Turkistan'ın buyuk velîlerinden. Kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen ve insanlara İslÂmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak duny ve Âhirette seÂdete kavuşmalarına vesîle olan buyuk Âlim ve velîlerin on sekizincisidir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin ŞihÂbuddîn'dir. Babası Mahmûd ŞÃ‚şî, devrinin Âlimlerinden velî bir zÂt idi. Annesi, hazret-i Omer'in soyundandır. AhrÂr lakabıyla ve Taşkendî nisbesiyle tanınmıştır. 1403 (H.806) senesinde Taşkent'te doğdu. 1490 (H.895) senesinde Semerkant'ta vefÂt etti. Kabri oradadır.

Doğumundan îtibÂren ustun halleri gorulen Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri annesi nifastan (lohusalık hÂli) temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yuzunde oyle bir nûr parlardı ki, gorenler hayrÂn kalıp, ona du ederlerdi. Dilinden Allahu teÂlÂnın ismi hic duşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi HÂce ŞihÂbuddîn, Âlim ve velî bir zÂt idi. VefÂt edeceği sırada, torunlarını son olarak gorup vedÂlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedÂlaştı. Torunu Ubeydullah-ı AhrÂr'ı da gormek isteyip, babasına onu getirmesini soyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman cok kucuktu. Getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı uzerinde oturarak, Ubeydullah-ı AhrÂr'ı kucağına aldı.Sarılarak ağladı ve şoyle dedi: "Benim istediğim cocuk budur. Ben, bunun buyuk bir zÂt olduğu zaman hayatta olmam. Bunun Âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri goremem. Bu cocuğun şÃ‚nı Âlemi tutacak, İslÂmiyete hizmet edecektir. CihÂn pÂdişÃ‚hları bunun emrine itÂat edecekler. Bundan zuhûr edecek işler, onceki Âlimlerden zuhûr etmemiştir." Daha bircok mujdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah-ı AhrÂr'ın babası Mahmûd ŞÃ‚şî'ye; "Benim bu oğlumu iyi gozet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et." vasiyetinde bulundu.

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri daha cocuk iken, ustun hÂllere kavuşmuş olup, kerÂmetleri goruluyordu. Kendisi şoyle anlatmıştır:

"Mektebe gider, gelirdim. Gonlum dÂim Allahu teÂl ile idi. Bir Ân O'nu unutmaz, bir Ân O'ndan gÂfil olmazdım. Soğuk bir kış gunu, kırlık bir yerden gecerken ayağım camura battı. Kurtulmaya calışırken ayakkabım duştu. O sırada bir gaflet Ârız oldu. Bu işle uğraşırken, Allahu teÂlÂyı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda koylu bir genc, cift suruyordu; "Bak, şu genc bunca eziyyet icinde Allah'ı duşunuyor da, sen, ayağını camurdan kurtarmak gibi kucuk bir uğraşma yuzunden O'nu nasıl unutursun?" diyerek, hungur hungur ağlamaya başladım. O zaman, herkesi kendim gibi her Ân Allahu teÂlÂyı anar sanırdım. Bulûğ yaşına erişinceye kadar, Allahu teÂlÂdan gÂfil olanlar bulunduğunu anlıyamamıştım. Allahu teÂlÂnın, herkesi, kendisini duşunmek, hatırlamak, unutmamak icin yarattığını sanırdım. Sonradan anladım ki, Allahu teÂlÂdan gÂfil olmamak, yalnız bÂzı kullara mahsus ilÂhî bir inÂyet imiş. Ancak riyÂzet ve nefs mucÂdelesiyle elde edilebilir, hatt bÂzılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyet imiş."

Amcasının oğlu HÂce İshak da şoyle anlatmıştır: "Ben ve obur cocuklar oyun oynarken, aramıza katılması icin ne kadar ric etsek, ona kabûl ettiremezdik. Oynar gibi gorunup, bir kenarda durur ve kendi hÂllerinde olurdu."

Kendisi şoyle anlatır: HÂlimin başlangıcında, ruyÂda Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) gordum. GÂyet yuksek bir dağın eteğinde, EshÂbı ile topluluk hÂlinde idiler. Beni gorunce, elleri ile benim yaklaşmamı işÃ‚ret edip; "Beni bu dağın başına cıkar!" buyurdu.Ben de kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine cıkardım. "Ben sende boyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da gorsun ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım." buyurdular.

Yine ilk zamanlarda, ruyÂda HÂce ŞÃ‚h-ıNakşibend BehÂeddîn BuhÂrî hazretlerini gordum. BÂtınıma, kalbime oyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecÂl kalmadı. Ondan sonra donup yuruyuverdiler. Ben de son gucumu sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye donup, "MubÂrek olsun!" buyurdular."

Kucuk yaştan îtibÂren memleketi olan Taşkent'te ilim tahsîl eden Ubeydullah-ıAhrÂr, ilim tahsîlinden artan zamanda Allahu teÂlÂya ibÂdet etmek ve O'nun ismini anmakla gecirdi. Allahu teÂlÂnın rızÂsına kavuşmak icin gayret etti.

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri cocukluğundaki hÂlini şoyle anlattı: "Kucukluğumde, bende kuvvetli bir vÂhime, hayÂlgucu vardı. Şoyle ki; yalnızbaşıma evden dışarı cıkamazdım. Bir gece bana oyle bir hÂl oldu ki, kalbim Ebû Bekr ŞÃ‚şî'nin kabrini ziyÂret etme şevki ile doldu. Hemen evden cıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime hicbir korku gelmedi. Bir saat kadar boyle kaldım. Oradan Şeyh HÂvend TÂhûr'un kabrine gittim. Yine icimde bir vehm ve korku yoktu. Oradan Şeyh İbrÂhim Kimyager'in kabrine, Şeyh Zeynuddîn Kûy-i Ârifan'ın kabrine gittim. İcimde hicbir korku yoktu. Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, buyuklerin rûhÂniyyetinin bereketiyle hicbir korku hÂli kalmadı. Bundan sonra hic korkmadım. Taşkent'in butun mezarlarını dolaşmayı Âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda yeni kendime gelmiştim. Ev halkı benim geceleri boyle dolaşmamdan telÂşa duşmuş olacaklar ki, peşimden sut kardeşimi gondermişler. Benim ne yaptığımı oğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh HÂvend TÂhûr'un kabri şerîfinin yanında idim. Sut kardeşim cıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini uzerime koyup titremeye başladı. "Sana ne oldu?" dedim. "Gozume garip şeyler gorunuyor, az kaldı helÂk olacaktım." dedi. Onu alıp, eve goturup bıraktım. Ev halkına demiş ki: "Artık ondan şuphelenmeyiniz. Ondan dolayı hoşnud olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hÂle duşmuş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hÂlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır." Ev halkı bunu oğrendikten sonra, benim bambaşka bir hÂle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimÂller duşunmediler."

Yine şoyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr KaffÂl'ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli ve korku vericiydi ki, gunduzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı. Taşkend'de bir adam vardı. Bize karşı inÂd ve muÂrız idi. Bize bir zarar yapmak icin fırsat kollardı. Meğer o gece beni gozetleyip, tÂkib etmiş. Ben mezarın başına varıp oturdum
Başımı eğip murÂkabeye dalınca, beni korkutup dehşete duşurmek icin, birdenbire bir nÂra atarak uzerime doğru gelmeye başladı. Hic aldırmadım, murÂkabe ve oturuşumu da bozmadım. O kişi, benim bu hÂlimi gorunce utandı. Ağlayarak onume gelip, yuzustu duştu. Benden ozur diledi. Sonra bizim dostlarımızdan oldu."

Ubeydullah-ı AhrÂr'ın yetiştirilmesinde ozel bir gayreti olan dayısı HÂce İbrÂhim onu ilim tahsîli icin Taşkent'ten Semerkant'a gonderdi. İki yıl muddetle MÂverÂunnehr'deki buyuk Âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. BuhÂrÂ'ya ve Herat'a da giden Ubeydullah-ı AhrÂr, buralarda ve diğer yerlerde ŞÃ‚h-ı Nakşibend BehÂeddîn BuhÂrî hazretlerinin talebelerinin buyuklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla goruşup, sohbetlerinde bulundu. HÂcegÂn yolunun diğer tabakasının buyuklerinden pekcok zÂtla da goruşup, sohbet etti. Horasan'a gitmeden once, Seyyid KÂsım Tebrîzî hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan'a gittikten sonra, bir def daha Seyyid KÂsım Tebrîzî'nin sohbetine gitti. Bundan başka Herat'ta bulunan evliy ve meşhûr zÂtların da sohbetlerinde bulundu.

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri, hocalarından Seyyid KÂsım Tebrîzî'nin sohbetinde bulunmasını şoyle anlatmıştır: "Omrumde, Seyyid KÂsım Tebrîzî'den buyuk zÂt gormedim. ZamÂnın şeyhlerinden hangisine gitsem, bana bir nisbet hÂsıl oluyordu. Fakat bu nisbetler bir muddet sonra geciyordu. Seyyid KÂsım Tebrîzî'nin sohbetlerinde oyle bir tesir ve keyfiyet hÂsıl oldu ki, elden bırakmak mumkun değildi. Huzûruna her gidişimde, butun kÂinÂtı, dÂirenin merkezi misÂli onun etrÂfında donuyor ve onda yokluğa kavuşuyor gordum. SeyyidKÂsım Tebrîzî, HÂce BehÂeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almış. Anlaşıldığına gore, "HÂcegÂn" yolunda idi. Bir kapıcısı vardı. Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi. Kapıcıya; "Buraya ne zaman Turkistanlı bir genc gelirse, ona mÂni olma! Bırak istediği zaman benim yanıma girsin." diye tenbihte bulunmuştu. Her gun kapısına varırdım, izin verilmiş olduğu hÂlde huzûruna iki-uc gunde bir girerdim. Talebeleri, bana izin verildiği hÂlde huzûrlarına nicin her gun cıkmadığıma hayret ederlerdi. Seyyid KÂsım hazretlerinin sohbetleri cok tatlı ve o kadar hoş idi ki, gelenler ayrılmak istemezdi. Sohbetin sonuna gelince talebelerine verdiği bir işÃ‚retle dağılmalarını bildirirdi. Beni hicbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı. Yakınlarına "BÂbu" diye hitÂb ederdi. Bana; "BÂbu senin adın nedir?" diye sordu. Ubeydullah (yÂni Allah'ın kulu) dedim. "İsminin mÂnÂsını gercekleştir" buyurdu.

MevlÂn Fethullah Tebrîzî şoyle anlatmıştır: "SeyyidKÂsım'ın sohbetine cok devÂm ederdim. Tasavvufa oyle merak salmıştım ki, tasavvufa dÂir ince meselelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlardım. Gozume uyku girmezdi. Bir defÂsında Seyyid KÂsım'ın sohbetindeyken, iceriye HÂce Ubeydullah-ı AhrÂr girdi. Seyyid KÂsım, onu buyuk bir alÂka ile karşıladıktan sonra, garîb, meÂrif ve acÂib hikmetler konuşmaya başladılar. Dikkat ettim, Ubeydullah-ı AhrÂr'ın her ziyÂrete gelişinde, SeyyidKÂsım gayr-i ihtiyÂrî en ince meseleleri ve sır bahislerini acardı. O zaman oyle hÂller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı. Bir gun Ubeydullah-ı AhrÂr, Seyyid KÂsım'ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid KÂsım bana; "MevlÂn Fethullah! Bu kÂfilenin dili, sozleri gÂyet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sÂhiplerinin temenni ettiği saÂdete kavuşmak istersen, bu Turkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamÂnın bir hÂrikası, devrÂnının bir tÂnesidir. Ondan cok buyuk işler, tecellîler zuhûr edecek ve duny onun velÂyet nûruyla dolacaktır." Seyyid KÂsım'ın bu sozlerinden, icime Ubeydullah-ı AhrÂr'ın kemÂl ve olgunluk zamÂnına ulaşma arzusu duştu. Sultan Ebû Saîd zamÂnında, Ubeydullah-ı AhrÂr Taşkent'ten Semerkand'a geldi. Hizmetine girdim. Kısa zamanda Seyyid KÂsım'ın işÃ‚ret ettiği ustunlukleri onda gorup anladım."

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri şoyle anlatmıştır: "Bir gun SeyyidKÂsım hazretleri bana; "BÂbu! ZamÂnımızda hikmet ve hÂrika nicin az zÂhir oluyor, bilir misin? Cunku bu zamanda bÂtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi pek az insanda kalmıştır. Olgunluğa ulaşmak, bÂtının, gonlun, kalbin tasfiyesi iledir. BÂtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi, helÂl lokma yemekle mumkundur. Bu zamanda helÂl lokma yiyen pek azdır. BÂtınını tasfiye etmiş insan da yok gibidir ki ondan ilÂhî esrÂr nasıl tecellî etsin?" dedikten sonra kendisi ile ilgili olarak da; "Elim tuttuğu zaman, takye diker onun parası ile gecinirdim. Felc gecirip elim tutmaz olduktan sonra, babamdan kalan kutuphÂneyi satarak, ticÂret sermÂyesi yaptım ve onunla gecinmeye başladım" dedi.

Ubeydullah-ı AhrÂr'ın sohbetinde bulunduğu zÂtlardan biri de,BehÂeddîn Omer hazretleridir. Bu hocası hakkında buyurdu ki: "Bana Horasan şeyhlerinden BehÂeddîn Omer'in tavırları gÂyet hoş gelirdi.Ekseriyetle oturup sohbet ederler, gelenlerin hÂline munÂsib muÂmele eder, hicbir sûretle kendini halktan ustun tutmazdı."

Ubeydullah-ı AhrÂr, dort sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devÂm etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası YÂkûb-i Cerhî hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemÂle ulaştı. Bu hocası ile tanışmasını şoyle anlatmıştır:

Herat'a gittiğim zaman, guzel yuzlu ve hoş kılıklı bir tuccar ile tanıştım. HÂcegÂn yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu yolu kimden aldığını sordum. YÂkûb-i Cerhî'den aldığını soyledi. Bana YÂkûb-i Cerhî'nin buyukluğunu ve ustun hÂllerini anlattı.Bunun uzerineYÂkûb-i Cerhî'nin sohbetine kavuşmak icin, ikÂmet ettiği yer olan Helfetû'ya gitmek uzere yola cıktım. CiganiyÂn'a varınca hastalandım. Yirmi gun orada kaldım. Bu sırada YÂkûb-i Cerhî hakkında menfî sozler işittim. Seyahatime devÂm edip etmeme husûsunda tereddude duştum. Fakat bu kadar yol aldıktan sonra, geri donulmeyeceğini duşunerek yola devÂm ettim. YÂkûb-i Cerhî hazretlerinin huzûruna kavuşunca, bana buyuk iltifÂt gosterdi. Bundan sonra bir başka gun tekrar ziyÂretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sozlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddude duşmuş olmamdan dolayıdır, diye duşundum. Aradan bir saat gecmeden, bana tekrar cok lutuf ve iltifatta bulundu. ŞÃ‚h-ı Nakşibend BehÂeddîn BuhÂrî hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve munÂsebetlerini anlattı. Sonra bana elini uzatıp; "Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu. O anda yuzune baktım yuzunde cuzzam lekesine benzer bir beyazlık gordum. Bu sebeple hemen bîat edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri cekti. Baktım, yuzu birden bire değişip, oyle guzel bir hÂl aldı ki sîmÂsının guzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hÂsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak icin kendimi zor tuttum. Bu def elini yeniden uzatıp;

"ŞÃ‚h-ıNakşibend BehÂeddîn BuhÂrî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur." buyurdu. Sonra sesini yukselterek; "Bu el, BehÂeddîn BuhÂrî'nin elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mubÂrek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ı adedi (tek sayı) uzere nefy ve isbÂt (L ilÂhe illallah) zikrini tÂlim etti. Sonra: "Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, tÂlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.

Ubeydullah-ı AhrÂr, YÂkûb-i Cerhî hazretlerinin sohbetinde uc ay kaldı.Ondan feyz alıp, tasavvuf hÂllerinde yukseldi. Ondan icÂzet (diploma) aldı. İnsanlara İslÂmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak uzere vedÂlaşıp ayrılırken, hocası ona, rÂbıta şartını anlattı ve; "Bu yolu tÂlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! EmÂneti isteklilere ve istidÂtlılara ulaştır!" buyurdu.

YÂkûb-i Cerhî, talebesi Ubeydullah-ı AhrÂr hakkında şoyle buyurmuştur: "Bir talebe, bir buyuğun huzûruna gelince, HÂce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması icin sÂdece bir ateş tutmak gerekecek."

Ubeydullah-ıAhrÂr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yuksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine donup, helÂl kazanmak icin zirÂatle ve insanlara doğru yolu gostermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idÂresi icin vekil tÂyin etti. 1300'den fazla ciftliği vardı. Herbirinde uc bin amele calışırdı. Allahu teÂl onun mahsûlune oyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yuz bin batman zÂhire uşr verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her cıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Bu hÂli gorenler, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerine hayrÂn kalıp, daha cok bağlanıyorlardı. Kendisi bu husûsta; "Bizim malımız, fakîrler icindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır" buyurmuştur.

Ubeydullah-ı AhrÂr, tenhÂda olsun, kalabalıkta olsun, zÂhirî ve bÂtınî edeblere cok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz ustu oturduğu cok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsÂnları, lutufları coktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yuklenip, başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi. Omru boyunca kimseden bir şey almamış, verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Buyuklerden bir zÂt, kendi eliyle beyaz kuzu yununden bir kaftan dikip, ona gonderirdi. Bu hediyenin helÂl maldan olmasına cok dikkat etmişti. Kaftan kendisine verildiğinde; "Bu kaftanı giymek cÂizdir. Fakat ben, omrum boyunca kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gonderen zÂttan ozur dileyin ve bu def bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin." demiştir.

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri, bir defÂsında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, buyuk bir kalabalık hÂlinde, şehre cok uzak olan bir arÂziden geciyorlardı. Hava cok sıcaktı. Uzakta kara cadırlardan bir oba gorunmuştu. Bu obadan uc kişi, hediye takdim etmek uzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keci, birinin de kucağında, tahtadan buyuk bir canak icinde yoğurt vardı. Bu uc kişiden oba reisi olan kimse, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; "Bu keci helÂl maldır ve size vermek uzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl buyurmanızı istirhÂm ederim." dedi. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri; "Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keciyi yine suruye kat. Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz" dedi. Oba reisi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lutfen kabûl buyurunuz." dedi. "Kabûl etmeyiz." buyurup, hizmetcilerinden birine işÃ‚ret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Once kendisi yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrÂm ettiler.

Ubeydullah-ı AhrÂr'ın, butun omru boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-duşman herkese yardım ve şefkati pekcok idi. Hic kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. "Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan gotururler. Bizi hizmet yolundan goturduler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim." buyurmuştur.

Kendisi şoyle anlatmıştır: "Semerkand'daMevlÂn Kutbuddîn Medresesinde, iki-uc hastanın hizmetini uzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, camaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim icin, hastalıkları bana da gecti ve yatağa duştum. Bu hÂlimle bile, birkac testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devÂm ettim."

ReşehÂt kitabının muellifi şoyle anlatmıştır: "Bu fakîr, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin gece-gunduz hizmetinde iken, hic esnediklerini gormedim. Oksuruk veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey cıkardığına şÃ‚hid olmadım. Sumkurduklerini de gormedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir def bile bağdaş kurarak oturduklarını gormedim."

Otuz beş yıl hizmetinde bulunan MevlÂn Ebû Saîd de şoyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin uzum, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından cıkardığını hic gormedim. Sumkurduklerine ve tukurduklerine de şÃ‚hid olmadım. BÂzan nezle ve grip olurdu. Bu hÂllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hicbir uzvunda uygunsuz bir hÂl, gorenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı gorulmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dÂim edeb ve guzel muÂmele ile hareket ederdi."

Seyyid AbdulkÂdir Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirz zamÂnında, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin sohbetinde bulunmak uzere Semerkand'a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şoyle anlatmıştır: "Yatsı namazını kıldıktan sonra, bana; "Seyyid AbdulkÂdir bizim misÂfirimizdir. Bu geceyi bizimle birlikte ihy etmeyi istiyor. Biz bÂzı dostlarla oturmak isteriz. Sen gencsin, istirahat et." buyurdu. Bunun uzerine; "Eğer izin verirseniz, sizinle berÂber olayım." dedim. Sonra; "Eğer kendinde oturmağa guc bulursan olur" buyurdu. Ben de uc kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin hÂllerini gordum. Devamlı iki diz ustunde, tevÂzu ile oturdu. Dizlerini hic değiştirmedi.Hep hareketsiz oturdu, hicbir uzvunu oynatmadı.Teheccude kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hic hareket etmedi. Ben genc olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak icin kendimi zor tuttum. Sonra sabah namazını kılmak uzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar."

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin kerem ve lutfu o kadar coktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını duşunur, bunun icin kendisi mihnet ve meşakkat cekerdi. Mîr Abdulevvel hazretleri şoyle yazmıştır: "Ubeydullah-ı AhrÂr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında,Keş'e gitmek uzere yola cıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir cadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri biraz sonra dışarı cıktı. Talebelerin ve hizmetcilerin cadıra girmesini soyledi. Bu emri uzerine hepsi cadıra girdiler. Başka bir cadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; "Siz yağmur altında iken, ben cadırda durmayı tercih etmedim." buyurdu. Bunun uzerine, talebeleri kendisinin cadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi cadırdan uzaklaşıp, geceyi cadırın dışında bir yerde gecirmişti."

Bir defÂsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalarından birine gitmişlerdi. O gun şiddetli bir sıcak vardı. Tarlada sÂdece bekcinin kucuk bir kulubesi bulunuyordu. Talebeleri, onunla birlikte bu kulubeye girip golgelenmekten hay ettiler. Edeblerinden girmediler. Başka golgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri atını istedi. "ZirÂat icin surulen yerleri gormek istiyorum." diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Guneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hÂle gelince, bir derede başını golgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına dondu. Talebeleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin golgelenmelerini istediğini anladılar.

Talebelerinden Şeyh İyÂn şoyle anlatmıştır:

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola cıkmıştık. Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya gecmemiz îcÂb etti. Talebeler karşıya gecmek uzere saz ve kamışlardan sal yapıp, sudan gectiler. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri de karşıya gecmek icin sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun buyuk bir hızla aktığı noktaya gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları cozulmeye başladı. Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sokerek salı dağıtıyordu. Ben cok korktum. Karşı sÂhile bir ok atımı mesÂfe vardı. Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mumkun değildi. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri bu hÂle hic aldırmadan oturuyordu. Kamışlar git gide biraz daha cozulup dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum. Hocamın yanında, onun rûhÂniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkulle bekledim. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri bu durum karşısında birdenbire "Allah!" diye bağırdı. Derin bir urperti gecirerek, neticeyi bekledim. Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı gecti. Sazlardan ve kamışlardan hicbiri cozulmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya gelince, hocam bana;"Kalk!" buyurdu. Kalkıp, sal uzerinden kıyıya atladım. Kendisi de indi. MubÂrek ayaklarını yere basar basmaz, sal birdenbire bir cop yığını hÂline gelip, su uzerinde dağılıverdi."

MevlÂnÂzÂde NizÂmeddîn anlatır: "Kış zamanıydı. Gunlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleriyle bir koyden bir koye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Guneş solmaya başlamış ve ufuk cizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gÂyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin gec saatlerinden evvel varmak ihtimÂli yoktu. Etrafta ise barınılacak hicbir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime; "Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunc, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hÂlimiz ne olacak?" diye duşunmeye başladım. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri, atını hızla surup gidiyor ve hicbir telÂş eseri gostermiyordu. İcimden bu duşunceler gecince, başlarını bana dondurduler ve; "Yoksa korkuyor musun?" diye sordular. Sukût ettim. "Atını sıkı surup yol almaya bak! Belki guneş batmadan menzilimize ulaşırız" buyurdu. Boylece atlarımızı sıkı surerek yol almaya başladık. Bir hayli gittikten sonra, guneşin yerinde durduğunu gordum. Ufka yakın bir noktada ve goğe civilenmiş gibiydi. Koye girer girmez, sanki guneş sondurulmuş gibi, birdenbire zifirî karanlık icinde kaldık."

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin talebelerinden ticÂret işlerine bakan MevlÂn Necmeddîn şoyle anlatmıştır: Bir defÂsında buyuk bir kervan hÂlinde, develerimiz ticÂret eşyÂsı yuklu olarak donerken, eşkıy yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkıyÂyı gorunce buyuk bir dehşete kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş duşunduler. Ben icimden dedim ki; HÂce Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin bana emÂnet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyÂya teslim etmek talebelik şÃ‚nına uymaz. Boyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhÂfaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Boyle duşunerek, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin rûhÂniyyetinden yardım isteyerek kılıcımı cektim. O Ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri şeklinde gordum ve eşkıy uzerine at surerek, kılıc sallamaya başladım. Sonunda eşkıyÂnın kervanı bırakıp kactığını gordum. HÂlbuki eşkıy bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı. Kervandakiler, bu hÂle benden daha cok hayret etti. Kaldı ki, omrumde cenk etmiş ve carpışma nedir bilen bir insan da değildim. Bu işin HÂce Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hÂdiseyi butun teferruatıyla anlattım. Buyurdu ki: "Zayıflar, kuvvetli duşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetlerinden gecerler ve buyuklerin rûhÂniyyetinden yardım isterlerse, Allahu teÂl onlara oyle bir kuvvet verir ki, onunla duşmanlarını yenerler."

Ubeydullah-ı AhrÂr zamÂnında, Taşkend'de şeyhlik iddiÂsında bulunup, irşÃ‚d makÂmına kurulup oturan pek cok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerine karşı kıskanclık ve ayrılık gosterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri, Bagistan'dan Taşkend'e gelip, tÂlibleri irşÃ‚d ile meşgûl olduğu zaman orada bir Âlim vardı. EtrÂfında cok talebe toplanmıştı. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin tasarrufunu ve ustunluğunu gorunce, hasedinden catlayacak hÂle geldi. Bir gun meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerini tesir altında bırakıp, muflis gostermek istedi. Gozlerini Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerine dikip, tesir altında bırakmak icin butun gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yuk havÂle etmek istiyordu. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri de, onun tesirini defetmeye koyuldu. Boylece bir saat gecti. NihÂyet Ubeydullah-ı AhrÂr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu cekti ve yuzune carparak; "Aklı bozulmuş bir divÂne ile ne uğraşıyorum!" dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık uzerine kendinden gecip yere yuvarlanan Âlim, aklını bozdu ve butun bilgisini kaybetti. Pazarlarda cırıl cıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişÃ‚n hÂle duştu.

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defÂsında haram bir işi yapmak uzere iken, Ubeydullah-ı AhrÂr birdenbire; "Ne yapıyorsun?" diye seslenip, îkÂz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz gecti. Biraz sonra Ubeydullah-ı AhrÂr evine gelip; "Allahu teÂlÂnın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!" buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap icmek istedi. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi icin gonderdi. Gonderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin onunde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı cekmeğe başladı. Cekerken, sepet duvara carpıp ipi koptu, yere duştu ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parcalarını topladı. Bundan hemen sonra, Ubeydullah-ı AhrÂr o kimsenin evine geldi. "Gece yukarı cektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkÂn kalmayacaktı" buyurdu.

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri buyurdu ki: "Muhammed aleyhisselÂmın ummetinden "Mesh" yÂni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine dondurulmesi kaldırılmıştır. Fakat bÂtından, mÂnen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır. BÂtından sûretin hayvan sûretine cevrilmiş olmanın alÂmeti, buyuk gunah işleyen kimsenin bu gunahları işlemekten, bÂtının, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle muteessir olmaması, fısk ve isyÂn olan işlerde ısrÂr etmesidir. Bu oyle bir dereceye ulaşır ve işlediği buyuk gunahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz."

MevlÂn GilÂn ZiyÂretgÂhî hazretlerinin oğlu MevlÂn BurhÂneddîn Muhammed şoyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ıAhrÂr hazretleri, Şeyh ŞÃ‚hin'in evinden cıktığı sırada, buyuk biraderlerimMevlÂn AbdurrahmÂn ve MevlÂn Ebu'l-MekÂrim onune gecip, herbiri evine dÂvet etti.Teşrif etmesi icin istirhÂm ettiler. HÂce Ubeydullah-ı AhrÂr bana; "Sen nicin dÂvet etmezsin?" buyurdu. "Bu arzu, gonlumde haddinden fazladır. Fakat ağabeylerimin yanında kustahlık etmedim" dedim. Bana, iki batman un ile corba pişirmemi soyledi. "Bundan fazla bir şey yapma!" buyurdu. Emrini yerine getirdim. Koyun Âlimleri, sÂlihleri ve fakirleri, HÂce Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı. İki buyuk sofa, gelenlerle doldu. İki sofa arasındaki mÂbeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam sacağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı gorunce, hatırımdan; "Bu kadar kimse geldi" diye gecti. HÂce Ubeydullah hazretleri bana tekrar; "İki batman undan başka bir şey pişirme!" buyurdu. Bir turlu, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telÂşlanıp, tereddudde kaldım. Bu hÂlde iken, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri başını kaldırıp; "Soyleyeceğimi soyledim. Soylediğim gibi yap, fazla pişirme!" buyurdu. Bu emri uzerine, corba pişirip, buyuk bir kaba doldurdum. O kabdan da, kÂselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mÂbeynde oturan misÂfirlere dağıttım. Komşulardan emÂnet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa corba dağıttım. Herkese yetip, arttı. EmÂnet aldığım tabaklara da doldurup, sÂhiblerine gonderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin kerÂmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını gorerek, hayret ettiler. Boylece onu daha cok sevip, bağlılıkları arttı."

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri, zamÂnının sultanları uzerinde buyuk bir tesire sÂhipti. Sultanlara sozu gecer, muslumanların rahatı icin onlara nasîhat ederdi. Kendisi şoyle anlatmıştır: "Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamÂnımızda hicbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, muslumanları zÂlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pÂdişÃ‚hlar ile goruşmek ve onların gonlunu avlamak, dilediğimiz istikÂmete cevirmek bize vazife olmuştur. Allahu teÂl bize oyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilÂhlık dÂvÂsında bulunan Cin pÂdişÃ‚hını bir mektubla oylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berÂber biz, Allahu teÂlÂnın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim makÂmımızda edebli olmak lÂzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irÂdesini bırakıp, Rabbinin irÂdesine teslim olmasıdır."

ReşehÂt kitabının muellifi şoyle anlatmıştır: "Bir gun Sultan Ahmed MirzÂ, HÂce Ubeydullah-ıAhrÂr hazretlerini MÂturîd koyunde ziyÂrete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi uzerine edeble oturdu. Ubeydullah-ı AhrÂr, ona cok iltifÂt etti. Buna rağmen Sultan Ahmed MirzÂ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dokuluyordu."

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerine bir gun ruyÂsında şoyle denildi: "İslÂmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak." Bunun uzerine bu iş, sultanları ve emîrleri vÂsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamÂnın sultÂnı ile goruşmek uzere Semerkand'a gitti. Bu yolculuğunda MevlÂn NÂsıruddîn EtrÂrî de yanında bulunuyordu. O, şoyle anlattı: "O zaman Semerkand'da Mirz Abdullah sultan idi. Semerkand'a vardığımız zaman, Mirz Abdullah'ın beylerinden biri, HÂceUbeydullah hazretlerini karşıladı. HÂce hazretleri ona dedi ki: "Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin MirzÂ'nız ile goruşmektir." Karşılamaya gelen bey, edebsizce şoyle cevap verdi: "Bizim MirzÂ'mız, pervÂsız bir genctir. Onunla goruşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bu sultanla goruşmekte ne maksadları olabilir?" Ubeydullah-ıAhrÂr hazretleri bu sozden gadaba gelip; "Bize Sultan ile goruşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime gelmedim. SizinMirzÂ'nız eğer pervÂsız ise, onu değiştirip yerine pervÂlı olan birini getirirler!" buyurdu. Bunun uzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri onun ismini murekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi. "Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!" dedi. O gun Taşkend'e donduler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefÂt etti. Bir ay sonra da, Turkistan'daMirz Ebû Saîd zuhûr edip, Mirz Abdullah'ı oldurup, mulkune el koydu. Yerine sultan oldu."

Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şoyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri ile Firket denilen yerde idik. Bir gun kÂğıt ve kalem istedi. KÂğıt uzerine birkac isim yazdı.Bu sırada "SultanEbû Saîd MirzÂ" diye bir isim yazıp, cebine koydu. O sırada Ebû Saîd MirzÂ'nın hicbir yerde nÂmı ve nişÃ‚nı yoktu. Yakınlarından biri sormaya cesÂret gosterip; "Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Saîd Mirz ismine alÂka gosterip, onu cebinize koydunuz. Bu isim kime Âittir?" dedi. Buyurdu ki: "Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebeası olsa gerektir." Pek kısa bir zaman sonra, Turkistan'dan Mirz Ebû Saîd'in sesi yukseldi. Meğer Mirz Ebû Saîd, ruyÂsında Ahmed Yesevî hazretlerini gormuş. RuyÂda Ahmed Yesevî hazretleri, Ubeydullah-ıAhrÂr hazretlerine Mirz Ebû Saîd icin FÂtiha okumasını işÃ‚ret etmiş, o da okumuştur. Yine bu ruyÂsında, SultanEbû Saîd MirzÂ, Ahmed Yesevî hazretlerinden kendisine FÂtiha okuyan zÂtın ismini sormuş ve sîmÂsını zihninde tutmuş. Uyanır uyanmaz, Ubeydullah-ı AhrÂr'ın kim olduğunu sorup araştırdığında; "Evet, Taşkend'de buyurduğunuz gibi bir azîz vardır." dediler. Hemen atına binip, maiyeti ile Taşkend'e doğru yola cıktı. Bu sırada Ubeydullah-ı AhrÂr Firket'e doğru yola cıkmıştı. Sultan onun Firket'e gittiğini duyunca, atını oraya doğru surdu. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri, Sultan'ı,Firket yakınlarında karşıladı.SultanEbû Saîd MirzÂ, Ubeydullah-ıAhrÂr hazretlerini uzaktan gorunce; "İşte ruyÂda gorduğum azîz!" diyerek, atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri de SultÂn'a alÂka gosterip, sohbet etti. Sultan, bu sohbetin cÂzibesi ile, Ubeydullah-ı AhrÂr'dan kendisi icin FÂtiha okumasını istedi. "FÂtiha bir kere okunur." buyurarak, SultÂn'ın gorduğu ruyÂya işÃ‚ret etti.

Bu goruşmesinden sonra, Sultan Ebû Saîd MirzÂ'nın etrÂfında cok asker toplandı. Bunun uzerine Semerkand'ı almak istedi. Durumunu Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerine arzetmek uzere huzûruna tekrar geldi.Maksadını anlatıp, himmet istedi. "Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslÂmiyeti kuvvetlendirmek ve tebeaya şefkat gostermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir" buyurdu. Sultan bu şartı kabûl edip, İslÂmiyete hizmet edeceğine ve tebeaya merhamet ve şefkat edeceğine soz verdi. Bunun uzerine; "İslÂmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir" buyurdu.

ReşehÂt muellifi, bu hÂdisenin devÂmını şoyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı AhrÂr, Ebû Saîd MirzÂ'ya; "Duşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga surusu gelinceye kadar hucûm etmeyiniz! Karga surusu gelir gelmez hucûm ediniz!" buyurdu. Ebû Saîd MirzÂ'nın ordusu, Mirz Abdullah'ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hucûm karşı tarafdan geldi.Ebû Saîd MirzÂ'nın ordusunun sol tarafını cokerttiler. Sağ taraftan da aynı şekilde hucûm etmek uzere hazırlandıkları sırada, Ebû Saîd MirzÂ'nın ordusunun arkasından bir karga surusu gorundu. Duşman uzerine doğru uctu. Sultan ve askerleri, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin; "Arkanızdan bir karga surusu gelmeyince hucûm etmeyiniz" buyurduğunu hatırlayıp, kerÂmetini gorunce, kalbleri kuvvet ve cesÂretle doldu. Hep birden duşman uzerine hucûma gectiler. İlk hamlede duşman saflarını yarıp, dağıttılar. Mirz Abdullah da atından duşup, camura battı. Atların ayakları altında ezildi.Sonra da başı kesilerek olduruldu."

Bu zaferden sonra Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinden Semerkand'ı teşrif etmesini istirhÂm etti. SultÂnın istirhÂmını kabûl edip, Taşkent'ten Semerkand'a gitti. Bu sırada oldurulen Mirz Abdullah'ın akrabÂsından Mirz BÂbur'un, buyuk bir ordu ile Semerkand'a hareket ettiği haberi geldi. Sultan Ebû Saîd telÂş ve ızdırÂba duşup, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerine hÂlini arzedip; "Benim bu orduya karşı koymam imkÂnsızdır. Ne yapayım?" dedi. O da, SultÂnı teskin ve tesellî edip, sukûnet icinde bulunduğu yerde duşmanı beklemesini tavsiye etti. Bu sırada Sultan Ebû Saîd'in yakınları, onu Turkistan'a kacırmak ve orada saklamak uzere hazırlığa başlayıp, eşyÂlarını develere yuklemişlerdi. Ubeydullah-ıAhrÂr hazretleri durumu oğrenince celÂllenip, yukleri develerden indirtti. Sultan Ebû Saîd'e; "Nereye gidiyorsunuz? Kacıyor musunuz? Buna ihtiyac yok! Muşkulunuzu burada hallederiz. Buna kefilim! Gonlunuzu hoş tutun. BÂbur'u durdurmak bizim vazifemizdir." buyurdu. Bu sozleri işitenlerden bÂzıları; "HÂce hazretleri bizi topyekûn kurban etmek istiyor." diye soylendiler. SultanEbû Saîd, Ubeydullah-ıAhrÂr hazretlerine bağlılığı ve guveninden dolayı onlar gibi duşunmedi ve Semerkand'da kalmaya karar verdi. Beyleri; "Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?" dedilerse de, Ebû Saîd'i ikn edemediler.

Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı AhrÂr'ın tavsiyesi uzerine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen tÂmir ettirdi ve duşmanı bekledi. NihÂyet Mirz BÂbur'un ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir oncu kuvvet geldi. Bu kucuk kuvvet, buyuk kuvvetten uzak olduğu icin, şehirden uzerine hucûma gecilip, perişÃ‚n edildi. Yaklaşan Mirz BÂbur, Sultan Ebû Saîd'in ic kaleye cekilip, orada sıkı bir muhÂfaza altında olduğunu oğrenince, eski hisarda konakladı. Birdenbire hucûma gecmekten cekiniyordu. Aradan gunler gecti, asker yiyecek sıkıntısı cekmeye başladı. EtrÂfa yiyecek temini icin gonderdiği askerlerin bÂzılarını Semerkandlılar yakaladılar. Bir taraftan aclık bir taraftan hastalık, Mirz BÂbur'un ordusunu perişÃ‚n ediyordu. O sırada bir de hayvan vebÂsı hastalığı cıktı. Mirz BÂbur'un ordusundaki butun atlar bu hastalıktan oldu. Oyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılamaz oldu. NihÂyet Mirz BÂbur, Sultan Ebû Saîd ile anlaşma yapmaya rÂzı oldu. Bu iş icin maiyetindenMevlÂn Mehmed MuammÂî adlı birini gonderdi. Bu elci, Ubeydullah-ı AhrÂr ile uzun bir goruşme yaptı. Elci; "Bizim MirzÂ'mız cok gayretli ve yuksek himmetli bir zÂttır. Ne tarafa gitse, o tarafı almadan donmez." dedi. Bunun uzerine Ubeydullah-ıAhrÂr hazretleri şoyle dedi: "Eğer Mirz BÂbur'un dedesi Mirz Şahrûh'un kalbimizdeki sevgisi ve uzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi gorurdunuz! Ben, dedesi zamÂnındaHerat'ta idim. Onun zamÂnında cok iyilikler ve himÂyeler gorduk. Hakkını ciğnemeyiz!" NihÂyet elci, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun icin Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerini Mirz BÂbur'un yanına, anlaşmaya dÂvet etti. Sultan Ebû Saîd, anlaşma icin Ubeydullah-ı AhrÂr'ın bizzat gitmemesini istirhÂm yoluyla bildirdi. Yapılan istişÃ‚reden sonra, MevlÂn KÂsım'ı anlaşma yapmak uzere gonderdiler. Boylece anlaşma sağlandı.

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin en meşhûr talebesi MevlÂn Muhammed KÂdı, Silsilet-ul-Ârifîn adlı eserinde şoyle bildirmiştir: "Bir gun Şeyh Mirz Omer'in, Kıpcak Colu sultanlarından SultanMahmûd'dan da yardım alarak, buyuk bir orduyla Semerkand uzerine yuruduğu haberi geldi.Bunun uzerine Semerkand sultÂnı Sultan Ahmed MirzÂ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak uzere buyuk bir orduyla yola cıktı. Ubeydullah-ı AhrÂr'a da yanlarında gelmesini ric etti. Ubeydullah-i AhrÂr da orduyla berÂber gitti. Halk, SultÂnın onu, sulh yapmak icin yanında goturduğunu zannetmişti. Ubeydullah-ı AhrÂr, kırk gun Sultan Ahmed'in ordusunda kaldı. Ordu, "AkkurgÂn" denilen yerde konaklamıştı. SultanAhmed, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Boylece orduyu Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkac gun bu şekilde hareketsiz beklediler.

Bir gun Ubeydullah-ı AhrÂr gadablanarak, SultanAhmed MirzÂ'ya; "Beni buraya nicin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipÂhi değilim. Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecÂlim kalmadı." dedi. Sultan Ahmed MirzÂ; "Benim bir kararım yok. Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız." dedi. Bunun uzerine Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemÂat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Omer MirzÂ'nın ve SultanMahmûd'un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya cıktılar. Yolun yarısında karşıladılar. Sonra Şahrûh'a gittiler. Ubeydullah-ı AhrÂr, SultanMahmûd'a cok iltifÂt gosterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, uc sultÂnın savaşmaktan vazgecip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına buyuk bir cadır kurulması ve uc sultÂnın bu cadırda toplanarak Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin idÂresi altında anlaşma şekli kararlaştırılacaktı.

Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydullah-ı AhrÂr, Sultan AhmedMirzÂ'nın yanına donup durumu bildirdi. Ertesi gun sabah vakti, Sultan Ahmed MirzÂ'nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silÂhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hÂlinde durdular. Ubeydullah-ı AhrÂr, diğer iki sultÂnı getirmek uzere Şahrûh'a gitti. Mirz Mahmûd'un, bu işden memnûniyeti yuzunden okunuyordu. Fakat Sultan Şeyh Omer MirzÂ'nın hÂlinde, garib bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim Ubeydullah-ı AhrÂr onları cağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı cıktığı hÂlde, Sultan Şeyh Omer Mirz hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gozukuyordu. Onun bu tavrı uzerine, Ubeydullah-ı AhrÂr, Sultan Mahmûd'u îkÂz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını soyledi. Peygamberimizin; "Deveni bağla, sonra tevekkul et." buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silÂhlı olarak anlaşma yapılacak yere goturduler. Boylece, uc pÂdişÃ‚hın askerleri birbirleri karşısında da saf tutup durdular. İcinde uc sultÂnın anlaşma yapacağı cadır da orta yere kurulacağı sırada, cadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık cıktı. MunÂzara uzadı. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri, oğle namazı icin abdestini, karşılıklı saflar hÂlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Sultan Ahmed MirzÂ'ya haber gonderip; "Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zaafı icindeyim. Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya calışmam, birbirinize girmemeniz icindir. Kuvvet, ancak bu kadar olur. Artık tÂkatim kalmadı. Eğer bana îtimÂdınız varsa, cekişmeyi bırakınız! Cadırı nereye kurarlarsa kursunlar." dedi.

Bunun uzerine Sultan Ahmed Mirz emir verip; "MÂni olmayın! Cadırı nerede isterlerse orada kursunlar. Benim îtimÂdım HÂce Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinedir." dedi. NihÂyet cadır kuruldu. Sultan Ahmed MirzÂ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri de, Sultan Mahmûd MirzÂ'yı veSultan Şeyh Omer MirzÂ'yı getirdi. Sultan Ahmed Mirz onları karşıladı ve Ubeydullah-ı AhrÂr'ın işÃ‚retiyle Sultan Mahmûd Mirz ile kucaklaştı. Bundan sonra Ubeydullah-ı AhrÂr, Sultan Şeyh Omer MirzÂ'yı, ağabeyi Sultan Ahmed MirzÂ'nın yanına goturdu. Sultan Şeyh Omer MirzÂ, ağabeyi Sultan Ahmed MirzÂ'nın elini opup, yuzune gozune surerek ağladı. Bu manzarayı gorenler de gozyaşlarını tutamadılar. Bundan sonra cadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her uc sultan da, butun meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıc cekmeyeceklerine ahdettiler. AhidnÂme yazılınca ucu de imzÂladı. Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri vÂsıtasıyla, Sultan Ahmed MirzÂ'dan Sultan Mahmûd MirzÂ'ya gecti. Bundan sonra FÂtiha okundu.Sultanlar birbirlerine ved edip ayrıldılar.

Anlaşmanın yapıldığı gun, halk, Ubeydullah-ı AhrÂr hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet icinde kaldı. Onun tasavvufta yukselmiş buyuk bir velî ve murşid-i kÂmil olduğunu anlamışlardı. O gun anlaşma sağlanıp kan dokulmesi onlendikten sonra, Ubeydullah-ı AhrÂr, SultanMahmûd MirzÂ'ya; "Siz Taşkend'e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım." buyurdu ve talebeleri ile Taşkend'e donmek uzere yola cıktılar. Yolda MevlÂn Muhammed KÂdı'ya; "Bu işlere ne dersin?Bu vak'a, kitaba yazılacak şeylerdendir!" buyurdu.

Ubeydullah-ı AhrÂr hazretleri zamÂnının en buyuk velîsi idi. İnsanların duny ve Âhirette saÂdete, kurtuluşa ermeleri icin gayret eder, onlara İslÂmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "İkindi namazından sonra oyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lÂzımdır. BÂzıları demişlerdir ki: "O saatte amelin en iyisi muhÂsebe, insanın kendini hesÂba cekmesidir. Oyle ki, gece ve gunduz gecirdiği saatler icinde yaptığı işleri gozden gecirip, ne kadar zamÂnı tÂat, ne kadar zamÂnı gunÂh işlemekle gecirmiş hesÂb etmeli. TÂat ile gecirdiği zamÂnı icin şukretmeli. GunÂh ile gecen zamÂnı icin de istigfÂr etmelidir." BÂzıları da şoyle demişlerdir: "Amellerin en iyisi, bir buyuk zÂtın sohbetine kavuşmak icin gayret gostermek ve o zÂtın sohbetinde, gonlunu Allahu teÂlÂdan başka her şeyden cevirmesidir." demişlerdir ki, en iyi amel, Allahu teÂlÂdan başka her şeyden yuz cevirip, Allahu teÂlÂya donmektir."

Allah adamlarıyla ve akıllılarla berÂber bulunmayı, gÂfil ve cÂhil kimselerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdu ki:

"Bir gun BÂyezîd-i BistÂmî hazretlerine, sohbet sırasında bir futur, dağınıklık hÂli gelmişti. Bunun uzerine; "Meclisimize bir bîgÂne, gÂfil girmiştir. Bu hÂl ondan dolayıdır. Onu arayıp bulunuz." buyurdu. Talebeleri iyice aradıktan sonra, boyle birinin bulunmadığını soyleyince; "Bastonların bulunduğu yere bakınız." dedi. Talebeleri oraya bakınca, bir bîgÂnenin asÂsını bırakmış olduğunu anladılar, o asÂyı oradan cıkarıp attılar."

Bir gun Ubeydullah-ı AhrÂr'ın talebelerinden biri, gÂfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti. Oturduktan bir muddet sonra, hocası; "Bu mecliste bir gÂfilin kokusu geliyor." dedikten sonra, o talebeye donup; "Bu koku senden geliyor, yoksa bir gÂfilin elbisesini mi giydin?" dedi. O talebe hemen dışarı cıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi.

Ubeydullah-ıAhrÂr hazretleri kendisi sÂlih ameller işlediği gibi, talebelerine ve sevenlerine de sÂlih ameller işlemelerini tavsiye ederdi. Hatt insanın yaptığı iyi veya kotu işlerin cansızlara bile tesir edeceğini bildirerek buyurdu ki: "İnsanların amelleri, işleri ve ahlÂkı, cansız şeylere de tesir eder. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu hususta cok keşfi vardır. Bu bakımdan, kotu işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibÂdet ile iyi işlerin işlendiği yerde yapılan ibÂdet birbirinden kıymetce farklıdır. Bunun icindir ki, KÂbe'de kılınan iki rekat, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir."

Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki:

"Şeyh Ebû Saîd Ebu'l-Hayr, tasavvufu şoyle tÂrif etmiştir: "Şimdiye kadar evliyÂdan yedi yuz zÂt tasavvufun tÂrifi husûsunda ceşitli sozler soylemişlerdir. Butun bu sozlerin ozu şu noktada toplanır: Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir."

"İnsanın kıymeti; idrÂkinin, zekÂsının, bu yolun buyuklerinin hakikatlerini anladığı kadardır."

"Şeyh Ebû TÂlib-i Mekkî buyurdu ki: "Allahu teÂlÂdan başka hicbir murÂdın kalmayıncaya kadar gayret goster. Bu murÂdın hÂsıl olunca, işin tamamdır. İsterse senden kerÂmetler, haller ve tecellîler hÂsıl olmasın, gam değildir."

"Tasavvuf, herkesin yukunu cekmek ve kimseye kendi yukunu cektirmemektir."

"Allahu teÂlÂdan gelen belÂlara sabırlı, hatt şukredici olmak lÂzımdır. ZîrÂ, Allahu teÂlÂnın birbirinden acı belÂları coktur."

"Bir gun MevlÂn HÂmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında bulunanlarla ilmî meseleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hic konuşmuyordum. Bana donup; "Ne dersin, konuşmak m