Hindistan'ın buyuk velîlerinden. HÂce Muhammed BÂkî-billah hazretlerinin en yuksek talebelerindendir. İsmi, TÂcuddîn bin Zekeriyy bin Sultan el-OsmÂnî el-Hindî en-Nakşibendî olup, Hanefî mezhebi Âlimlerindendir. TÂcuddîn-i Nakşibendî ve Şeyh TÂc gibi isimlerle tanınır. Hindistan asîlzÂdelerinden idi. Doğum tÂrihi bilinmemektedir. 1641 (H.1050) senesi CemÂzil-evvel ayının on sekizinde, Carşamba gunu guneşin batmasından biraz evvel Mekke-i mukerremede vefÂt etti. Ku'aykı'Ân Dağının Ebû Kubeys Dağı tarafındaki eteğinde, kendisi icin onceden hazırlanmış olan turbeye defnolundu.

İlk zamanlarında, kendisini mÂnevî olarak terbiye edip yetiştirecek bir rehber bulup, ona talebe olmak niyetiyle cok seyahat eden Şeyh TÂc, bu vesîle ile cok yer dolaştı. Tasavvuf yoluna girmesinin ilk zamanlarında bile, kalbi cok saf, temiz; aşk, muhabbet ve ihlÂs ile dolu olduğundan, seyahatleri sırasında kabirlerini ziyÂret ettiği velîlerin rûhÂniyetleri ile, hattÂ, o velîyi ziyÂrete gelmiş başka velîlerin rûhÂniyetleri ile goruşurdu. Hindistan'da Ecmîr şehrine gittiğinde, orada bulunan evliyÂnın buyuklerinden; HÂceMuînuddîn-i Ceştî hazretlerinin kabrini ziyÂret etti. Bu esnÂda rûhÂniyeti ile goruştu ve o buyuk velî, Şeyh TÂc'a nefy ve isbÂt yÂni; "L ilÂhe illallah" zikrini Ceştiyye yoluna mahsus şekilde oğretti ve ceşitli tavsiyelerde bulundu. Yine bu ziyÂreti esnÂsında HÂce Muînuddîn-i Ceştî, Şeyh TÂc'a, evliyÂdan Hamîduddîn BÂkûrî'nin medfûn olduğu BÂkûr beldesine gitmesini, orada bir muddet kalmasını emretmişti. O da bir muddet sonra BÂkûr'a gidip, orada zikrle meşgûl olmaya başladı. Zaman zaman da, orada medfûn olan Şeyh Hamîduddîn'in kabrini ziyÂret ederdi. Oradaki bir hÂlini kendisi şoyle anlatır: "BÂkûr'da bulunduğum zamanlar, cok nûrlara, hÂllere kavuştum. Halvete, yÂni tenh bir yerde yalnız kalıp, ibÂdet ve zikr ile meşgûl olmaya girerdim. Uc evin arasında tenh bir oda vardı. Hicbir şeyin beni ve zihnimi meşgûl etmemesi icin geceleyin gec vakitte, zifiri karanlıkta o yere girer, kapıyı kapatırdım. O karanlık vakitte odanın icinde guneş misÂli bir nûr zÂhir olurdu. Sonra o nûr artar, duvarları aydınlatacak kadar parlardı. O nûrun aydınlığı, guneşli bir oğle vaktindeki aydınlık kadar olurdu. Ben bu ışıkta Kur'Ân-ı kerîm okurdum. Bu nûr devamlı bana arkadaş idi."

Sık sık seyahate devÂm eden Şeyh TÂc, o zamanda bulunan bircok velî zÂt ile karşılaştı. NihÂyet Delhi'nin yakın koylerinde bulunan Şeyhullah Bahş (Şeyh İlÂh-bahş) hazretlerinin dergÂhına geldi. Şeyh İlÂh-bahş ona; "Ey TÂc! Bir kimseyi talebeliğe kabûl etmeden evvel ona odun ve su taşıtmak bizim yolumuzun husûsiyetlerindendir. Bunun icin sen bir muddet mutfağa su taşımakla meşgûl ol." dedi. O ise asîl bir Âileye mensub olup, boyle şeylere alışık olmadığı hÂlde nefsi terbiye icin hocasının bu emrini seve seve kabûl etti ve su taşımaya başladı. Bu gunlerde onda hÂrikulÂde hÂller goruldu. Gucunun ustunde yuk taşırdı. O beldenin insanları, onda gordukleri yuksek hÂlleri anlatırken; "Su testisini doldurur, başının uzerinde gotururdu.Biz dikkat ettiğimizde testinin, başından iki karış yukarıda, onunla birlikte boşlukta hareket ettiğini gorurduk." demişlerdir.

Şeyh TÂc ise bu hizmeti buyuk bir edeb ve şevkle yapıp; "Boyle bir vazifem var iken başka işleri neylerim" derdi. Hocasına hizmet etmesi bereketiyle kavuştuğu derecelerin pekcok olduğunu bildirirdi. "Ulaştığım derecelere hizmetle ulaştım." derdi. O buyuk zÂtın hizmet ve sohbetinde uzun muddet kalıp icÂzet aldı.

Bu sırada HÂce Muhammed BÂkî-billah, MÂverÂunnehr seferinden donup, LÂhor'da bir sene kaldıktan sonra gelip Delhi'ye yerleşti. O zaman Şeyh İlÂh-bahş da vefÂt etmişti. Şeyh TÂc ise ondan icÂzetliydi. Bununla berÂber Muhammed BÂkî-billah'ın sohbet ve terbiyesine kavuşmak şevki ve arzusuyla seve seve o buyuk zÂtın şerefli huzûruna koştu. AsÂlet ve icÂzetine rağmen buyuk bir tevÂzu ve edeb orneği gostererek, hazret-i HÂce'nin sohbetine, husûsî teveccuhlerine ve mahrem halvetlerine kavuştu. YÂni HÂce hazretleri ona ayrıca teveccuh ve iltifÂtlarda bulunur, husûsî odalarında onunla başbaşa kalıp sohbet ederdi. Muhammed BÂkî-billah'ın husûsî sohbetlerinde, celîsi, birlikte oturanı ve enîsi, sohbet arkadaşı idi. Ondan feyz alanlar arasında Şeyh TÂc onde gelenlerdendir. Kendisi şoyle anlatır:

"Hazret-i HÂce'miz bana icÂzet verecekleri zaman, mubÂrek kalblerinden gecmiş ki: "Eğer o da hÂl esnÂsında, Nakşibendî buyuklerinin kendisine icÂzet verdiğini gorse ne iyi olur." O sırada hÂl esnÂsında kendimi BuhÂrÂ'nın iftihar kaynağı olan, AzîzÂn ve Pîr-i NessÂc isimleriyle meşhûr HÂce Ali RÂmitenî hazretlerinin huzûrunda gordum. Uzerinde ismi yazılı olan mubÂrek takkelerini başıma koydular. Cok teveccuhte bulundular. Sonra bu hÂli hazret-i HÂce'mize arzettiğimde tebessum edip, daha evvel hatırına geleni anlattı ve icÂzet verdi.

RivÂyet edilir ki: HÂce Muhammed BÂkî, Şeyh TÂc'a icÂzet verdikten sonra, Allahu teÂlÂnın ihsÂnı ve o buyuklerin bereketi ile, Şeyh TÂc'ın nazarında oyle bir bereket ve tesir hÂsıl oldu ki; her kime bu yuksek yolun zikrini telkin eylese, derhal o kimsede cezbe ve hÂller hÂsıl olurdu.

HÂce Muhammed BÂkî-billah vefÂt edince, Şeyh TÂc şaşkına dondu. Kalbindeki rahatsızlıktan dolayı diyÂr diyÂr dolaşmaya başladı. Hindistan ve Keşmîr'in cok beldelerini gezip, daha sonra hacca gitti. Mekke-i mukerremeye vardı.Harem-i şerîfin buyuk Âlimlerinden ilim, amel, riyÂzet, kanÂat ve nûrlar sÂhibi Ahmed ibni AllÂn da orada idi. Nakşibendiyye yolunun buyuklerine karşı tam bir ihlÂs ve îtikÂdı olan bu zÂt, aşk ve muhabbetle bu buyukleri anlatan ReşahÂt Ayn-ul-HayÂt kitabını FÂrisîden Arabîye tercume etmişti. Bu tercumeyi, Arabistan halkının, bu buyukleri tanımaları ve onların yolunda yurumeleri icin yapmıştı.

İşte Nakşibendiyyenin buyuklerinden olan TÂcuddîn-i Nakşibendî oraya gelince, yine bu yolun buyuklerinden bÂzıları, mÂnevî işÃ‚retler ile İbn-i AllÂn'ı onun huzûruna gonderdiler. Tam bir ihlÂsla ve aradığını bulmanın neşe ve surûru icinde Şeyh TÂc'ın huzûruna gelen İbn-i AllÂn, o buyuk zÂtı gorup sohbetinde bulununca, muhabbet ve bağlılığı cok arttı. Tam bir tevÂzu, istek ve muhabbetle hizmetlerine koyuldu. Onun bu hÂli, orada bulunan başkalarının da, Şeyh TÂc'a karşı muhabbet ve ihlÂslarının artmasına vesîle oldu.

Şeyh TÂc, bircok defÂlar Hicaz'dan Hindistan'a geldi ve tekrar o şerefli diyÂra gitti. Son defÂsında LÂhor ve Basra viÂyetlerine gitti. Cok insanlar onun vesîlesiyle evliyÂlık yoluna katıldılar. Hatt o diyÂrın pÂdişÃ‚hı da, onun hÂlis talebelerinden oldu. Onlarla toplanıp sohbetlerde bulunurken hac mevsimi yaklaştı. Fakirlik ve kanÂate rÂzı iki talebesi ile birlikte KÂbe-i muazzama ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfine gitmek uzere yola cıktılar.

SÂlihlerden bir zÂt şoyle anlatır: "O sene hac esnÂsında Şeyh TÂc'ı gordum. Bana buyurdu ki: "Senelerdir sahrÂlarda, şehirlerde dolaştım. Şimdi sÂhibimin evinin supurgecisi olmaya geldim. TÂ ki, aynı yerde toprak olayım. O eşikte toprak olan başa ne mutlu."

Talebelerinden biri şoyle anlatır: "Bir gun hocamızla birlikte Emrûhe beldesinde oturuyorduk. O başını eğmiş, murÂkabe hÂlindeydi. Biraz sonra başını kaldırdığında kendisinden bir nûr cıktı ve o nûr yakında bulunan bir nar ağacının uzerine gitti. Ertesi gun baktığımızda o ağacın, butun meyvelerinin, dal ve yapraklarının inci hÂline donduklerini gorduk."

TÂcuddîn-i Nakşibendî'nin kucuk bir kızı vardı. Hasta idi. Bir gun Şeyh TÂc abdest alırken, babasının kullandığı sudan artanı icmesi bu kıza Allahu teÂl tarafından ilhÂm olundu. O hasta kızcağız bu sudan icti ve Allahu teÂlÂnın izni ile hemen şif buldu.

RivÂyet edilir ki: TÂcuddîn hazretleri, bir zaman sefere gitmişti. Gittikleri yerde talebeleri ile oturmuş sohbet ederken oraya biri geldi. Şeyh TÂcuddîn'in elini optu. O ise bu gelen kimseyi hic tanımıyordu. Gelen kimse; "Efendim! Ben cinlerdenim. Burası bizim kaldığımız yerdir. Sizin talebeniz olmak, feyz ve bereketlerinizden istifÂde etmek istiyorum. Sizin gibi yuksek zÂtları pek gormedik. Bunun icin sizi cok sevdik." dedi. Cinnin bu sozlerini dinleyen Şeyh TÂcuddîn onun arzusunu kabûl edip, sohbetlerinde bulunabileceğini, boylece arzu ettiklerine kavuşacağını bildirdi. Cin sevinerek oradan ayrıldı. Daha sonraki sohbetlere bu cin gelir, o buyuk zÂtı dinlerdi. Bu cinnîyi, TÂcuddîn hazretlerinden başkası gormezdi.

Şeyh TÂcuddîn-i Nakşibendî cok buyuk bir velî idi. UstÂdının HÂce Muhammed BÂkî-billah olması buna en guzel delîldir. GÂyet vakûr ve heybetli bir zÂt idi. Talebeleri yetiştirmesi, mÂnevî olarak terbiye etmesi, Allahu teÂlÂya kavuşmak arzusunda bulunanlara yol gostermesi pek guzel idi. Cok talebe yetiştirdi. Cok kerÂmetleri goruldu.

TÂcuddîn-i Nakşibendî cok kitap okumuştu. "Tasavvuf ehlinin, zÂhirî ilimlerden, fenden haberi olmaz. Onlar zikr ve tefekkurden başka bir şey bilmez" diyenlere karşı onun hÂli cok guzel bir delil, kuvvetli bir sened idi. Butun velîler gibi o da zÂhirî ve bÂtınî ilimlerde Âlim idi. BÂzı fenlere Âit oyle sozleri vardı ki, bu sozler o fende mutehassıs olan ilim sÂhiplerini dahî hayrette bırakırdı. Bircok ilimde ve tıb husûsunda cok kıymetli eserler telif etmiştir.

Bir defÂsında yanına tıb konusunda mutehassıs bir kimse gelmişti. O kimseye, tıb ilmine Âid oyle ince meseleler anlattı ki, o kimse bu ilimde ihtisas yapmış olduğu hÂlde bu yuksek bilgileri hic duymamıştı. Bu sozler karşısında cok hayrette kaldı. TÂcuddîn'e olan muhabbeti arttı.

TÂcuddîn-i Nakşibendî cok kıymetli eserler yazmış olup, bÂzılarının isimleri şoyledir: 1) Ta'rîb-ur-ReşehÂt: ReşehÂt kitÂbının FÂrisîden Arabîye tercumesidir, 2) Ta'rîb-un-NefehÂt: NefehÂt kitÂbının FÂrisîden Arabîye tercumesidir. 3) NefehÂt-ul-İlÂhiyye fî Mev'ızat-in-Nefs-iz-Zekiyye, 4) CÂmi'ul-FevÂid, 5) Es-SırÂt-ul-Mustekîm, 6) Tuhfet-us-SÂlikîn, 7) RisÂletun fî Tarîk-is-SÂdÂt-in-Nakşibendiyye, 8) RisÂlet-ut-TÂc, 9) ÂdÂb-ul Murîdîn. Son iki eser Konya Yûsuf Ağa KutuphÂnesi 695 numarada kayıtlıdır.

MUNÂSİP DEĞİLDİR

Talebelerinden biri şoyle anlatır: "Bir defÂsında hocamızla bir yerde oturuyorduk. O, feyz sacılan ağızlarından sanki inci ve mercan dokuluyor, tasavvufa Âit ince mÂrifetlerden, yuksek hakîkatlerden anlatıyordu. BÂzan da, talebelerin dikkatlerinin dağılmaması ve usanmamaları icin, arada bir latîfe ve şaka yapıyordu. Talebelerden birinin gonlunden; "Boyle yuksek bir zÂtın, boyle latîfe ve şaka ile de meşgûl olması munÂsib değildir." diye gecti. Allahu teÂlÂnın izni ile, kerÂmet olarak o talebenin kalbinden gecenleri anlayan TÂcuddîn hazretleri buyurdu ki: "MîzÂh (latîfe, şaka yapmak), Resûlullah efendimizin sunnetlerindendir. Cunku O, aşırı olmamak ve yalan olmamak şartı ileEshÂb-ı kirÂm ile şakalaşırdı." Bunun uzerine, kalbine oyle duşunceler gelen talebe, duşuncelerinde hatÂlı olduğunu, hocasının yaptığının uygunsuz olmadığını anlıyarak, o hÂline tovbe etti.

1) Mu'cem-ul-Muellifîn; c.3, s.87
2) EsmÂ-ul-Muellifîn; c.1, s.244
3) CÂmiu KerÂmÂt-il-EvliyÂ; c.1, s.373
4) HulÂsat-ul-Eser; c.1, s.464
5) ÎzÂh-ul-Meknûn; c.1, s.356, c.2, s.66, 664
6) BerekÂt-ı Ahmediye; s.70
7) Brockelmann-Sup-2, s.618
8) Tam İlmihÂl SeÂdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1151
9) İslÂm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.16, s.224
__________________