İstanbul’da yetişen buyuk velîlerden. İsmi YahyÂ, nisbeti BeşiktÂşî’dir. Aslen Amasyalı olup Şamlı Omer Efendinin oğludur. Yahy Efendi, İbn-i Omer el-Arabî, Yahy bin Omer BeşiktÂşî ve Molla ŞeyhzÂde gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur. 1494 (H.900) senesi Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefÂt etti. Kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortakoy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan cÂminin yanında olup, ziyÂret mahallidir.

Babası Şamlı Omer Efendi uzun muddet Trabzon’da kÂdılık yaptı. Yahy Efendi orada dunyÂya geldi. KÂnûnî Sultan SuleymÂn da Trabzon’da aynı sene aynı haftada doğdu. KÂnûnî ile sut kardeşi oldular. KÂnûnî dunyÂya geldiğinde, annesi Âişe Hafsa Sultanın sutu kesilmişti. Bunun uzerine KÂnûnî’yi Yahy Efendinin annesi emzirdi.

İlk tahsîlini, babasından ve oradaki başka Âlimlerden yapan Yahy Efendi, kucukluğunden îtibÂren ilim ve ibÂdete rağbet ederek yetişti. Cok riyÂzet ve mucÂhede yaptı. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak icin cok calıştı. ZÂhirî ve bÂtınî ilimlerde yuksek derecelere, mÂnevî olgunluklara kavuştu. İlimdeki kemÂlÂtını arttırmak ve daha yukseklere kavuşmak maksadıyla, hilÂfet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli şohretiyle meşhûr, Muftiy-ul-enÂm Ali CemÂlî Efendinin hizmet ve sohbetlerine kavuştu. VefÂtına kadar sohbetlerine devÂm etti.

Ali CemÂlî Efendinin vefÂtından sonra muderris oldu. Yahy Efendi, ceşitli medreselerde vazîfe yaptıktan sonra, 1553 senesinde, Sahn-ı semÂn medreselerinden birinde muderrislik yaptı. İki sene sonra da emekli oldu. Emekliliğinden sonra inzivÂyı, yalnız kalıp, hep ibÂdet ve tÂat ile meşgûl olmayı tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz kenarındaki bahcesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları evin etrÂfında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları odalar ve yol uzerinde herkesin gelip gectiği bir yerde de cok guzel bir ceşme yaptırdı. Pek mahÂretli olup, inşÃ‚at işlerini bizzat kendisi yapardı. Yaptığı ceşmenin tÂrihî olması bakımından, kitÂbesi icin yazdırdığı şu beyt meşhûrdur:

“Bin tÂrihi bu inşÃ‚lar olsun

Konup icenlere sıhhÂlar (safÂlar) olsun”

Askerî ve mulkî erkÂn, ahÂlinin ileri gelenleri, cevredeki ve uzak yerlerdeki insanlar, tuccÂrlar ve bilhassa gemiciler, Yahy Efendiyi ziyÂret ederler, hediye ve adak gonderirler, hÂcetleri icin du isterlerdi. Yahy Efendi, yanına gelen ziyÂretcilere ceşit ceşit yemekler, şerbetler ve meyveler ikrÂm eder, geleni boş cevirmezdi. İyilik, ikrÂm ve ihsÂnları pekcoktu. BÂzan şehrin ileri gelen zÂtları ile ilim sÂhiplerini dÂvet eder, ceşit ceşit ikrÂmlarda bulunurdu. BÂzan da fakir ve yoksullara ziyÂfet ceker, gonullerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dunyÂya teşriflerinin sene-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha cok iyilik ve ikrÂmlarda bulunur, daha geniş ziyÂfetler verirdi. İlim talebelerinden, fakirlerden ve zayıflardan ziyÂretine gelenlere cok sadakalar verir, en aşağı hediyesi kayık ucreti olurdu. Bahcesinde bulunan meyvelerden KÂnûnî Sultan SuleymÂn HÂna takdîm ve hediye eder, SultÂn da ona, maddî yardımda bulunurdu.

Yahy Efendi, ceşitli ilimlerde soz sÂhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahÂret ve ihtisas sÂhibi idi. DuÂsı Allahu teÂlÂnın izniyle hastalara şif olurdu. Kendisi, hem zÂhirî, hem de bÂtınî kemÂlÂta sÂhipti. Uveysî idi. Dil ve gonul ehli, şÃ‚ir, tabîb, hakîm, comert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi huylu, takv ve guzel ahlÂk sÂhibi bir zÂttı. ZiyÂretine gelenler, onun kereminden, kerÂmetinden, hikmetli sozlerinden, tıbba dÂir bilgilerinden, ilim ve fazîletinden istifÂde ederler, feyz almış olarak donerlerdi. Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitÂb ederdi. Sohbetlerinde din buyuklerinden bahseder, onların menkıbelerini, guzel hÂllerini anlatırdı.

Yahy Efendinin iyilik, ikrÂm ve ihsÂnları pekcok olmakla birlikte, kendisi gÂyet sÂde bir hayat yaşar, her turlu luzumsuz Âdetten kacınır, resmiyetten uzak dururdu. Tekelluf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sÂdeydi.

Ceşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların coğunu, bin yapmakta ve bahcelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binÂlar yapardı. Yaptığı inşÃ‚atın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, hÂnekÂh, hamam gibi binÂlar inşÃ‚ ederdi. İnşÃ‚at işinde cok mÂhir idi. Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sÂhillerini doldurur, oralara yeni binÂlar yapardı. Boyle cok bin yapmasının hikmeti suÂl edildiğinde; “Bekara sûresi 36. ve A’rÂf sûresi 24. Âyet-i kerîmelerinde meÂlen; “...Yeryuzunde sizin icin bir vakte (omrunuzun, ecelinizin sonuna) kadar, yerleşmek, gecinmek ve menfaatlenmek vardır.” buyruldu. Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar icin, en guzel kalma yerleri, en munÂsip ve lÂzım olan yerler boyle binÂlardır. Bunun icin bu tip binÂların inşÃ‚sına bu kadar gayret ediyoruz.” buyururdu.

KÂnûnî Sultan SuleymÂn, sultan olunca, ona cok yakın alÂka gosterdi. Cok yardım edip, İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi.

KÂnûnî Sultan SuleymÂn Han bir gun Yahy Efendiye hatt-ı şerîf gonderip; “BirÂderim Yahy Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır goruşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Boylece kırık gonlumuz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerîf, Yahy Efendiye ulaşınca, kÂğıt kalem istedi ve KÂnûnî’ye cevap yazıp onun goruşme isteğini kabûl etti. DergÂhına dÂvet etti. Sohbette bulundular.

Yahy Efendi hazretlerinin cok kerÂmetleri goruldu. KÂnûnî Sultan SuleymÂn Han sık sık kendisini ziyÂret eder nasîhatlerini ister, duÂsını alırdı.

Bir gun Yahy Efendi hazretleri Sahn-ı semÂn Medresesine gitmek icin yola cıkmıştı. Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey Âlim zÂt! Ey Yahy Efendi! Size bir suÂlim var. Bu muşkul işi bana îzÂh edin. Soracağım şeyin cevÂbı acab dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor. Olen kalan kim bilinmeden olmuş bir gayr-i muslimden devletce harac isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahy Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde olmuş bir gayr-i muslim vatandaştan harac alınmaz. Sonra cok fakir kazandığıyla guc gecinen kimseden ve cok yaşlı olanlardan da harac alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. SultÂnımız ona muhtac değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden olen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. İslÂm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan SuleymÂn Hana arzedin, haber verin, sorun?” dedi.

Bunları işiten Yahy Efendi celÂllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan once hemen kalem kÂğıt istedi ve Sultan SuleymÂn Hana hitÂben; “Ey cihÂn sultanı SuleymÂn Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmun olen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki boyle bir zulmu senin ecdÂdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, muminleri bir kÂfir ilzÂm ediyor, susturuyor, cÂresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu mektubu verip Sultana gonderdi. Mektup, KÂnûnî’nin eline ulaştığında, KÂnûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir uzuntu kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahy Efendiye gondererek geleceğini bildirdi. Cok gecmeden saltanat kayığına binip Yahy Efendinin dergÂhına vardı. Hurmetle selÂm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gonderdiniz? Ey guzel haslet sÂhibi! Nedir sucumuz? Bize bunu beyÂn edip acıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu.

O zaman Yahy Efendi hazretleri ona; “PÂdişÃ‚hım! Bu ne iştir. Defterleri her sene nicin yenilemezsiniz? Olmuş olan gayr-i muslimlerden memurlarınız harac toplarlar. Boyle ele gecen mal sana hic helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi.

Hayretler icinde kalan KÂnûnî; “HÂlimi Allahu teÂl biliyor ki, bu soylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahy Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahu teÂlÂnın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i muslim malı alırlar. Bu kÂfir hakkı, kul hakkı olur. Ergec Allahu teÂlÂnın huzûruna cıkacaksın. Yakanı kÂfirin eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. CihÂn pÂdişÃ‚hının kÂfirle birlikte gelmesi lÂyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur îmÂn gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahu teÂlÂnın rızÂsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gosterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hic rız gosterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Nicin adÂletle işlerini gormezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihÂn pÂdişÃ‚hı! Şohret zînetinin hepsi burada bu dunyÂda kalır. Bu apacık bir iştir. Eğer adÂletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu.

KÂnûnî Sultan SuleymÂn Han bu sozleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i muslimlerden olen kalanları yazın. Harac hesÂbını iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızÂm yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahy Efendi hazretlerine donup; “Sen bizim doğru yolu gosteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allahu teÂl senden rÂzı olsun. Suc bizdeymiş.” dedi. Yahy Efendi de ona; “Ey cihÂn pÂdişÃ‚hı! Tovbe edin ki, Allahu teÂl affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulum etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. KÂnûnî ona; “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta gecmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman Yahy Efendi, KÂnûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi cıkabilirsin.” buyurdu.

Yahy Efendinin sevdiklerinden Baba Tarak anlatır: “Balıkcı idim. Balık avlar, onunla gecinirdim. Bir seher vakti Yahy Efendi hazretlerinin dergÂhına vardım. Beni gordukte; “Gel, teknen ile beni denizde bir gezdiriver. Allahu teÂlÂnın kudretini duşunelim. DeryÂyı bir guzel seyredelim.” buyurdu. Ben de; “Başustune efendim!” dedim. Hemen gidip kayığa bindik. Yahy Efendi hazretleri kayığa oturdu. Kıyıdan biraz ayrılınca, gonlumu bir uzuntu kapladı. Gam ile doldum. Zîr hanımım bana o gece fakirlikten yakınıp; “Evin ihtiyÂcını karşılayamıyorsun. Bak kızın yetişti. Ceyizi bile yok. Sen ise durmadan Yahy Efendiye gidersin. O da boylece seni işten alıkoymaktadır. Kuru kuruya gezmek hangi akıl îcÂbıdır." demişti. Gece soylediği bu sozleri hatırıma gelmişti. Kimseye bir şey soylememiştim. Birden Yahy Efendi hazretleri bana; “EvlÂdım! Yanında balık tutmaya ağın var mı?” diye sordu. Ben de; “Efendim, denizde balık olmayınca, ağ olmuş neye yarar.” diye cevap verdim. Yahy Efendi yine; “Balık yok ise uzulme. Allahu teÂl sana rızkını elbet ihsÂn ediverir. Ağı bana ver. Şimdi sana Allahu teÂlÂnın kudretini gostereceğim.” buyurdu. Yahy Efendi bu sozu soyler soylemez denizin yuzu balıkla dolup kaynamaya başladı. Ağı attı, ici balıkla doldu. Onları kayığın icine boşalttı. Herbiri iri iri, tÂze kefallerdi. Bana donup; “EvlÂdım! Şimdi beni kenara bırak, sen de balıkları satmaya git. Bu balıklar ne kadar para ederse, onunla kızına babalık yap. Ceyizini alıp, hazırla. Hanımının da istedikleri boylece yerine gelsin.” buyurdu. O zaman ben hayretler icinde kaldım. Zîr benim uzuntu sebebimi anlamıştı. Hemen Yahy Efendi hazretlerini kıyıya bıraktım ve balıkları pazarda satmaya gittim. Balıkları satıp parasını getirerek, durumu hanıma anlatıp parayı saydım. Hanım buna cok sevindi. Butun ihtiyacları karşıladım. Ceyizi aldık. Hanım ondan sonra bana karşı hic huysuzluk yapmaz oldu. Sonra koşarak Yahy Efendi hazretlerinin huzûruna geldim. Beni tebessum ile karşıladı ve; “Balığı şu kadara sattın ve ihtiyaclarını da karşıladın herhalde.” buyurdular. Ben de; “Evet efendim. Size canım fed olsun. Bize kereminizle yardım ettiniz.” dedim. Sonra bana; “Ey Baba Tarak! Sen bu sırrı kimseye soyleme. Allah icin yayma. Bizdeki yardım doğrudur. Kısmetmiş ve senin hakkın olmuştur.” buyurdu.”

Yahy Efendi hazretlerinin elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. İsmi Kusta Usta idi. Yahy Efendi ona zaman zaman; “Ey Kusta Usta! Kufur hÂlinde olman uygun değil. ÎmÂna gelsen de seninle bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak, daha iyi değil mi?” derdi. O da; “Sozleriniz doğrudur. Bir gun gelir başımızın yazısını elbet goruruz. Hak nasîb ederse oluruz.” diye cevap verirdi. Yahy Efendi bir zaman terziye dikmesi icin bir elbise verdi. O da kısa zamanda bicip dikti ve Yahy Efendi hazretlerine getirdi. Yahy Efendi onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı. Terzi Kusta Usta; “Bir noksanı mı var?” diye sordu. Yahy Efendi de; “Onun bir noksanı yoktur. Acab bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu. Bunun uzerine Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim. Cep ağızları dikişlidir. Verin bana ağızlarını acayım.” dedi. O zaman Yahy Efendi, ona; “Ellerini ceplerine sok ne cıkar, ne bulursan senin olsun.” buyurdu. Terzi Kusta bu soze bir mÂn veremeyip şaşırdı ve ellerini, ipliklerini soktuğu ceplere soktu. Bir avuc altın cıkardı. Kusta Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini bir titreme aldı. Sonra Yahy Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın sevgili kulu! Bana yardım edin. Mumin olma zamÂnım geldi. ÎmÂn etmek istiyorum. Bana îmÂnı oğretiniz.” dedi. Yahy Efendi onun başına kendi tulbendini sardı ve; “Artık ismin Ali Usta oldu.” buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehÂdeti soyleyip Yahy Efendinin talebeleri, sevdikleri arasına girdi ve dergÂhta omur boyu hizmet etti.

Yahy Efendinin torunu Azîz İbrÂhim Efendi anlatır: “Dedemin yanında oturmuştum. Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi Hind’den de.” dedi. Sozunu tamamladığında kapı calındı. Bana; “Kapıyı calan kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Caldığın bu kapıdan istediğin nedir?” dedim. Sonra geri donup ceddime; “Dedeciğim birisi sizinle kapıda goruşmek istiyor.” diye haber verdim. O da bana; “Onu iceriye dÂvet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi. Derhal gidip kapıyı actım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. O da eşyÂsıyla birlikte iceriye girdi. SelÂm verdi ve dedemin elini optu. Koynundan bir mektup cıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin icin t Hindistan’dan geldim. Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size gonderdiler.” dedi. Dedem Yahy Efendi hazretleri de tebessum edip, o kişiyi misÂfir ettiler ve sonra geri gonderdiler.”

Yahy Efendinin Boğaz’da cok guzel bir bahcesi vardı. Orada Mustafa Efendi adında biri hizmet ederdi. Bir gece Yahy Efendi ona; “Bana biraz su getir.” buyurdu. O sırada hic su yoktu. Mustafa Efendi testiyi alıp dışarı cıktı. Dışarısı cok karanlık olup, goz gozu gormez derecedeydi. Ustelik su getirilecek yer de oldukca uzak ve tehlikeliydi. Mustafa Efendi bir turlu gitmeye cesÂret edemedi. Geriye de donemedi. Neticede; “Yahy Efendiye fed olsun, diye gonlunden gecirip yola koyuldu. Birden gideceği yer gunduz gibi aydınlandı. SelÂmetle gidip testiyi doldurup getirdi. LÂkin bu aydınlığa şaşıp kaldı. Tekrar dışarı cıkıp bu aydınlığı gormek istedi. Dışarı cıktığında her tarafı kapkaranlık gordu. Bu hÂli Yahy Efendiden sormak istedi. İceri girdiğinde Yahya Efendi ona; “Bak Mustafa Efendi! Bu gorduğunu kimseye soyleme. Bizi de ellere verme. Bir kimsede yakîn nûru varsa, o kimse zulmette, karanlıkta kalmaz.” buyurdu. Bu hal onun bir kerÂmetiydi.

BelbÂn isminde gayr-i muslim bir cobanın surusunden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahy Efendinin dergÂhının bahcesine gelmişlerdi. Coban, koyunlarını butun aramalara rağmen bulamadı. NihÂyet orada bulunduklarını oğrenip, doğruca dergÂha geldi. Yahy Efendinin, muslumanların buyuk bir Âlimi ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acab bana nasıl alÂka gosterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, ac ve yorgun olduğumu anlayıp; tÂze ekmek, tereyağı ve bal ikrÂm ederse, onun hakîkaten buyuk bir zÂt olduğunu anlarım.” gibi duşunceler ile Yahy Efendinin huzûruna girdi. Yahy Efendi onu gorunce, o daha hicbir şey soylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp cok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tÂze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye hizmetciye emretti. Emredilen yiyecekler, derhÂl hazırlanıp getirildi. Ortaya konunca, Yahy Efendi BelbÂn’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal ve tÂze nÂn (ekmek), Dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve tebessum ederek, yemesi icin işÃ‚ret etti. BelbÂn da o yiyeceklerden yedi. Gonlu ve kalbi yumuşadı. EvliyÂnın lokması kalp hastalığına şif olmuştu. Bunun uzerine BelbÂn îmÂn etmekle şereflenip musluman oldu. Bu nîmetin şukrÂnesi olarak, Allah rızÂsı icin, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrÂm edilmesini istedi. Bunun uzerine Yahy Efendi, şu şiiri soyledi:

Sabahleyin iki ganem (koyun),
Menzile mihmÂn (misÂfir) geldi.
Her gorenler dediler,
“Tekkeye kurbÂn geldi.”

Yolda cokdur calıcı,
Onları, caylak gibi,
Her ac olan ona der;
“Derdime dermÂn geldi.”

Bir koyundan kucuktur,
İki koyunu penceler,
Cekip orada yutar,
Der: “Bize ihsÂn geldi.”

Ey “Muderris” ola gor,
RÂ’î (coban) bugun bunlara sen!
Enbiy zumresi hep
Âleme coban geldi.

Yalova’da bir imÂm vardı ki, Yahy Efendiyi buyuk bilir ve cok severdi. Zaman zaman ziyÂretine gelirdi. Bu imÂmın coluk cocuğu kalabalık olup, maddî sıkıntı icindeydi. Fakat o sabreder fakirliğini gizler, kimseye bir şey soylemezdi. Bir gun yine Yahy Efendi hazretlerini ziyÂrete geldi. SelÂm verip huzûrunda oturdu. O sırada dergÂh tenh olup, kimseler yoktu. Yahy Efendi ona; “Ey temiz insan! Gel seninle bahcede biraz dolaşalım. Allahu teÂlÂnın lutfunun sonu yoktur.” buyurdu. BerÂberce cıktılar. Bir yere geldiklerinde, Yahy Efendi; “Sen bize candan bağlısın. Şimdi sana Allahu teÂlÂnın lutfuyla bir iş gostereceğim. Boylece gonlundeki fakirlik sıkıntısı kalmayacak. Fakirlik ateşini sondurmuş ve seni sevindirmiş olacağız.” buyurdu. Sonra yere asÂsını vurdu ve; “Burasını kaz!” dedi. İmÂm Efendi orasını actığında, icinden bir kup altın cıktı. Ona; “Ne durursun, fakirlik hastalığına cÂredir. Bunları sana sonsuz hazîneler sÂhibi Allahu teÂl gonderdi. İstediğin kadar al.” buyurdu. İmÂm Efendi bunları heybesine doldurdu. Yahy Efendi ona; “Ey İmÂm Efendi! Duny uzuntusunu gonlune sakın koyma. Bunları hayırlı işlere sarfedersin. Yalnız bu sırrı kimseye soyleme. ŞÃ‚yet anlatırsan o zaman bunlar elinden cıkar, aldırırsın.” buyurdu. İmÂm Efendi de; “Efendim, ben bu işe cok şaştım! Bu kadar altınla memleketime nasıl donerim. Yollarda haramîler, eşkıyÂlar var. Korkarım ki bunları benden alırlar. Nasıl varacağımı bilemiyorum.” dedi. Bunun uzerine Yahy Efendi; “Sana kimse zarar veremez. Bu senin nasîbindir. Var selÂmetle git.” buyurdu. İmÂm Efendi ved edip yola cıktı. Hakîkaten başına hicbir şey gelmeden Yalova’ya vardı. Kendisini hanımı karşıladı. Heybedeki altınları gorunce, hayretler icinde kaldı ve; “Bunları nereden buldun?” diye sordu. O da; “Bu işi sana acıklayamam. SÂdece Allahu teÂlÂnın ihsÂnı olarak bil!” dedi. İmÂm Efendi bundan sonra etrÂfına yardım etmeye başladı. Hem yedi hem yedirdi. Omru hayır yapmakla gecti. İnsanlar onun hakkında; “Nereden buluyor bunları?” demeye başladı. BÂzısı da; “Birisinden emÂnet almış gÂlibÂ!” Kimisi de; “Anlaşılan defîne bulmuş.” dedi. Herbiri bir şey soyledi. Netîcede İmÂm Efendi hastalandı. Hastalığı ilerleyince, komşularını başına cağırdı ve onlara; “Size bu malı nereden bulduğumu acıklamak istedim. Bunun elime girmesine sebep, Yahy Efendi hazretleridir. Bugune kadar kimseye soylemedim. Zîr bana, soyleme gizle demişti. Şimdi ise omrumun sonu yaklaştığından onun kerÂmeti unutulmasın diye soyluyorum.” dedi ve Kelime-i şehÂdet getirerek vefÂt etti.

Torunu TÂceddîn Efendi anlatır: “Bir gece uyuyordum. Gece yarısı dedem beni uyandırdı ve; “TÂceddîn! Şimdi git. DergÂhta hizmet edenleri uykudan uyandır. Denizde bir işim var, kayığı denize indirsinler.” buyurunca, gidip haber verdim. Cocuk olduğum icin beni dinlemediler ve; "Gormedin mi dışarısı fırtına. Kayık bu havada denize iner mi?” dediler. Ben de gidip soylediklerini dedeme anlattım. O zaman dedem hemen gidip kendisi kayığı denize indirdi. İcine postunu yayıp oturdu. Sonra dergÂhtakiler kayığın denize indirildiğini anladılar. Yahy Efendi kayıkla denize acıldı. Biraz yol aldıktan sonra kucuk bir kayık icinde iki papazın suya batmak uzere olduğunu gordu. Hemen yetişip onları kayığa aldı ve Yenikoy’e goturup kıyıya cıkardı. Tekrar Beşiktaş’a dergÂhına geldi. Sonra bu papazlar metropolitlerine başlarından geceni anlattılar. Metropolit de, Yahy Efendiye ceşitli hediyeler gonderip, ona sevgi, saygı ve hurmetlerini bildirdiler.

Yahy Efendiyi seven ve dergÂha odun taşıyan bir kayıkcı vardı. O anlatır: “Bir gun Yahy Efendi bana; “Ey reis! Sen bize candan hizmet edersin. Seni severiz. Bize bir kayık meşe odunu getiriver.” buyurdu. Ben de gidip bir kayık odun getirdim. Kayığı iskeleye yanaştırdım. Hizmetciler dergÂha odunu taşımaya başladılar. O gun Yahy Efendiye pekcok muhtac ve borclu geldi. Yahy Efendi hazretleri her birine yardım edip, ihtiyÂcını karşıladı. Hepsi sevincliydi. Hayır du ederek dergÂhtan ayrıldılar. Yahy Efendi hazretleri hayÂtında para kesesi kullanmazdı. Onun bir kucuk el sepeti vardı. Nereye gitse onu yanından ayırmazdı. Bir başkasının da ona dokunmasına, icine elini sokmasına izin vermezdi. Kim bir şey istese, ister ekmek, ister meyve ne olursa olsun mubÂrek elini icine sokar, istenilen şeyi cıkarır verirdi. Yahy Efendinin huzûruna vardığımda beni tebessumle karşıladı ve; “Reis, biz senden odun istemiştik. Ne yaptın?” dedi. Ben de; “Efendim odun iskeleye geldi. Hizmetciler taşıyorlar.” dedim. O zaman Yahy Efendi hazretleri, yanındaki kapalı sepetine elini soktu, icinde dolaştırıp bir miktar altın cıkardı ve bana uzattı. O zaman ben; “Acab para kesesi kullanmamasının sebebi nedir?” diye gonlumden gecirdim. Yahy Efendi bana bakıp guldu ve; “Reis! Bizim kesemiz yoktur. LÂkin yedi iklim bize keselik yapıyor. Altın ve gumuş bizde misÂfir olmaz. Hem de bir gece bile kalmaz. Yerine ulaştırılır.” buyurdu.

Kocaeli’nde Hacı Ali Efendi isminde takv sÂhibi, dergÂhı olan bir zÂt vardı. Hacı Ali Efendi, Yahy Efendi hazretlerinin buyukluğunu ve guzel hallerini işitmişti. Bir gun onu gormek icin yola cıktı. Beşiktaş’a, oradan da Yahy Efendinin dergÂhına geldi. Hizmetcilere hitÂben; “Yahy Efendiyi ziyÂrete geldik.” dedi. Onlar da; “Şu anda burada değildir.” diye cevap verdiler. Hacı Ali Efendi tekrar; “O halde nerede bulabiliriz, soyleyin.” dedi. Hizmetciler de; “Efendim, Yahy Efendi hazretlerinin Yenikoy yakınında bir bağı var, oraya gitti.” dediler. Hacı Ali Efendi bunun uzerine yanındakilere; “Gidip onu bulalım.” dedi. Sonra Yenikoy’e gectiler ve Yahy Efendinin bağını buldular. Hacı Ali Efendi bahcıvana; “Yahy Efendiye haber verin. Onu ziyÂret icin geldik.” dedi. Bahcıvan; “Efendim, Yahy Efendi hazretleri seher vakti buraya gelip, bir muddet kalıp kayıkla Kavak tarafına gittiler.” dedi. Hacı Ali Efendi bunları duyunca; “Tovbeler olsun! Bu kişi deli olsa gerek. Kendisinde evliyÂlıktan bir eser goremiyoruz. Bağdan bağa dolaşan kişi velî olur mu? Arzusu peşinde koşuyor. Bu işler hic evliyÂnın işi mi? Hani zikirler, hani dergÂhta sohbet, hani ibÂdet, hani virdler, zikirler, hani elbise ve kulÂh? O ise tenhalarda yollara duşup bağdan bağa koşuyor. Bu dunyÂya bu derece heves bir velîde olur mu? Biz onu daha gormeden niyetlerini bir guzel anladık. ÂşikÂre apacık ne olduğu meydana cıktı. DunyÂya duşkun olan, Âhiret adamı olamaz. Âhiret adamı olan cok kere fakir olur. Nerede Yahy Efendide bunlar?” diye soylendi. Geriye donmeyi duşundu. Fakat vazgecti. “Bu kadar zahmet cekip t Kocaeli’nden buralara kadar geldim. Gormeden gitmek, bu kadar zahmeti boşa cekmek olur. Emeğim boşa gitmesin. Onu gormeden donmek akıllıca bir iş olmaz. Onu bir bulup imtihan edeyim.” dedi ve kayık ile Kavak yonune doğru yola cıktı. Kayıkla giderken yolda Yahy Efendi ile karşılaştı. Yahy Efendi onu gorunce, tebessumle; “Kardeşim hoş geldiniz. Bir kimsenin gonlunde duny sevgisi olmazsa, onun elinde bulunan dunyÂlıklar Âhirette şeref ve îtibÂr bulmasına mÂni olmaz. Biz duny ehlinden uzak olmak icin bu dağ ve bahceleri mesken edindik. LÂkin biz nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fırsat vermiyorlar.” buyurdu. Sonra şu beyti okudu:

“YÂ İlÂhî! Kulunum. Emrine itÂat ederim, anarım seni

Beni ne yaparsan yap, yeter ki yapma duny delisi.”

Hacı Ali Efendi bu sozleri duyunca, onun gercek hÂlini anladı ve soylediklerine bin pişman oldu. Geri kalan omrunu Allahu teÂlÂnın bu sevgili kuluna muhabbet ederek gecirdi.

KÂnûnî Sultan SuleymÂn Hanın vefÂtından sonra yerine oğlu İkinci Selîm Han pÂdişÃ‚h olup tahta gecmişti. Bir gun saltanat kayığı ile Boğazı gezmek icin cıktı. Giderken Boğaz’daki bÂzı yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde, kendisine; “Efendim burası Beşiktaş’tır ve Yahy Efendi hazretleri oturur. Buralarını o ihy etmiştir.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Yahy Efendi nasıl biridir?” diye sordu. Ona; “Sultanım! Yahy Efendi, babanız CennetmekÂn hazretlerinin sut kardeşi idi. Babanızla cok iyi goruşurlerdi.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Evet, babamla olan yakınlığını ve dostluğunu bilirim. O babama her ne derse babam şuphesiz yerine getirirdi. Yahy Efendi saraya bir def olsun gelmemişti. LÂkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona cok iltifat ettiğine gore gorelim nasıl zÂttır. EvliyÂlığı nicedir. İmtihan icin onu bir yere dÂvet edelim.” dedi. Kale bahcesi denilen guzel bir yere geldi. Sultan bir adamıyla Yahy Efendiyi buraya dÂvet etti. Yahy Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi gonlunden gecirdi. Cok gecmeden Yahy Efendi kayığıyla cıkageldi. Sultan Selîm Han, Yahy Efendiyi gorunce tahtından inip hurmetle onu karşıladı ve iltifat etti. Yahy Efendi ona; “Sultanım! Nicin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.” buyurdu. Sultan, el opmek isteyince, Yahy Efendi, Sultanın iki kulağını tutup buktu ve; “Abdestin var mı? Soyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan; “Abdest alayım.” dedi. Yahy Efendi; “Dediğim namaz abdesti değildir. Soylediğim tovbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han mahcûb oldu ve Yahy Efendinin ellerinden opup, hurmet gosterdi. Onun buyuk bir velî olduğuna iyice inandı.

Yahy Efendinin, Apostol isminde hıristiyan bir komşusu vardı. Bir gun bu Apostol, denizde fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan olduğu hÂlde, Yahy Efendinin hurmetine du ederek kurtuldu. Evine gelince, Yahy Efendiye hediye goturmek istedi. Kendi Âdetlerince, muhim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap alarak Yahy Efendinin dergÂhına gitmek icin yola cıktı. Getirdiği şarap, dergÂhın yokuşunda, daha oraya varmadan nar suyu hÂline dondu. Bu apacık kerÂmetleri goren Apostol, musluman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. Arsasını Yahy Efendiye hediye etti ve kendisi de onun talebeleri arasına katıldı. Bu zÂt, Yahy Efendi ile aynı turbede, onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır.

Bir zaman Sultan İkinci Selîm Han bir donanma hazırlayıp sefere cıkılmasını ferman buyurdu. Donanma hazırlandığında donanma komutanı Kaptan-ı dery Beşiktaş’a geldi ve Yahy Efendiden du istedi. O zaman Yahy Efendi hazretleri uzuntulu ve sıkıntılı bir halde; “Allahu teÂl bir şeyin olmasını takdir ettiyse, onu hayır du değiştiremez. LÂkin sizden gelecek kotu bir haberi işitmememiz icin gece-gunduz Rabbime duÂcıyım.” buyurdu ve donanma kaptanını uğurladı. Donanma o yıl duşmana karşı zafer kazanamadı. Bu haber İstanbul’a gelmeden once Yahy Efendi hazretleri Hakk’ın rahmetine kavuştular. Buyurdukları gibi bu haberi duymadan Âhirete gittiler.

BeşiktÂşî Muderris Yahy Efendi, omrunun sonuna kadar Beşiktaş’taki yerinde, ibÂdet ve mucÂhede ile vakit gecirdi. 1569 (H.977) Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi vefÂt etti. VefÂtında seksen yaşına yaklaşmıştı. Kurban bayramı gunu, SuleymÂniye CÂmiinde, bayram namazından sonra cenaze namazı kılındı. CenÂze namazını ŞeyhulislÂm Ebussu’ûd Efendi kıldırdı. Bahcesi yakınında bulunan ve daha onceden hazırladığı kabrine defnolundu. CenÂzesinde vezîrler, Âlimler, zenginler ve fakirlerden muteşekkil cok kalabalık bir cemÂat hazır bulundu. Bu cemÂat, onun hÂlinin iyi olduğuna, sonunun hayırlı olduğuna, tam ve Âdil bir şÃ‚hitti. VefÂt gecesinde; Âlimler, hÂfızlar, vÂizler, imÂmlar, tasavvuf buyukleri Kur’Ân-ı kerîm okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihy edip, sevÂbını o buyuk zÂtın rûhuna hediye ettiler. Kabri uzerine İkinci Selim HÂn tarafından turbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı sultanları, Yahy Efendinin turbesinin, cÂmi ve zÂviyesinin ve diğer kulliyÂtının bakım ve tÂmirini buyuk bir hassÂsiyetle ve aksatmadan yapmışlardır.

Yahy Efendinin iki oğlu olup, her ikisi de babaları gibi ilim, irfan Âşığı kimseler idi. Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefÂtlarında aynı turbeye defnolunmuşlardır.

Yahy Efendi hazretlerinin şÃ‚irliği de kuvvetli idi. “Muderris” mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve muretteb DîvÂn'ı vardır.

O KENDİNİ TANITTI

KÂnûnî, bir gun kayıkla Boğaz’da gezmeye cıkmıştı. Ortakoy hizÂsına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam gondererek Yahy Efendiyi cağırttı. O da yanında bir ahbÂbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahy Efendinin ahbÂbı, devamlı olarak KÂnûnî’nin parmağında bulunan cok kıymetli bir yuzuğe bakıyor ve bu bakış dikkati cekiyordu. KÂnûnî bu hÂli farkedince, parmağındaki o kıymetli yuzuğu cıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz.” dedi. O zÂt yuzuğu aldı. Evirip cevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahy Efendi hÂric, kayıkta bulunanlar cok hayret ettiler. Bir muddet gittikten sonra, o zÂt inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zÂt, ineceği sırada denizden bir avuc su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz once denize attığı yuzuk vardı. Yahy Efendi hÂric, kayıkta bulunan herkes, yine cok hayret ettiler. KÂnûnî, elini uzatıp yuzuğu alınca, o zÂt birdenbire gozden kayboluverdi. KÂnûnî, Yahy Efendiye donup; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gorduğunuz Hızır aleyhisselÂm idi.” dedi. Bunun uzerine KÂnûnî; “O hÂlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahy Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta gec kaldınız.” buyurdu.

OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE OLACAK?

Bir gun cihÂn pÂdişÃ‚hı KÂnûnî Sultan SuleymÂn Han, Yahy Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gonderdi ve; “Ağabey! Sen ilÂhî sırlara vÂkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının Âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahy Efendi eline kalem kÂğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp KÂnûnî’ye gonderdi. KÂnûnî, Yahy Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler icinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sozun mÂnÂsını anlamak icin Yahy Efendinin dergÂhına geldi. Yahy Efendiyi gorur gormez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suÂlime cevap veriniz. Biz de ona gore hareket edelim.” dedi. Yahy Efendi bunun uzerine tebessum edip; “Biz cevap verdik. Bu sozumuzu anlayamamana şaşarız.” dedi. KÂnûnî; “Nasıl?” deyince, Yahy Efendi; “Zulum, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu onlemeye calışmasalar, sonra koyunu kurt değil de coban yese, bilenler de bunu soylemeyip gizlese, fakirler, muhtaclar, gariplerin feryÂdı goklere cıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felÂkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itÂat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. KÂnûnî bunları işitince, goz yaşlarını tutamadı. Yahy Efendiye olan sevgisi daha da arttı.

KİMSE KİMSENİN RIZKINI YİYEMEZ

Yahy Efendi bir zaman sevdiklerinden birkacıyla yolculuğa cıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden birini cağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip tÂze yumurta alalım. Yiyelim ve şukredelim.” buyurdu. Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci, guzel huylu biriydi. Yahy Efendi değirmenciye; “Efendi bize tÂze yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tÂne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi, hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun uzerine Yahy Efendi; “Kimse kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kumesi ac. Bize de kalmıştır.” buyurdu. Kumesi actığında her taraf yumurta doluydu. O zaman Yahy Efendi; “Bak Hasan Efendi! Allahu teÂl bizim rızkımızı da yaratmış.” buyurdu ve bir avuc altına bir sepet yumurta alıp yola devÂm ettiler.

PEHLİVÂN YAHYÂ EFENDİ

Avrupa’da Kara Pehlivan ismiyle meşhûr ve butun gureşcileri yenen gayr-i muslim bir gureşci vardı. Bu gureşci bir ara İstanbul’a geldi. Butun gureşcilere meydan okuyor, hic kimsenin kendisiyle gureşmeye cesÂret edemeyeceğini soyluyordu. Yahy Efendi, İslÂmiyetin şerefini, vekarını korumak icin, gureşmek uzere o meşhûr pehlivanın karşısına cıktı. Kendisi daha once hic gureşmezdi. Herkes bu duruma cok hayret etti. Pehlivanlar meydana cıktığında, binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile netîceyi bekliyorlardı. NihÂyet Yahy Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı. O meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi.

Kara Pehlivan, bu zÂtta gorduğu kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hÂlin o buyuk zÂtın bir kerÂmeti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Gonlu Âdet Yahy Efendiye bağlanıp kaldı. NihÂyet onun huzûrunda musluman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı.

ÂŞIĞA BAĞDÂT IRAK DEĞİLDİR

Mağripli birisi Yahy Efendinin ismini duyup, gormeden ona Âşık oldu. Yahy Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka bircok yer gezip Yahy Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gorduklerine dÂimÂ; “Yahy nerede. Ey insanlar YahyÂ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hÂlini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yuruyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahy Efendinin dergÂhını buldu. Kapıyı calıp, Yahy Efendi hazretlerini sordu. DergÂhtakiler Yahy Efendinin Kavak’taki bahcesine gittiğini soylediler. Âşık Mağripli; “Âşığa BağdÂt ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahceye geldi. Bahce cok guzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahy Efendi havuzun yanında oturmuştu. Hizmetciler bahceyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahy Efendinin yanına yaklaşıp, selÂm verdi ve elini optu. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım." dedi. Yahy Efendi ona; "Acab maksadın nedir?Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat, biz de sana yardım edelim, gamını giderelim." buyurdu. Mağripli, Yahy Efendinin ayaklarını opmek istedi ve; "Efendim ne olur kimy ilmini bana oğretin.” dedi. Bu sozu uzerine Yahy Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermÂnı sendedir. Ben arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sozlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli, Yahy Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahy Efendi, Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gordu ve; “Ey kişi! Şu kara taşı bana al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahy Efendinin eline verdi.Yahy Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra havuzun icine atıverdi ve; “Allahu teÂlÂnın sevgili kulları taşa nazar etseler, o hÂlis altın oluverir.” buyurdu. Bunu goren Mağripli; “Elhamdulillah. CenÂb-ı Hak beni maksÂdıma kavuşturdu. Maksadım hÂsıl oldu. Efendim beni kabûl edin. Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedÂdır.” dedi ve ellerine sarıldı. Yahy Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahcenin bakım işlerini ona verdi.
__________________