Anadolu'da yaşayan buyuk velîlerden. Silsile-i aliyye adı verilen, insanlara İslÂmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dunyÂda ve Âhirette seÂdete, mutluluğa kavuşmalarına vesile olan buyuk Âlim ve velîlerin otuz birincisidir. Peygamber efendimizin neslinden olup Seyyid AbdulkÂdir-i GeylÂnî hazretlerinin on birinci torunudur. Babası Seyyid Molla Ahmed bin SÂlih GeylÂnî'dir. ŞihÂbuddîn, İmÂduddîn, Kutbu'l-İrşÃ‚d vel-medÂr lakaplarıyla ve HakkÂrî nisbesiyle meşhûrdur. MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî hazretlerinin halîfelerindendir. Doğum tÂrihi bilinmiyor. 1853 (H.1269) senesinde Şemdinli yakınındaki Nehri'de vefÂt etti. Kabri orada olup ziyÂret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifÂde olunmaktadır.
Asil ve temiz bir Âileye mensûb olan Seyyid TÂhÂ-i HakkÂrî'de cocukluğunda buyukluk ve olgunluk halleri gorulur, zekÂ, istidÂt, vekÂr ve heybeti ile herkesin dikkatini cekerdi.
Onu her goren ilerde pek buyuk bir zÂt olacağını soylerdi. Kucuk yaşta Kur'Ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı. SuleymÂniye, Kerkuk, Irak, Erbîl, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şohretli Âlimlerden, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zÂhirî ilimleri, zamÂnın fen ve edebiyÂt bilgilerini oğrendi.
Seyyid TÂhÂ, daha ilim talebesi iken, bir gun BağdÂt'a yakın bir yerde, cok kucuk bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; "Bu su cok azdır, bununla abdest olmaz." deyince; "Bu, mÂ-i cÂridir, yÂni akar sudur. Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar." buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup cıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; "Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır." deyip elindeki balığı gosterdi. Bu buyuk kerÂmeti goren arkadaşları; "Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana îtirÂz etmeyeceğiz." dediler.
Hicrî on ucuncu asrın kutbu olan MevlÂn HÂlid, Hindistan'a giderek, GulÂm Ali Abdullah Dehlevî'nin huzûru ile şereflenip, lÂyık ve mustehak oldukları fazîlet ve kemÂlÂtı aldı. Sonra, Allahu teÂlÂnın kullarına doğru yolu gosterip Hakk'a kavuşturmak icin vatanına dondu. Her taraf, MevlÂnÂ'nın kalbinden sacılan nûrlarla aydınlanmaya başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da SuleymÂniye'de bulunan MevlÂnÂ'yı ziyÂrete gitti. Sohbetinde bulunarak, kemÂle geldi ve halîfe-i ekmeli yÂni en olgun halîfesi oldu. MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî'ye, birÂderinin oğlu Seyyid TÂhÂ'nın, hÂrikulÂde ve yuksek istidÂdını anlattı. MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî hazretleri de, bir daha gelişinde, onu berÂber getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci ziyÂretlerinde yeğeni Seyyid TÂhÂ'yı da goturdu. MevlÂn hazretleri, Bağdat'ta Seyyid TÂhÂ'yı gorur gormez, hemen AbdulkÂdir GeylÂnî hazretlerinin kabr-i şerîfine gidip, istihÂre etmesini emretti. Seyyid TÂh da kabre gidip istihÂre etti. Ceddi AbdulkÂdir GeylÂnî hazretleri, Allahu teÂlÂnın izniyle kabr-i şerîfinden kalktı ve onu cok iyi karşıladı. Sonra; "Benim yolum buyuk ise de, şimdi ehli kalmadı. MevlÂn HÂlid ise, zamÂnının Âlimi, evliyÂnın en buyuğudur. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir." buyurdu.
Seyyid TÂhÂ, buyuk dedesi Seyyid AbdulkÂdir-i GeylÂnî hazretlerinin mÂnevî emri ve izni uzerine, MevlÂnÂ'nın huzûruna geldi. Bu oyle bir gelişti ki, pek az kimselere nasîb olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıc ve gelişten belli oluyordu. MevlÂnÂ, Seyyid TÂhÂ'nın yetişmesine, gozlerin gormediği, kulakların duymadığı, kalplerin duşunemediği makamlara erişmesine himmet gosterip yardım etti. İleride zamÂnın en buyuk Âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimÂm ve ciddiyetle onu terbiye etti. RiyÂzet ve mucÂhedesinde hic eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.
MevlÂn HÂlid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnÂsında, Seyyid TÂhÂ'ya dağdan taş getirtirdi. Bu hÂl, talebeleri arasında, taaccuble karşılanır; "Hocamız MevlÂnÂ, Resûlullah'ın sallallahu aleyhi ve sellem Ehl-i beytine cok fazla bağlı olduğu hÂlde, Seyyid hazretlerini dağa gondermesindeki hikmet nedir?" derlerdi. Hazret-i MevlÂn ise, bu hususda konuşmaz sukût ederdi.
Seyyid TÂh hazretleri, MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî'nin yanında seksen gun kaldıktan sonra, velîlikte pek yuksek derecelere kavuştu. Keşf ve kerÂmet sÂhibi olarak hilÂfet-i mutlaka ile şereflendi.
Seyyid TÂh hazretleri, hilÂfetle muşerref olup Berdesûr'a hareket edeceği zaman, MevlÂn onu buyuk bir cemÂatle uğurladı. VedÂdan sonra, Seyyid TÂhÂ, MevlÂnÂ'nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, uzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, uzengiye yapışan ve onu tutanın hocası MevlÂn olduğunu gordu. "Estagfirullah" deyip, geri cekildi. MevlÂnÂ, Seyyid TÂh hazretlerine hitÂben; "Bir zaman nefsinin terbiyesi icin size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım sebebiyle uzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kacınamazsınız." buyurdu. O da sıkılarak; "Emir edebden ustundur." sozu gereğince ata bindi. Bir muddet binlerce Âlim, sÂlih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merÂsimi ile yurudu. Sonra, MevlÂn durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid TÂhÂ'ya verip; "Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. CenÂb-ı Hak yardımcın, buyuklerin rûhları sığınağın olsun." buyurdu. TÂhÂ-i HakkÂrî hazretleri MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî'nin halîfesi olarak Berdesûr'a geldi.
Amcası Seyyid Abdullah, Nehrî'de talebe yetiştirmek ile meşgûl iken, oraya cok yakın olan Berdesûr'a Seyyid TÂhÂ'nın da gonderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan bircokları; "Boyle iki buyuk halîfenin bir yere gonderilmesinin sebebi nedir?" dediler. Fakat bunu, kısa bir sure sonra Seyyid Abdullah vefÂt ettiğinde anladılar. Bunun uzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Buzurk (Buyuk Efendi) diye bilinen Seyyid TÂh hazretleri, Nehrî kasabasına gelip irşÃ‚da başladı. Burada kırk iki sene, ilim talebesine, Hak Âşıklarına ve Hakk'ı arayanlara ilim, feyz ve nûr sactı. Âşıklar, uzaktan yakından pervÂne gibi bu irşÃ‚d ve nûr kaynağının etrÂfına toplandılar. Nehrî, Cennet bahcelerinin gıbta edeceği bir gulistan oldu. Allah'ı arayanların arzusu ve rûhlarının mıknatısı hÂline geldi. Şimdi birkac harab evin bulunduğu Nehrî'de, o zaman nufus on altı bine yukseldi. Nehrî birkac cÂmi, mescid, medreseler, carşı ve diğer dukkÂn, han, hamam ve benzeri binÂlarla o civÂrın merkezi idi.
Seyyid TÂhÂ'nın sohbetleri bereketiyle pekcok kimse Allahu teÂlÂnın rızÂsını kazandı.
Seyyid TÂh hazretleri, en buyuk velîlerden olup, onu goren muslim veya gayr-i muslim, o anda Allahu teÂlÂyı hatırlardı.
Bir sohbeti esnÂsında buyurdu ki:
"Bana Cennet ve Cehennem'den bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda olanlara bu ikisi tesir etmez." Bu sozu acıklarken halîfesi Seyyid Sıbgatullah ArvÂsî şoyle buyurdu: "EbrÂr, yÂni iyi muminler Âhiretleri icin amel ederler, mukarrebler, yÂni AllahuteÂlÂya yakın olan ve hep O'nunla bulunmaktan zevk alan seckinler, sÂdece Allahu teÂl icin amel ederler."
İnkarcılardan ve bid'at sÂhiplerinden kacınmak hususunda buyurdu ki:
"Munkirden (inkÂrcıdan) ve bid'at ehlinden aslandan kacar gibi kacın! Munkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gun olur. Bu munkirler, Resûlullah'ın zamÂnında olsalardı, ona îmÂn etmezlerdi."
Seyyid TÂh hazretleri bÂzan; "MisvÂkla kılınan bir rekat namaz, misvÂksız kılınan yetmiş rekattan hayırlıdır." hadîs-i şerîfini okurdu. "Hadîsdeki sivÂk, "misvÂklamak" mÂnÂsına geldiği gibi "sensiz" mÂnÂsına da gelir. O zaman hadîs-i şerîfin mÂnÂsı; "Sensiz, yÂni kendini duşunmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rekattan faydalıdır." buyururdu.
Seyyid TÂh hazretleri, vef ve sadÂkatte hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ı, şecÂatte ve adÂlette hazret-i Omer'i, hay ve hilmde hazret-i Osman'ı, vilÂyet-i kubrÂda hazret-i İmÂm Ali'yi (r.anhum) temsil ederdi. Tıpkı Resûlullah'a yakın EshÂb-ı kirÂmdan birisi gibiydi.
Seyyid TÂh hazretlerinin, murÂkabe etmesinin cokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi gorunurdu. VekÂr ve heybetinden mubÂrek yuzune bakılmazdı. Yuzundeki heybet ışığı, on dorduncu gecedeki ay gibi gozleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları gur, iki kaşları arası acık, mubÂrek gozleri siyah, yuzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nûr parcası idi. Gonul sÂhibleri gorunce, rûhen Âşık olurlardı. HulÂsa, ilÂhî nûrun tecellîsi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden gecerlerdi. Nehrî hudûduna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gonul sÂhiplerini istil ederdi. ZiyÂretciler, abdestsiz olarak Nehrî'ye giremezdi. En buyuk halîfelerinden "Halîfe Kose" lakabıyla tanınan meşhûr Molla TÂh buyurdu ki: "İki yerinden başka Nehrî'nin butun taşları, ağacları, herşeyi nûrdur. Biri, yahûdî mahallesi, oburu Mûs Bey ismindeki bir munÂfığın kalesidir."
Seyyid TÂh hazretleri, teheccud namazını ekseriy bereketli evinde, bÂzan kendi mescidlerinde ed ederlerdi. Kuşluk namazını dÂim cÂmide kılardı. Her gun medreseleri kontrol eder, muderris ve talebelerin tahsîllerini tedkik buyururdu. Muderrislerin muşkil meselelerini hÂllederdi. Nehrî, karınca yuvası gibi, dÂim sÂlih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gonul sÂhibi feyz almak icin boyunlarını bukup, o dergÂha akın ederlerdi. Gece-gunduz o makÂmın, zikr, fikr, ibÂdet ve tÂatsız bir Ânı bulunmazdı. Seyyid TÂh hazretleri dergÂhı teşriflerinde, herkesin gonulleri, inci sacılan dillerinden cıkacak sozlere bağlanırdı. Nehrî kasabası bin yedi yuz hÂne iken, hicbir evde yemek soz konusu değildi. Hepsi Seyyid TÂhÂ-i HakkÂrî'nin dergÂhından yer, icerdi. İkindi namazından sonra "Hatm-i hÂcegÂn-ı kebîr", sonra İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin MektûbÂt'ı okunurdu. Seyyid Fehîm hazretleri Nehrî'de ise ona, yok ise, muhterem dÂmÂdları ve halîfeleri Seyyid Abdulehad hazretlerine okuturlardı.
Bu arada bÂzı kelime veya cumle uzerinde yapılan geniş îzÂhlar, sohbetlerinin esÂsını teşkil ederdi. Nehrî'de misÂfirlerden, faraz sadrÂzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fÂsılası yoktu. Bu muddet zikr, fikr ve ibÂdetle gecirilirdi. Akşam yemeği, akşam namazından once yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hÂlini genişce suÂl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe calışırlardı. Sıla-i rahme, akrab ziyÂretine ehemmiyet verir, muhtac olanların ihtiyaclarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar, ancak bÂzı muslumanların zararını onlemek uzere mektup yazarlardı. HÂlbuki başta Sultan Abdulmecîd HÂn olmak uzere, butun devlet adamları her emirlerine ÂmÂde ve hazırdı.
Seyyid TÂh hazretleri, butun cihÂna hukmeden bir hukumdÂr olsa, dunyÂyı en guzel şekilde idÂre edebilirdi. Aklı, idrÂki, idÂre ve intizÂmı akıllara hayret verirdi. Duny ve Âhirete Âit ilimlerdeki mahÂret ve ihtisÂsı herkesten ustundu. HulÂsa, madden ve mÂnen, İslÂm Âlemine bahşedilen ilÂhî lutuflardan bir buyuk nîmetti.
Seyyid Abdulhakîm ArvÂsî hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid Muhammed, o zaman Van'dan gelip, bu kaynaktan feyz aldı. Seyyid TÂhÂ, Van'ı şereflendirince, Seyyid Muhammed'in evinde misÂfir olurdu. Seyyid Muhammed'in birÂderi Molla Lutfî'nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de, HizÂn'dan Van'a gelince, Seyyid TÂhÂ'ya talebe oldu. Cok feyz ve bereketlere kavuştu. Sonra HizÂn'a babasının yanına gitti. Bundan sonra, yuzlerce talebesi ile, her yıl Nehrî'ye Seyyid TÂh hazretlerini ziyÂrete giderdi.
Seyyid Tah hazretlerinin, Halîfe Kose nÂmıyla tanınan; Âlim, Âmil ve veliy-yi kÂmil bir talebesi vardı. Seyyid TÂhÂ'nın halîfelerinden olup, ismi TÂh idi. Edebinden, "İsmim TÂhÂ'dır." demeğe hay ederdi. UstÂdından kendisine bir isim vermesini duşunur, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Bir gun, bu duşuncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; "Bizim Kose buraya gelsin." buyurdu. Buna cok sevinip, bu ismi uzerine aldı ve hilÂfetle şereflendikten sonra da ismi, "Halîfe Kose" kaldı.
Seyyid TÂhÂ-i HakkÂrî'nin pek cok kerÂmetleri vardır.
Bir gece, hırsız, Seyyid TÂh hazretlerinin anbarına girip bir cuval un almak istemişti. Cuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp goturemedi. O sırada, Seyyid TÂh hazretleri anbara geldi ve; "Ne o, cuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim." deyince, hırsız, donakalıp birşey diyemedi. Seyyid hazretleri cuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; "Bunu al git, bizim adamlarımız gormesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyÂcın olursa, anbara değil, bize gel!" buyurduğunda hırsız, tovbe edip, sÂdık talebelerinden oldu.
Seyyid TÂh hazretlerinin kayınpederi, Nehrî kÂdısı idi. Bu mubÂrek dÂmÂdını o kadar cok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahce duvarının kapısının girişinde yapılmasını ve; "Seyyid TÂh hazretlerinin kabrini ziyÂret etmek isteyen Hak Âşıkları, benim mezÂrıma uğrayıp da gecsinler. Belki o mubÂrek zÂtı ziyÂret edenlerin hurmetine Allahu teÂl beni affeder. YÂhut onu ziyÂrete gelenlerin ayaklarına mezÂrımın toprağı değmekle teberruk ederim." buyurdu. (Gercekten o mezÂr, Seyyid TÂh hazretlerinin mubÂrek kabirlerinin tam girişindedir.)
Bir Ermeni, Seyyid TÂh hazretlerine gelip; "Cocuğum olmuyor, sizin buyuk bir zÂt olduğunuza inanıyorum. Du edin de, cocuğum olsun." dedi. Seyyid TÂh hazretleri, talebesinden birine; "Git bir beze iki tÂne koyun tuyu koy, sar, getir!" buyurdu. Talebesi emri yerine getirdi. Seyyid TÂhÂ, Ermeniye; "Bu bezi beline sar, hic cıkarma!" buyurdu. Aynı Ermeni beş sene sonra gelip; "Efendim, her batında iki cocuk olmak uzere, beş senede on tÂne cocuğum oldu. Artık yeter." dedi. Seyyid TÂh da; "Belindekini artık cıkarabilirsin." buyurdu.
Seyyid TÂh hazretleri, bir gece ruyÂsında Resûl-i ekrem efendimizi ucsuz-bucaksız bir sahrÂda ilerlerken gordu. Onlerinde, yanlarında ve arkalarında, şefÂat isteyen pekcok insan vardı. Kimi eteklerine tutunmuş, kimi onlerinde dize gelmiş ve başını eğmişti. Seyyid TÂh hazretleri bir kenÂrda bekliyordu. Allah'ın Resûlu onu gorunce, ona doğru yoneldiler ve iltifÂtlarda bulundular.
Yine bir gece ruyÂsında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan icmeğe koştuğunu gordu. Kendisi ise o gun, suyu kaynağından icmek icin dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gordu ki, suyun kaynağında Allah'ın Resûlu var. Ve butun sahrÂyı kol kol dolaşan sular, O'nun mukaddes parmaklarından akmaktadır... Seyyid TÂhÂ, suyu o mubÂrek parmaklardan ve fışkırış noktasından icmek saÂdetine erişmek icin yaklaştı ve icti.
Hocası MevlÂn HÂlid hazretleri, kendisine yazdığı FÂrisî mektuplarından birinde şoyle buyurdular: "Kıymetli Seyyid TÂhÂ! Allahu teÂlÂnın emÂnında olunuz! Âfet olan şohretten dÂim cok sakınınız! Kişi icin, talebelerin cokluğu buyuk bel olabilir. Allahu teÂl sizi o Âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, oldurucu, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idÂreli dil kullanmaktan cok uzak olmalıdır. İnşÃ‚allah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat dÂvet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının dÂvetine gidilsin. Boyle dÂvete verilecek cevap şudur: "Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dunyÂdan kesilmek ve İslÂm pÂdişÃ‚hına du etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reislerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz." Sana emrettiğim uzere ol, muhÂlefet etme! MollaMustafa Eşnevî'ye de fakîrin selÂmını soyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun icindir. Fitne olan yerden cok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarûrîdir. Bizden bir şey gizli tutulmasın ki, helÂke sebeb olur. Kulların en zayıfı HÂlid-i Nakşibendî Mucedidî."
MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî hazretleri, Seyyid TÂhÂ-i HakkÂrî'ye yazdığı başka bir mektubunda da buyurdu ki: "Allahu teÂl kalbimin sevgilisi Seyyid TÂhÂ'yı fen ve bek makamlarının nihÂyetine kavuşturmakla şereflendirsin. Bu fakîre muhabbet ve ihlÂs bağı ile bağlılığınızı bildiren mektubunuz geldi. Yuksek Nakşibendiyye yoluna hizmet icin calıştığınız ve Kur'Ân-ı kerîmi bir usûl ile hatmetme haberinize cok sevindik. İhlÂslı olmak şartı ile insanlar sizin vÂsıtanızla Allahu teÂlÂya ibÂdet etmek, Peygamber efendimizin sunnet-i seniyyesine uymak gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı sevÂb kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. "İyi bir cığır acan musluman kimseye, actığı o cığırın sevÂbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevÂbı da verilir. Bununla berÂber onların sevÂbından da hicbir şey eksilmez." hadîs-i şerîfi bu sozumuze acık delildir. Allahu teÂlÂnın selÂmı, rahmet ve bereketi uzerinize olsun. Kulların en zayıfı HÂlid-i Nakşibendî."
Seyyid TÂh hazretleri, halîfesi Seyyid Sıbgatullah ArvÂsî'ye yazdıkları FÂrisî bir mektupta şoyle buyuruyor: "Adı guzel, feyz ve fayda menbÂı Molla Sıbgatullah! SelÂm eder, duÂlarımı bildiririm. Gonderdiğiniz guzel mektubunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahu teÂlÂya hamd ve şukurler olsun ki, duny ve Âhiret saÂdetinin sermÂyesi olan fukÂraya (evliyÂya) muhabbetiniz sonmemiş bir kor gibi durmaktadır. İki şeyi muhÂfaza etmek lÂzımdır. Bunlar; dînin sÂhibine son derece bağlılık ve hocasına ihlÂs ve muhabbet uzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse nîmettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka bir şey verilmezse, hic uzulmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel ve sakatlık olursa, bununla birlikte hÂller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrÂc bilmeli, kendinin harablığı gormelidir. Doğru yol budur. Allahu teÂl muvaffak eylesin!"
İkinci mektuplarında da; "DuÂcınızın hÂllerini sorarsanız, Allahu teÂlÂya hamd olsun ki, sevdiklerimizin istediği şekildedir. "Kardeşimin oğlu, birkac kimse ile birlikte huzûrunuzla şereflenmek isterler. İzin var mıdır?" diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara karşı yetersiz gostermemek şartıyla. Her zaman geliniz. Canınız istediği kadar kalınız. Ne zaman gitmek isterseniz gidersiniz. VesselÂm ved-duÂ. Kulların en zaifi Seyyid TÂh HÂlidî Nakşibendî."
Bir gun Seyyid TÂh hazretlerine; "Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin uzerinde turbe vardır. Başkalarında ise yoktur. Acab hikmeti nedir?" diye sordular. Seyyid TÂh hazretleri de şoyle buyurdu: "Biz Berdesûr'dan Nehrî'ye gelmeden once, basit bir şekilde ortmuşler. Amcam sağ olsaydı, babasının ustunu dahî ortmezdi. MÂdem ki, siz orttunuz, biz bir şey demiyoruz. Ama bizim uzerimiz ortulmeyecektir." (Gercekten bu emir devÂm etmektedir. Başkale'de, Gayda'da, Arvas'da, Van'da, Ankara'da ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hicbirinin ustu ortulu yÂni turbe icinde değildir.)
Seyyid TÂh hazretleri ŞehîdÂn Dağını her yıl iki kere ziyÂret ederdi. (Bu dağ, Şemdinli'nin doğusunda, hatt babalarının medfûn bulunduğu MeleyÂn Koyunun de doğusundadır. İran hudûduna yakındır. Hazret-i Omer zamÂnında, EshÂb-ı kirÂm, o belde ve ulkeleri feth icin buraya gelmişler ve bu dağda şehîd olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi ŞehîdÂn (şehîdler) Dağıdır.
Irak'ın RevÂndız havÂlisinde, Berzencî kabîlesi ile Hayderî kabîlesi arasında bir husûmet meydana gelip, birbirlerine harb îlÂn ettiler. Irak'ta, sozleri gecen butun halk araya girdiği hÂlde, bu fitne ve kavgayı onleyemediler. Onemli mesele olduğundan, Seyyid TÂh hazretlerine; "Bunu siz hÂlledersiniz." dediler. Sulh ve barıştırma, dînî bir emir olduğundan, hemen Irak'a, yÂni RevÂndız'a hareket eyledi. Her iki taraf Seyyid TÂh hazretlerini gorunce, birlikte karşılayıp ellerini operek emirlerine uydular. Bunları barıştırıp, Nehrî'ye geldiklerinde, Âdetleri olduğu uzere, Nehrî yolunda bulunan nehir kenÂrında Zî Tûv Ceşmesi başında istirahat ettiler. BerÂberlerinde bulunan bin kişiye oyle bir teveccuh ettiler ki, bunlardan beş yuz kişi derhal, o anda hÂl ve kerÂmet sÂhibi oldu.
Irak'tan iki seyyid genc, altı katırı hediyelerle yukleyip, Nehrî'ye, Seyyid TÂh hazretlerine getirmek icin yola cıktılar. HÂrunÂn Koyunden gecerken, Seyyid TÂh hazretlerinin buyukluğunu inkÂr eden Mûs Bey adındaki zÂt, katırları yukleri ile birlikte gasbetti. Gencler ağlayarak Nehrî'ye gelip Seyyid TÂh hazretlerini haberdÂr ettiler. Seyyid TÂhÂ, Mûs Beye haber gonderip; "Bu katırların yukleri bana Âid olduğundan, yukler senin olsun. Bu gencler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et." buyurdu. Mûs Bey emirlerini dinlemedi, katırları vermedi. İkinci def haber gonderip; "Benim nÂmıma ve hatırıma versin." buyurdu. Buna da karşı cıkınca, Seyyid TÂh buyuk hiddetle; "Cum gecesi gelsin de o vermesin gorelim." buyurdu. Cum gecesi, Nehrî'den, talebeler gidip, netîceyi oğrenmek icin nobet beklediler. Meğer Bey, divÂnhÂnesinde kendine tÂbi olanlarla oturmuş, Seyyid TÂhÂ'nın evliyÂlığını inkÂr husûsunda konuşuyormuş.
Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, mîdesine bir ağrı girerek. "Karnım!.. karnım!.." diye bağırarak can vermiş. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehrî'ye gelip, katırları yukleri ile birlikte teslim ederek Seyyid TÂhÂ'ya sığındılar. "Lutfen, merhameten babamızın defin merÂsiminde bulunup, du buyurunuz." dediler. Onlara cevÂben; "Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz." buyurdu. Cocukları cok israr ettiler. Hazret-i Seyyid nihÂyet kalkıp, cenÂzeye gitti. CenÂzenin kapkara komur gibi olduğu goruldu. Definden sonra, Seyyid TÂhÂ; "Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi." buyurdu. CenÂb-ı Hak, bir seyyide hakÂret etmenin onu uzmenin cezÂsını verdi. Bunu herkes acıkca gordu.
Berzencî seyyidlerinden Seyyid MûsÂ, kervancıbaşı olarak İran'a gidiyordu. GÂyet sarp bir yerde, ayağı kayan katırı ucuruma yuvarlanırken; "İmdÂd y Seyyid TÂhÂ!" diye bağırdı. O anda bir el, hayvanı olduğu yerde durdurdu. Cekip yola cıkardılar. Seyyid MûsÂ, bir muddet sonra ziyÂret icin Nehrî'ye gitti. Seyyid TÂh hazretleri; "Y Seyyid MûsÂ! Bir katır icin bizi İran'a cekiyorsunuz." buyurdu.
Van'ın Gurpınar kazÂsından bir zÂt, Nehrî'ye gidip, Seyyid TÂhÂ'ya talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri donup evine geldi. Talebe olduktan birkac gun sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; "Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi." diye vesvese verdi. O talebe nihÂyet Seyyid TÂh hazretlerinin daha once kendisine hediye ettiği tesbihi iÂde etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid TÂhÂ'ya takdim edildiğinde, tebessum buyurdu. Aradan gunler gecmişti. Seyyid TÂh hazretleri, bir gun oğle vakti namaza kalkarken, birden mubÂrek ellerini uzatıp; "Def ol, y laîn!" buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halîfe Kose; "Efendim, mubÂrek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?" diye suÂl etti. O da; "Gurpınar'da bir musluman sekerÂtta iken, şeytan aleyhillÂne îmÂnsız gitmesine calışıyordu. Buyuklerin bereketiyle defedildi. Adam îmÂnla vefÂt etti." buyurdu. Halîfe Kose; "Tesbihi iÂde eden olmasın?" dedi. "Evet, odur!" buyurdu. "Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti." deyince de; "Bir zaman bize muhabbeti vardı." buyurdular.
Seyyid TÂh hazretleri, bir gun cÂmide buyuk bir cemÂate namaz kıldırmak icin ayağa kalkmıştı. Niyetten once, mubÂrek sağ elini birden ileri uzattı. Geri cektiğinde bir mikdar su, mubÂrek cubbelerinin kolundan dokuldu. Canlı bir balık da yere duştu ve cırpınmağa başladı. CemÂat hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Halîfe Kose cesÂret edip; "Efendim, bu su ve balık nereden geldi?" diye arz etti. Seyyid TÂh hazretleri cevÂben; "Kızıldeniz'de bir gemi batıyordu. Talebelerimizden birinin; "İmdÂt y mubÂrek hocam!" diye cağırması uzerine, yardım edip, gemiyi duzelttik. Buyuklerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu su ve balık oradandır." buyurdu.
Sultan Abdulmecîd HÂn zamÂnında, Mukus kaymakamı Derviş Bey, kaymakamlıktan cıkarılmış, ayrıca yakalandığında hapse atılması emredilmişti. Bu yuzden Derviş Bey, gece gunduz saklanıyor dışarı cıkamıyordu. Sonunda Derviş Beyin hatırına, Arvas'ta Seyyid Fehîm hazretleri geldi. Hemen huzûruna gidip, tovbe ettiğini, vazifesine yeniden iÂde edilmesini ve affedilmesi icin Şark bolgesinin askerî idÂre Âmiri olan Erzincan muşîrine şefÂatcı olmasını istedi. Seyyid Fehîm hazretleri kendisine sığınan kaymakama; "Allahu teÂlÂya hamd ve şukur olsun ki, seyyidimiz ve murşidimiz hayattadır. Boyle muhim meselelere karışmam doğru olmaz. Seni bir mektupla ona gondereyim. İnşÃ‚allah tesirini muhakkak gorursunuz." diye mujde verdi. Kaymakam Derviş Bey, Seyyid TÂh hazretlerinin huzûruna varınca, takdim olunan mektubu okudu. Sonra, Seyyid TÂhÂ, hemen Erzincan Muşîrine şu meÂlde bir emirnÂme yazdı: "Derviş Beyi sana gonderiyorum. İşini mutlak yap. Senin de bana bir işin duşerse yaparım vesselÂm." Mektubu Derviş Beye verdi. Derviş Bey mektubu okudu, tatmin olmadı. Fakat; "Bundan başka cÂre yoktur." deyip, Erzincan'a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan'a ulaştı; "Şimdi bir otele ineyim, yarın Muşîrle goruşurum." deyip, bir otele gitti. Hemen karşısında polisleri gordu. Meğer butun otellerin kapısındaki polisler, Derviş Beyi bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş olduğunu anlayınca, hurmet gosterip; "Hemen Muşîr Beye gidelim." dediler. Derviş Bey; "Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim." dediyse de, polisler; "Bize
verilen emir ve tÂlimat şudur: "Mukus'lu Derviş Bey hangi saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın." Derviş Beyi hemen goturup, Muşîre haber verdiler. Muşîr derhal kalkıp, Derviş Beyin boynuna sarıldı ve; "Bu sekizinci gecedir. Hazret-i Seyyid TÂh bir an bile uyku ve istirahatime musÂade buyurmadılar; "Derviş Beyi gonderiyorum, işini mutlak yap, serbest olsun, aksi takdirde helÂk olursun." buyuruyor." dedi. Hemen telgrafla Derviş Beyin tahliye edilmesini, affedildiğini, vazifesine iÂde edildiğini bildirdi. Serbest olarak eski yerine gonderdi. Derviş Bey, donuşunde teşekkur icin Nehrî'ye Seyyid TÂh hazretlerine gidip, elini optu; "Sizin yolunuza girip talebeniz olmak istiyorum." deyince, Seyyid hazretleri; "Arvas'a git, Seyyid Fehîm Efendi, yapacağın vazifeyi soylesin." buyurdu.
MisÂfirlerin hizmetiyle vazîfeli levÂzım Âmiri, bir akşam uzeri Seyyid TÂh hazretlerinin huzûruna gelerek; "Efendim! Bu fakîr, bu akşam uzeri, bin erkek ve beş yuz kadın misÂfirin yemeklerini cıkartıp yedirdim. Şu anda beş yuz kişi Nehrî'ye girmektedir. Anbarlarda un kalmadı, ne yapayım?" diye arzedince, Seyyid TÂhÂ; "Anbarlarda olması lÂzım." buyurdu. "Efendim, supurdum, bir şey kalmadı." deyince; "Bir daha bak." diye emretti. Bunun uzerine Âmir gidip baktığında, anbarların unla dolu olduğunu hayretle gordu.
Seyyid TÂhÂ, Nehrî'nin alt tarafında bir değirmen yapmayı duşundu. Bu değirmenin plÂn ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılışı esnÂsında talebeleriyle berÂber sırtında taş taşıdı. Gunlerce calıştıktan sonra nihÂyet değirmenin inşÃ‚sı tamamlandı. Değirmen oyle sanatlı, oyle muntazam yapılmıştı ki, hazne kısmına buğday konulduğunda kendiliğinden calışmaya başlar, haznede buğday bittiğinde de dururdu. Bunu gorenler, Seyyid TÂh hazretlerinin aklının cokluğuna hayran kalırlardı. Nitekim halîfelerinden Seyyid Sıbgatullah şu beyti soylemiştir:
"Gozumuz revak gibi sizin eşiğinizdedir,
Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir."
Seyyid hazretleri beyti işitip, iltifÂtla yanlarına teşrif buyurdu.
Bir kimse şehîd olmuş ve buyuk bir velînin yanına defnedilmişti. Seyyid TÂh onun şehîdlik mertebesini gorup; "Bu kimsenin, şu buyuk velîden aşağı olduğu soylenemez." buyurdu.
Seyyid TÂh hazretleri, kendisini MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî'ye goturen velî-nîmeti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu buyuk nîmetin şukru olarak, hep hurmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve rûhuna pekcok sevÂblar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: "VefÂt ettiğimde benim kabrimi kabristanın en ust tarafına yapınız ki, sırf beni ziyÂrete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecbûriyetinde kalsınlar. Onu da ziyÂret ederek mubÂrek rûhuna sevÂblar hediye etsinler." (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah'ın kabri girişte idi. Seyyid TÂh hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid Abdullah'ın kabrinin yanından gecmesi lÂzımdır).
TÂhÂ-i HakkÂrî hazretleri pek yuksek bir veliydi. Nitekim bir defasında MevlÂn HÂlid-i BağdÂdî hazretleri; "Beni Seyyid Abdullah ve Seyyid TÂhÂ'dan ustun zannetmeyin" buyurmuştu. Meclisinde olanlar; "Efendim, siz ikisinin de hocasısınız" dediler. "Benim onlar yanındaki yerim, bir sultanın cocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın cocukları olduğu icin, bu hocadan ustundurler." buyurdu.
Bir gun Seyyid TÂh hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki: "Molla Sıbgatullah! UstÂda muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden ustundur. Cunku ustÂd, kemÂl mertebelerinin en yukseğine kavuşturmak ve ona mÂrifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izÂle eder, giderir."
Yine şoyle buyurdu:
"Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esÂsını EshÂb-ı kirÂmın (aleyhimurrıdvÂn) yolu uzere kurdu. Onlar Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de, ustÂda muhabbet yeter."
Seyyid Sıbgatullah ArvÂsî hazretleri, Seyyid TÂh hazretlerine; "NefehÂt gibi bÂzı kitaplarda, bÂzı evliy icin (kuddise sirruh) bÂzıları icin (rahmetullahi aleyh) deniyor; hikmeti nedir?" diye suÂl edince, şoyle buyurdu: "Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden bir şeyler kalanlar icindir. Nefsden tamÂmen kurtulmak, irşÃ‚dın şartı değildir. (Rahmetullahi aleyh) denenlerden de bir coğu, irşÃ‚d makÂmına oturmuşlar, buyuklerin yolunda olup, faydalı olmuşlardır."
Bir halîfesine şoyle buyurdu: "Halka once işÃ‚retle muÂmele et, bu fayda vermezse ibÂre ile (soz ile) soyle. Bu da fayda vermezse, ondan yuz cevir. Sen birinden yuzunu cevirirsen, Resûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar butun "Silsile-i aliyye" buyukleri ondan yuz cevirir."
Bir gun, kendilerine; "Nehrî'de sÂdık talebeniz kimdir?" dediler. "Molla Muhammed Munhanî'dir" buyurdu. "O, katı tabiatlıdır." dediler. Bunun uzerine, MevlÂn Ahmed Cuzeyrî'nin DîvÂn'ındaki şu beyti okudu:
"Ehl-i tarîk, makamları seyr ederken renk renktir,
Bir kısmı ilÂhî cemÂl, bir kısmı celÂldedir."
Ceşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:
"Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibÂdeti kendinden bilmek) ile ortup yok etmeyiniz."
"Bizim yolumuzda ucb ve riy yoktur. Riy ve ucba helÂl diyen, yolumuzda değildir."
"Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."
EvliyÂnın vefÂtından sonra istifÂde hakkında; "Kılıc kınından cıkmadıkca, (rûh, bedenden cıkmadıkca) kesmez." buyurdu.
"Zikr yapılmaksızın yalnız rÂbıta ile Hakk'a kavuşmak mumkundur.
Zikr ise, rÂbıtasız kavuşturucu değildir."
TÂhÂ-i HakkÂrî hazretleri Nehri'de kaldığı kırk iki sene icinde İslÂmiyetin emir ve yasaklarını insanlara anlatarak onların duny ve Âhirette kurtuluşları icin calıştı. Butun hocaları gibi İslÂmın guzel ahlÂkını yaydı. SiyÂsete karışmadı. Pekcok velî yetiştirip onlara hilÂfet verdi. İslÂmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: BirÂderi Seyyid Muhammed SÂlih, Seyyid Sıbgatullah ArvÂsî, Seyyid Fehîm ArvÂsî, dÂmÂdı ve kÂtibi Seyyid Abdulehad, Muhammed Kufrevî, Halife Kose adıyla meşhûr olan Şeyh TÂhÂ, Molla Resûl Sibkî, MevlÂn Hacı HakkÂrî, SuleymÂn Baradustî, Molla Muhammed MunhÂnî HoşÃ‚bî, Şeyh Ahmed Meczûb. Bunlardan başka halîfeleri de vardır.
Seyyid TÂhÂ-i HakkÂrî hazretleri 1852 (H.1269) senesinde bir ikindi vakti, Haram Ceşmesi denilen ağaclık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet Ânında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli dÂmÂdı Abdulehad Efendiye okuttuktan sonra; "Abdulehad! Şohret Âfettir. Artık bizim dunyÂdan gitmemizin zamÂnı geldi." buyurdu. Abdulehad da; "Aman Efendim, Şam'dan gelen bu iki mektup nedir ki?" dedi. O gun sohbetten sonra hÂne-i saÂdetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gun hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mumkun olduğu kadar ayakta kılmaya calıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi gunu talebeleri ve yakınları ile helÂllaştı, vedÂlaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid SÂlih hazretlerini cağırttı. Onun icin; "Biraderim SÂlih, kÂmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurdu. Yerine kardeşi SÂlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin YÂsîn-i şerîf tilÂvetleri arasında, mubÂrek rûhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.
MubÂrek mezÂrı Nehrî'dedir. Onu seven Âşıkları, uzak yerlerden gelerek, mubÂrek kabrinden fışkıran nûrlardan, feyzlerden istifÂde etmekte, bereketlenmektedirler.
Seyyid TÂhÂ-i HakkÂrî hazretlerinin nesli oğullarıyla devÂm etmiştir. Seyyid Habîb, Seyyid Mahmûd, Seyyid AlÂeddîn ve Seyyid Ubeydullah isimlerinde dort oğlu vardı. Bunlardan Seyyid Habib Efendi, genc yaşta vefÂt etti. Seyyid Mahmûd ve Seyyid AlÂeddîn Efendilerin de oğulları vardı. Seyyid TÂhÂ-i HakkÂrî hazretlerinin Seyyid Ubeydullah adındaki oğlu, nufûzunun ve talebelerinin cokluğu ile meşhûrdur. Babasının vefÂtından sonra amcası Seyyid SÂlih hazretlerinin sohbet ve irşÃ‚dıyla kemÂle gelmiş, 1864 senesinde amcasının vefÂtından sonra irşÃ‚d makÂmına oturmuştu. Ehl-i sunnete cok hizmet etti. Seyyid Fehîm-i ArvÂsî hazretleriyle birlikte hacca gitti. Sonra Taif'te ikÂmete memur edildi. Bir muddet sonra KÂbe-i muazzamayı tavaf esnÂsında iki rekat namaz kılarken secdede vefÂt etti. Cennet-i Mualla kabristanına defnedildi. Seyyid Ubeydullah Efendinin; Seyyid Reşîd, Seyyid AlÂeddîn, Seyyid Mazhar, Seyyid AbdulkÂdir, Seyyid Muhammed Sıddîk isminde beş oğlu vardı. Bu oğulları vÂsıtasıyla nesli devÂm etmiştir.
ELHAMDULİLLAH
Seyyid TÂh hazretleri zamÂnında, İran ŞÃ‚hı, Şemdinan'a yakın 145 pÂre koyu, her şeyi ile berÂber Seyyid TÂhÂ'ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; "Elhamdulillah." dedi. İran şÃ‚hı olunce, oğlu bu koyleri geri aldı. Haberi Seyyid TÂhÂ'ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; "Elhamdulillah." buyurdu. EshÂbından Halîfe Kose; "Efendim! Koyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?" diye arzedince; "Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Duny malına sevinmediğimi gordum, bunun icin hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hic uzuntu bulunmadığını gordum. Yine hamd ettim." buyurdu.
SENİN ARADIĞIN ŞEY BU KAPIDA YOKTUR
Musul taraflarında şeyhlik iddiÂsında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid TÂh hazretlerinin yanına gonderdi ve; "Seyyid TÂhÂ'ya, sunnete uymayan bir iş işletmeden, buraya donme!" dedi. O da kalkıp Nehrî'ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid TÂh hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescidden sağ ayakla cıkmasını ve sunnete uygun olmayan bir iş yapmasını duşunmuştu. Fakat Seyyid TÂh hazretleri, kalabalık icerisinde, o kişiye hitÂb edip; "Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur." buyurdu.
SEYYİDLERİ UZMEK
Bir zamanlar Irak'ta, Berzencî ve Hayderî,
NÂmında iki buyuk, kabîle var idi ki,
Bunların arasına, girerek bir husûmet,
İlerleyip savaşa, dondu bu en nihÂyet.
Ne kadar sozu gecen, îtibÂrlı adamlar,
Araya girdiyse de, mÂni olamadılar.
CÂresizlik icinde, dedi ki bir cokları;
"Nehri'de Seyyid TÂhÂ, barıştırır bunları."
Bir heyet tertîb edip, yollandılar Nehri'ye,
Ve bunu arz ettiler, TÂhÂ-i HakkÂrî'ye.
Dediler: "İşte boyle, cok muşkîldir vaziyyet,
Bunu hÂlletmek icin, buyursanız bir himmet.
Şu an iki kabîle, savaşmak uzeredir,
Kalmadı başka cÂre, butun umit sizdedir."
Hem dînî, hem insÂnî, vazîfe olduğundan,
Kabûl edip, onlarla, Irak'a oldu revan.
HÂdise mahalline, gelirken yavaş yavaş,
Başlamak uzereydi, neredeyse bir savaş.
LÂkin teşrîf edince, oraya bu velî zÂt,
Ânında sona erdi, bu buyuk fitne fesat.
Zîr iki taraf da, gorup Seyyid TÂhÂ'yı,
Ânında bıraktılar, bu doğuş ve kavgayı.
Ve cok buyuk hurmetle, onu karşıladılar,
Sonra birbirleriyle, barışıp anlaştılar.
Bu mahalden Nehri'ye, donerken bu buyuk zÂt,
Bir ceşmenin başında, eyledi istirahat.
Yanlarında bin kişi, vardı ki o zamanlar,
Buyurdu herbirine bir teveccuh ve nazar.
Bu, oyle bir teveccuh ve oyle nazardı ki,
Cok az vÂki olmuştu, tÂrihte bunun gibi.
Zîr o teveccuhte, vardı ki bir bereket,
Beşyuz kişi bir anda, oldu ehl-i kerÂmet.
Bir gun de seyyidlerden, iki kişi, bir ara,
Bir hayli hediyeler, yukleyip katırlara,
Hediye etmek icin, TÂhÂ-i HakkÂrî'ye,
Irak'tan yola cıkıp, gelirlerdi Nehri'ye.
LÂkin Mûs Bey diye, bir munÂfık, onları,
Durdurup, yukleriyle, gasbetti katırları.
O iki seyyid ise, uzulup bu vak'aya,
Gelip haber verdiler, bunu Seyyid TÂhÂ'ya.
O da bu munÂfığa, gonderdi ki bir haber:
"Peygamber evlÂdıdır, uzduğun bu kimseler
Bunun icin onlara, gosterip saygı hurmet,
DerhÂl katırlarını, onlara iÂde et.
Yukler bana Âitti, olsunlar onlar senin,
Ve lÂkin kalplerini, kırma bu seyyidlerin."
Mûs Bey, bu haberi, aldı ise de, fakat,
Onun bu ricÂsına, etmedi hic iltifat.
Onun bu tutumunu, oğrenip Seyyid TÂhÂ,
Ona, başka biriyle, saldı bir haber daha.
Yine dinlemeyince, cok uzuldu bu hÂle,
Artık Hak teÂlÂya, etti onu havÂle.
Gunlerden Cum idi, evinde o munÂfık,
Gece yatmak uzere, yapıyorken hazırlık.
Midesine şiddetli, bir ağrı saplanarak,
Olup gitti o gece, durmadan bağırarak.
Kapkara, komur gibi, olmuştu cenÂzesi,
Seyyidleri uzmenin, bu oldu netîcesi.
BASTON VE DAYAK
Herkî aşîretinden Molla Abdullah isminde bir muderris, iki talebesi ile ziyÂret icin Nehrî'ye giderken, cayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; "Herkes abdest alarak Nehrî'ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu Âdeti bozup, abdest almadan gideceğim." dedi. Talebeleri; "Hocam, biz bu Âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim." dedilerse de, Hoca Efendi; "Sanki bu dînî bir hukum mudur? Ben yapmam!" dedi. Bu arada elini yuzunu yıkarken, koltuğundan bastonu suya duşdu. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilÂhî baston, onun başına, yuzune vurarak yuzunu gozunu kan icinde bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, boyle soylediğine pişmÂn oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehrî'ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergÂhına girince, bastonu duvarda asılı gordu. Gozleri bastona takılıp kalınca, Seyyid TÂh hazretleri; "HerhÂlde bu bastondan dayak yemişsiniz." buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişmÂn olup, tovbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.
1) Tam İlmihÂl SeÂdet-i Ebediyye; (51. Baskı); s.1153
2) EshÂb-ı KirÂm; s.211, 212, 213
3) Mecd-i TÂlid
4) Şemsu'ş-Şumûs; s.135
5) İslÂm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.246
6) Osmanlı TÂrihi Ansiklopedisi; c.6, s.130
7) İslÂm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.3, s.1915-
__________________
TÂhÂ-i HakkÂrî
Peygamberler, Evliyalar ve Sahabeler0 Mesaj
●36 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Peygamberler, Evliyalar ve Sahabeler
- TÂhÂ-i HakkÂrî