmuş bir gul gibi soldurdu. Teselliyi AbdulfettÂh Efendinin sohbetlerine devÂm etmekte buldu. Tam bir sene suren bu ayrılıktan sonra, ErvÂdî hazretleri tekrar İstanbul’a geldi. İki seneye yakın bir zaman Ayasofya CÂmiinde hadîs-i şerîf ilmi oğretti. Bu arada Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerine, Nakşibendiyye, KÂdiriyye, Suhreverdiyye, Kubreviyye, Ceştiyye, HÂlidiyye, Halvetiyye, Bedeviyye, RıfÂiyye ve ŞÃ‚ziliyye yolunda icÂzet, diploma verdi. AbdulfettÂh Efendiyi de GumuşhÂnevî’ye sohbet şeyhi olarak tavsiye edip memleketi olan Trablusşam’a geri dondu.
Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri, AbdulfettÂh Efendiyi vefÂtına kadar sohbet şeyhi kabûl etti. Karşılıklı ziyÂretlerde bulundular. AbdulfettÂh-ı Akrî hazretlerinin 1864 yılında vefÂtından sonra Ahmed ZiyÂeddîn Efendi, İstanbul’da hak yolun bilgilerini anlatmaya başladı. Haftalık sohbetlerinde RÂmûzu’l-EhÂdîs’i şerh edip acıkladı. LevÂmiu’l-Ukûl adlı eseri, bu şerhlerin bir araya toplanması ile meydana geldi.
Ahmed ZiyÂeddîn Efendi hazretleri, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında ilmî eserler telif ve tertîbi ile vakit gecirdi. Kendisine gelenlere ilim ve edeb neşrine başladı. Talebeleri gitgide coğalıp medrese odaları almaz olunca, zamÂnın hukûmet binası olan BÂb-ı Âlî’nin tam karşısındaki Fatma Sultan CÂmiini metrûk halden kurtararak tÂmir ettirip, sohbetler icin dergÂh hÂline getirdi. BilÂhare cÂmi civarlarına hucreler inşÃ‚ edilerek tam bir dergÂh huviyeti kazandırıldı. Fatma Sultan CÂmii bu tÂrihten sonra GumuşhÂneli DergÂh-ı Şerîfi adıyla anılmaya başladı.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri on altı yıl talebelerine mÂnevî ilimleri oğretip onları yetiştirdi. Talebelerini ve sevdiklerini haram olan alış verişten korumak icin Osmanlı Devletinin iktisÂdî ve ictimÂî tÂrihinde mevcûd olan “avÂrız sandıklarına” benzer dergÂh ici bir yardımlaşma ve odunc alma muessesesi kurdu. Talebelerine ev ve iş yerlerinde işe yaramaz ve beklemekte olan menkul servetlerini dergÂhta toplamalarını emretti. Muhtac talebelerinin burada biriken paradan ihtiyacları kadar mÂlî guclerine gore ve daha sonra odemeleri uzere karz-ı hasen usûlu uzere borc almalarını sağladı. Neticede sonraları bir araya gelen sermÂye ile bir matbaa bile kuruldu. Neşredilen ilmî eserler bedelsiz dağıtıldı. Boylece ilme hizmet edildi. İstanbul, Rize, Bayburt ve Of’ta on sekiz bin cilt eser, dort ayrı kutuphÂne kurularak Anadolu’da kultur merkezlerinin meydana getirilmesine calışıldı.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri guzel ahlÂk ve guzel halleriyle meşhûr oldu. Duny malına kıymet vermezdi. Allahu teÂlÂdan korkusu pekcoktu. Az yemek, az uyumak ve az konuşmak Âdet-i şerîfesiydi. Peygamber efendimizin sunnetine cok bağlıydı. Talebesi Mustafa Fevzi Efendi anlatır: “ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri yemekten evvel ve sonra tuza banar, misÂfirsiz sofraya oturmak istemezdi.”
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri luzumsuz sozlerden hoşlanmaz ve boş vakit gecirmezdi. Coğu geceleri ilimle meşgûl olur, sabah namazından işrak vaktine kadar ve yatsı namazından sonra mecbûr kalmadıkca duny kelÂmı konuşmamaya dikkat ederdi. Yetmiş bin Kelîme-i tevhîd okumayı Âdet hÂline getirmişti. Yatacağı zaman mutlak YÂsîn sûresini okurdu. Kendisi okuyamayacak derecede ise, birisine okuturdu. Yatarken ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı sayardı. Bir defÂsında hasta yatağında baygın bir şekilde ayakları toplu olarak yatarken, tedÂvîsi icin gelen doktor tarafından ayakları uzatıldığında, utancından kıpkırmızı kesilmiş ve gozlerini hafifce acarak; “Bir de beni Rabbimin huzûrunda ayak uzatma sucu ile başbaşa bırakmayın!” demiş ve ayaklarını toplamıştır.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerinin sohbetleri cok tatlı olurdu. Zaman zaman sohbet ve derslerine Sultan Abdulmecîd, Sultan Abdulazîz ve Sultan Abdulhamîd Han devÂm etti. Bilhassa Sultan Abdulhamîd Han ile aralarında husûsî sohbet ve istişÃ‚reler olmuştur. Talebeleri arasında bircok devlet adamı yetişmiştir.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri yaz aylarında bÂzan Beykoz’daki YûşÃ‚ Tepesi adı verilen mevkiye cadır kurarak, talebeleriyle sohbet ederlerdi. Bircok kerÂmeti goruldu.
Beykoz’da kaldıkları gunlerden bir gun huzûruna bir hıristiyan geldi ve ona; “Efendim! Gozlerim sizin gibisini gormedi. Ne zaman sizi gorsem kalbim rahat eder, huzur bulurum. Başka yerde bu zevki tadamıyorum. Bu ne haldir, bu ne sırdır. Aklım bir turlu almıyor.” dedi ve sonra da o hıristiyan hidÂyet nûruna kavuşup musluman oldu.
KEMANCI
Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri Beykoz taraflarındayken bir gun elinde kemanla serseri serseri dolaşan birini gordu. Fısk ve gunah icindeydi. Başını o kişiden yana cevirdiler ve hizmetcisine; “Git o zavallıyı cağır buraya gelsin.” buyurdular. Bundan sonrasını hizmetci şoyle anlatır: “O calgıcı kişinin yanına vardım ve ona; “Gel seni hocamız ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri istiyor.” dedim. Calgıcı gulmeye başladı ve bana; “Hocanız beni ne yapacakmış?” dedi. Ben de; “Bilmiyorum. Seni cağırmamı soyledi.” dedim. BerÂberce geldik. ZiyÂeddîn hazretleri ona; “Yaklaş!” buyurup kulağına gizlice bir şeyler fısıldadı. Bunun uzerine kemancı titreyip ağlamaya başladı. Tovbeler etti. Sonra hocama talebe oldu. DergÂhta yıllarca sadÂkatla hizmet etti. Guzel hallere kavuştu. LÂkin ZiyÂeddîn hazretlerinin ona gizlice ne soylediğini kimse anlayamamıştı.”
DergÂhtaki talebeler bir gun tovbekÂr kemancıya; “Kardeşim! Hayli zamandır gizler durursun. Acıkla bu sırrı!” dediler. Bunun uzerine o şoyle anlattı: “Onceleri bir zÂtın talebesiydim. LÂkin o zÂtın etrÂfındakiler bozuk inanışlı kimselerdi. Hocamsa îtikÂdı duzgun temiz birisiydi. Bid'atı sevmez, Allahu teÂlÂdan korkardı. VefÂt edeceğinde bana; “Oğlum! Seni Allahu teÂlÂnın sÂlih kullarına ısmarlıyorum. Âkıbetin iyi olacak. Sakın evliyÂyı inkÂr etme!” buyurdu. Sonra vefÂt etti. Bunun uzerine ben bozuk inanışlı kimselerden ayrıldım. Bircok yerler dolaştım. LÂkin nefsime uyup serseri bir hÂle duştum. Calgıcı oldum. CenÂb-ı Hak karşıma Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerini cıkardı. Beni de ona yaklaştırdı. GumuşhÂnevî hazretleri o gun gizlice kulağıma; “Oğlum! Hocan seni bize ısmarladı. Artık hak yolu bizden oğrenirsin.” buyurdu. Bu sozu işitince hemen hocamın yıllar once bana soylediklerini hatırladım ve talebesi oldum. Allahu teÂlÂya şukurler olsun ki kalb gozum acıldı. Gonlum Rabbimin sevgisiyle doldu. Yaptıklarıma candan pişmanlık duydum. Şimdi hak yolu buldum. Rabbim bana hidÂyet etti. Zîr nefsim beni aldatmıştı. Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri merhamet edip beni bu zilletten kurtardı.”
HARAM VE HELALİ BİLİRİZ
Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri bir talebesinin evine misÂfir olmuştu. Bu sırada birisi bir sepet tÂze uzum getirdi ve ev sÂhibine; “Bunlar kendi mahsûlumdur ve helÂldir. Kendi ellerimle topladım. ZiyÂeddîn Efendi hazretlerine mahsus bir meyvedir.” dedi. Ev sÂhibi uzumleri alıp ZiyÂeddîn hazretlerine ikrÂm etti. ZiyÂeddîn hazretleri uzumleri gorunce; “Bunlar haramdır. Ben boyle uzumleri yemem. Zîr bunun bağı yetim malıdır. Fidanlar gasb edilmiştir. Şu uzumler calınmış olduğunu bana haber vermektedir.” buyurdular. Orada bulunanlar buna hayret ettiler. Ev sÂhibi daha sonra o uzumlere helal olan uzumler karıştırdı ve işÃ‚retledi. Yemekten sonra ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerine takdim etti. ZiyÂeddîn hazretleri o uzumlerden sÂdece helal olanları yedi. Sonra da; “Allahu teÂlÂnın yardımıyla biz haram ve helÂli biliriz. Haramlarda zulmet, karanlık goruruz. Demek sen bizi imtihan edersin. Bu şekilde hareket hatÂdır. Tovbe et de Allahu teÂl seni affetsin. Allah adamlarına gizliler ÂşikÂr olur.” buyurdular.
Bir gun ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerinin yanına cok sevdiği bir talebesi geldi. Huzûrunda edeple sohbetini dinledi. O esnÂda kalbinden; “İki oğlum var. Bunların sÂlih kimseler olmasını istiyorum. Hocam bir du etse.” diye gecirdi. ZiyÂeddîn hazretleri onun bu arzusunu anlayıp ona bir mikdÂr yemiş verdi ve; “Oğulların bunları yesin. İnşÃ‚allah oyle olur.” buyurdular. Talebe hayretler icinde kaldı ve verilen yemişleri evine goturdu. İki oğluna yedirdi. Cocuklar bunları yedikten sonra iyi bir hÂle gelip sÂlih kimseler olarak yetiştiler.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerinin ticÂretle uğraşan bir talebesi bir gece başka bir beldeye gitmek icin yola cıktı. Yalnızlık, karanlık ve gideceği yerin uzaklığı onun icin buyuk tehlikeydi. Bir muddet yol aldıktan sonra kendisini bir korku kapladı. Bu korku gittikce arttı. Neredeyse korkudan aklı gidecek oldu. O an aklına hocası ZiyÂeddîn hazretleri geldi. Gelmesiyle birlikte onu onunde beyaz bir at uzerinde goruverdi. Hemen suratlenip ona yetişti. ZiyÂeddîn hazretleri talebeye tebessum edip; “Korkma oğlum! Bize tÂbi ol. Allahu teÂlÂnın izniyle biz darda kalanlara yardım ederiz. Biz sana yoldaş olduk. Bizi tÂkib et, maksadına ulaşırsın.” buyurdular. O talebe atından indi, lÂkin ZiyÂeddîn hazretlerini goremedi. Tekrar korkusu coğaldı. Hemen atına bindiğinde ZiyÂeddîn hazretlerini gordu. Bu hal uc def tekrar etti. Sonra onu tÂkib etti. Bir hayli mesÂfe gittiler. Sabah olmuştu. Talebenin korkusu gitmiş, gideceği yere de hocasının rehberliğinde varmıştı.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri bir gun cayırlık bir yerde talebeleri ile sohbet ediyordu. O sırada oraya erkekli kadınlı bir grup yahûdî geldi. BerÂberlerinde getirdikleri hasta bir kadını ZiyÂeddîn hazretlerinin huzûruna koydular. Sonra da bir kenarda şarkı soylemeye başladılar. Bunun uzerine ZiyÂeddîn hazretleri ayağa kalkıp oradan uzaklaşmak istedi. Yahûdî topluluğu onun uzaklaşmak istediğini gorunce telaşlanıp; “Bu zÂt acab kime incindi. Biz onun icin şarkılar soyluyoruz. Yanında olmakla bereketlenmek istiyoruz. Ne olur gitmesin, dursun ricÂmız budur. Getirdiğimiz şu hastamıza bir du ediversin. Biz kendimizce ona hurmet etmek istemiştik. Onu bu hareketimizle uzeceğimizi bilmiyorduk. Ne olur bize merhamet edip du etse de hastamız iyi olsa.” dediler. Talebeler bu arzularını gidip ZiyÂeddîn hazretlerine haber verdiler. ZiyÂeddîn hazretleri merhamet edip onların bu arzularını kabûl etti. Sonra yahûdîler teker teker yanına yaklaştılar ve ZiyÂeddîn hazretlerinin ellerinden optuler. Hasta da yalvarmaya başladı. Herkesi bir heybet kapladı, ağlayıp titremeye başladılar. Yahûdîler bu hal karşısında Kelime-i şehÂdet getirip îmÂn etmekle şereflendiler. Hastaları da şif buldu.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri Mısır’da iken bir talebesi ona gelip bir iş icin hıristiyanların yaşadığı bir yere gideceğini soyledi ve nasîhat istedi. Bunun uzerine o; “Git, lÂkin Allah’tan kork ve dunyÂya meyletme. Sonra kufur alÂmeti olan şeyleri kullanma. Bir musluman kÂfirlere benzemez.” buyurdu. O talebe kÂfirlerin memleketine gitti. Orada hocasının nasîhatlarını unutup hıristiyanlarla haşır neşir oldu. Onların Âdet ve ibÂdetlerine uydu. DunyÂya meyletti. Sonra geri dondu ve ZiyÂeddîn hazretlerini ziyÂrete geldi. ZiyÂeddîn hazretleri onu gorunce; “Ozrun bizce kabûl edilmez. ÎmÂn cerağını sen sondurdun. Dediklerimizi tutmadın. Bizimle olan bağını kopardın. Dînini duny ile değiştin. Eyvah sana! Şeytan seni kendine kole yaptı. Git ağla. Yaş dokup Allahu teÂlÂya yalvar. Başını ac ve yuzunu yerlere sur.” buyurdu ve artık onunla goruşmedi.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri kalpten gecenleri bilirdi. DergÂhta hizmet edenlerden biri bir gun kalbinden; “Evlenseydim mutlaka birkac evlÂdım olurdu.” diye gecirdi. ZiyÂeddîn hazretleri onu gorunce tebessum ederek; “Cocukların buyuduler mi?” diye sordu. O hizmetci mahcub oldu ve bunun uzerine af diledi ve sonra kalbinden gecenlere dikkat etmeye başladı.
Talebesi anlatır: “Bir zaman Osmanlı Devleti harbe girmişti. O zaman ben İstanbul’daydım. Coluk cocuğum ise sınırda tehlike ile karşı karşıyaydı. Cok kimseler harp korkusu icinde hicret ediyordu. Ben de hicret etmek, coluk cocuğumu emin bir yere nakletmek istedim. Bu sırada yakınlarımdan bir mektup geldi. Mektupta; “Bu işi istişÃ‚re et, danış ona gore hareket et.” deniyordu. O sırada İstanbul’u teşrif eden ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerine durumu arz ettim. Bunun uzerine o; “MÂdem ki sen bizlere danıştın o halde emrimizi tutman gerekir. Uzulme duşmandan evine ve yakınlarına hicbir zarar gelmeyecek. Hicret etmenize luzum yoktur.” buyurdu. Bunun uzerine yakınlarıma haber gonderip hicret etmeye luzum olmadığını bildirdim ve ZiyÂeddîn hazretlerinin buyurduğu sozu tuttum. Hakîkaten Âilem ve yakınlarım duşmandan hicbir zarar gormedi.
Yine bir talebesi anlatır: “Bir zaman yağmurlar yağmadı. Her yer kuraklıktan kavruldu. Bu sebeple sebze, meyve yetişmedi. Cok du edildi lÂkin kuraklık bir turlu kalkmadı. Bu sırada insanların hatırına Ahmed ZiyÂeddîn hazretleri geldi ve kalkıp huzûruna gittiler. Du talebinde bulunup icinde bulundukları kuraklık hÂlinden şikÂyetlerini dile getirdiler. “Efendim! Etrafta zerrece su yok. Gokyuzunden rahmet bulutları cekildi. Ceşmelerimiz kurudu. Her yeri kuraklık dehşeti kapladı. Susuzluktan hayvanlar ve kucuk cocuklar yandılar. Ağaclarımız kurudu, meyve vermez oldu. Ne olur himmet edip bir du buyursanız.” dediler. Bunun uzerine Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri; “Soyleyin ben kime du edeyim. İnsanlar nefisleri peşinde eğlenceye dalmış gaflette yuzuyorlar. Kotuluk her yeri kaplamış, fısk gunÂh modalaşmış. DuÂlarım bu kasvet ve zulmeti gidermez. Allahu teÂl bu millete selÂmet versin.” buyurdu. Gelenler cÂresiz kalıp yine du etmesi husûsunda ısrarda bulundular. “Efendim! Ne olur merhamet ediniz. Biz gunÂhkÂr kimselere acıyınız. DuÂlarınız ile bu sıkıntıdan kurtuluruz.” dediler. ZiyÂeddîn hazretleri gelenlere acıdı ve mubÂrek ellerini kaldırıp sıra ile evliyÂnın buyuklerinin isimlerini ayrı ayrı sayıp, Allahu teÂlÂya du ve niyÂzda bulundu. Daha du bitmeden gokte rahmet yuklu bulutlar belirdi. Şimşekler cakıp bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Sokaklardan dereler aktı. Her taraf suya kandı. Yeryuzu baştan başa hayat buldu. Allahu teÂlÂnın sevgili kulu ZiyÂeddîn hazretlerinin duÂsı ile Allahu teÂl insanları sıkıntıdan kurtarıp arzularına kavuşturdu.
Bir gun taşradan bir hoca efendi, Ahmed ZiyÂeddîn hazretlerinin dergÂhına gelip hurmetle el optu ve ağlamaya başladı. Kendisinden ağlamasının sebebi soruldukta, şoyle anlattı: “Efendim! Ben size daha gormeden Âşık oldum. Bir şehirde vÂizdim. Bir gun kurside vÂz ederken kulağıma; “Allah icin bu zamÂnın kutbu, Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleridir.” diye bir nid geldi. Bunun uzerine aklım başımdan gitti. Konuşamaz oldum. Ağlamaya başladım. Benim ağlamamı gorunce, cemÂat da ağlamaya başladı. Sonra guclukle; “Ey muslumanlar! Hastayım. VÂz edecek hÂlim kalmadı.” dedim ve kursuden indim. Eve gittim. Aklımdan gitmez oldunuz. Uyku uyuyamaz oldum. Ertesi gun mescide geldim ve kursuye cıktım. Yine aynı nid geldi. Kendimden gectim. Uc gun bu hÂlim devÂm etti. CemÂat gelip; “Bu hÂlin nedir bize anlat? Derdine derman olalım, tabib bulalım. Bizden saklama!” dediler. Bunun uzerine onlara; “Benim ilac kabûl etmez bir derdim var. Beni perişan eyleyen bir sevgidir, bir aşktır, gece gunduz kalbimi yakar, gozlerimden yaş akıtır. CÂmide vÂz ederken kulağıma gelen bir nid ile ben bu hÂle geldim. O nid da; “Bu zamÂnın buyuğu Ahmed ZiyÂeddîn hazretleridir.” nidÂsıydı. Bunun uzerine bu zÂta Âşık oldum. Nerede olduğunu bir bilsem.” dedim. CemÂat dağıldı. Bir muddet sonra bana, sizden haber getirdiler ve nerede olduğunuzu oğrendim. Şimdi de mubÂrek huzûrunuza gelerek sizleri gormekle şereflendim.” Hoca efendinin anlattıklarını dinleyen ZiyÂeddîn hazretleri tebessum edip; “Hoca efendi, Allahu teÂlÂnın sevgili kulları kerÂmetini acıklamaktan hay eder. İnsan, Allahu teÂlÂya kul olmakla, ibÂdet etmekle şereflenir. İstikÂmet doğru yolda olmak en buyuk kerÂmettir.” buyurdu ve onu talebeliğe kabûl etti.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri iki def hacca gitti. Birincisinde Mısır’a uğradı. Buradaki evliy kabirlerini ziyÂret etti. İleri gelen zÂtlarla goruştu. İkinci gidişlerinde Mekke-i mukerreme ve Medîne-i munevverede bircok zÂt ile goruşup hadîs-i şerîf okuttu. Hac donuşu Mısır’a uğradı ve burada uc seneden fazla kaldı. Sohbet ve dersleriyle bircok talebe yetiştirdi.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri talebelerine vasiyetinde; “Amelleriniz, tahsîliniz ve ahlÂkınızla Âlim olup, insanlara seviyelerine gore hitÂb ediniz...” buyurdu.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri Mısır’dayken talebesi Hasan Hilmi Efendinin şahsında butun talebelerine hitÂben yazdığı iki sahîfelik mektubunda şoyle buyurmuştur:
Hak olan bu yolda gerekli olan esaslar şoyledir:
1) Tovbe ve inÂbe ile bir buyuğe bağlanmak,
2) Talebelik ve hocalığın şartlarını bilip, îtirÂzı terk ederek sohbet ve hizmete devÂm etmek,
3) Korku ile umid arasında bulunmak, ihlÂs ve tevekkul ile verilen sozde durmak, irÂde ve maksadda doğru olmak,
4) Kişiyi boşuna ovunmeye sevk eden sus ve debdebeyi terk etmek ve temizliğe dikkat etmek,
5) Sıhhat ve tefekkur ile zikre ve rÂbıtaya devÂm etmek,
6) Nefs ve şehveti kırarak ahlÂkı guzelleştirmek, cok ibÂdet ve tÂatla Allahu teÂlÂya yaklaşmaya calışmak,
7) Rahat ve huzur veren şeylerden uzak bulunup, yalnızlığı secmek,
8) Nefsin arzu ve isteklerine uymamak; şeytan, hev ve havÂtırı yok etmeye gayret gostermek,
9) TevÂzu, şukur ve kanÂata sÂhib olmak.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri halk arasında Doksanuc harbi diye bilinen harbe talebeleri ile birlikte iştirÂk etti. İslÂm askerine mÂnevî yardımlarda bulundu. Sonra harbin yavaşlaması uzerine Of’a geldi. Ramazan ayı boyunca bircok kimseyi sohbetleriyle irşÃ‚d edip, yetiştirdi. Bayram sonrası tekrar Batum Cephesine gitti ve bizzat silÂhı ile harbe iştirÂk etti.
Omrunu, insanlara hizmetle geciren GumuşhÂnevî hazretleri, son zamanlarında yaşı cok ilerlediği icin vucûdunda zayıflık olmuştu. Bir şeye dayanmadan oturamıyordu. AsÂsız yuruyemez olmuştu. Konuşmalarını ancak yakınında olanlar anlayabiliyordu. LÂkin gozlerinden cıkan mÂnevî nûrlar talebelerinde coşkunluk meydana getiriyordu.
Bir ara cok ağırlaşıp yatağa duştu.Beş gun hicbir şey yiyip icmedi. Uc gun gozunu hic acmadı. Ağzından tek soz cıkmadı. Bir ara Âniden gozlerini acıp; “Hepsini isterim y KibriyÂ!” diyerek gozlerini kapattı. 7 ZilkÂde 13 Mayıs sabahı mubÂrek rûhunu Kelîme-i şehÂdet okuyarak teslim etti (1893).
SuleymÂniye CÂmi-i şerîfi avlusunda KÂnûnî Sultan SuleymÂn Han Turbesinin kıble duvarına bitişik demir parmaklıklarla cevrili kabrinin ayak ucu kitÂbesinde; “Muhaddisîn-i kirÂmdan, fahr-ul-meşÃ‚yih GumuşhÂneli el-Hac Ahmed ZiyÂeddîn Efendi hazretlerinin rûh-ı mukaddislerine el-FÂtiha” yazılıdır.
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerinin eserlerinden bÂzıları şunlardır:
1) RÂmûz-ul-EhÂdîs, 2) GarÂib-ul-EhÂdîs, 3) Hadîs-i Erbaîn, 4) CÂmi-ul-Usûl, 5) Rûh-ul-Ârifîn, 6) MecmûÂt-ul-AhzÂb, 7) KitÂb-ul-Ârifîn, 8) NecÂt-ul-GÂfilîn, 9) NetÂic-ul-İhlÂs, 10) CÂmi-ul-MenÂsik, 11) CÂmi-ul-Mutûn, 12) Vasiyetleri.
BULBUL GİBİ
Bir talebesi şoyle anlatır: “Bir gun hocam GumuşhÂnevî hazretlerinin huzûruna vardım. Niyetim taşraya gidip ilim oğrenmeye musÂadesini istemekti. Daha bir şey soylemeden bana; “Oğlum! Şimdi sen falan yerdeki cÂmiye git, oradaki muslumanlara nasîhat et.” buyurdu. Ben de; “Peki efendim.” deyip buyurduğu cÂmiye gittim. O gunlerde Arabî gramer bilgilerini oğrenmekle meşgûl olduğumdan başkalarına nasîhat verecek bir durumum yoktu. Emir uzere cÂmide vÂz icin kursuye cıktım. Her taraf dolmuştu. Şaşırdım. O halde iken hocamı hatırladım ve yardımını istedim. Cok gecmeden dilim cozuldu. Bulbul gibi anlatmaya başladım. LÂkin ne soylediğimi bilmiyordum. Herkes buyuk bir dikkat ile dinliyordu. Soylediklerimi anlamaya gayret ettiğimde hakîkaten hikmetli sozlerdi. Bu bilgileri hocam Ahmed ZiyÂeddîn hazretlerinin himmet ve yardımlarıyle soylediğimi anladım. Ben ise bir tercumandan başka bir şey değildim. Onun yardımı ile guzel bir vÂz etmiştim. Bunun icin Rabbime şukrettim.”
YUZUM KARA
Bir talebesi şoyle anlatır: “Bir zaman hanımım hastalandı. Hastalığı gunden gune arttı. Onun bu hÂlini gorunce ben de hastalandım. Aradan altı ay gecti. Hasta hÂlimle abdest aldım ve kıbleye doğru oturdum. Rabbime yalvardım; “Y Rabbî! GunÂhkÂrım. Yuzum kara. LÂkin derdimize derman istiyorum. Bu bicÂrelere yardım et. BelÂları geri cevir. Bu gunÂhkÂr kuluna merhÂmet et. Şif veren sensin ey Rabbim!” diyerek goz yaşı dokerken birden ZiyÂeddîn hazretlerini karşımda gordum. Hayretler icinde kaldım. Zîr hocam altı aylık cok uzak bir yerdeydi. Tebessumle hÂlimi hatırımı sorup bana ve hanımıma du etti. “Uzulmeyin hicbir şeyiniz kalmayacak!” buyurup gitti. O saatten îtibÂren bende ve hanımımda hastalıktan eser kalmadı. Bu, hocam ZiyÂeddîn hazretlerinin kerÂmet olarak bize yardımlarıydı.
SOZ DİNLEMEK
ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleri bir gun sohbetten sonra talebelerinden beşini bir yere gonderdi. Talebeler hocasının emri uzerine yola cıktılar. LÂkin yanlarında vapurla karşıya gecmek icin paraları yoktu. Bunun uzerine tekrar dergÂha geldiler. GumuşhÂnevî hazretleri onların donduklerini gorunce, gidin, buyurdu. Talebeler bir şey diyemeyip tekrar geriye yola koyuldular. Bir muddet gittikten sonra parasızlık sebebiyle donmek istediler. Uc def bu durum tekrarlandı.Dorduncusunde yolda giderken karşılarına bir zÂt cıktı. Her birine birer kese altın verip, gitti. Talebeler arkasından bakakaldılar. Bu işte imtihan edildiklerini anladılar ve hoca sozu ve emri dinleyen kimsenin hicbir işinde uzuntu ve sıkıntı cekmediğine ve işlerinin kolay olduğuna yakînen inandılar.
İNKÂRCI
Talebelerinden Aziz Bey anlatır: “Bir gun hocam Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretlerini ziyÂret etmek icin yola cıktım. Giderken bir tanıdığın evine uğradım. İceride tanımadığım birkac kişi vardı. SelÂm verdim ve guler yuz gosterdim. Bu hÂlimden ev sÂhibi cok memnun oldu. Bana nereye gittiğimi sordu. Ben de; “Niyetim buyuk velî mubÂrek hocamı ziyÂret etmekti.” dedim. Orada bulunanlardan biri; “Kimdir o zÂt?” dedi. Ben de; “Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî hazretleridir.” dedim. Meğer onlar, Ahmed ZiyÂeddîn hazretlerine karşı nefsiyle mağrur kimselermiş. Benim bu cevÂbım uzerine dayanamayıp; “Demek seni de aldatmış o!” dediler. Bu sozune dayanamayıp ona; “Sus ey inkÂrcı kişi! Hocam aleyhinde konuşma!” dedim ve o kızgınlıkla yanlarından ayrılıp hocamın yanına gittim. Elini opup edeple huzurlarında oturdum. Hocam bana bakıp; “EvlÂdım nereden geliyorsun bana anlat!” buyurdu. Bunun uzerine ben edeple; “Evden geliyorum efendim.” dedim. O tekrar bana; “Gelirken bir yere uğramadın mı? Bir kimse gormedin mi?” buyurdu. Ben hayret edip; “Efendim! Bir tanıdığım olan Tahsin Beye uğradım.” dedim. O; “Keşke uğramasaydın ve oradaki inkÂrcı kimseleri hic gormeseydin.” buyurdu. Sonra da; “EvlÂdım! İt urur kervan yurur. Bu hakîkatı şuphesiz herkes gormektedir. Sana soylenen sozlerden hic incinme ve sabret. Zîr meyveli ağac taşlanır.” diyerek, bana nasîhatlerde bulundu.''
__________________
Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî
Peygamberler, Evliyalar ve Sahabeler0 Mesaj
●38 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Peygamberler, Evliyalar ve Sahabeler
- Ahmed ZiyÂeddîn GumuşhÂnevî