İmam-ı Rabbani

Hindistan'da yetişen en buyuk velî ve Âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin onderi, İslÂmın bekcisi, muslumanların baştÂcı, muceddid, muctehid ve İslÂm Âlimlerinin gozbebeğidir. İnsanların îtikÂd, ibÂdet ve ahlÂk husûsunda doğruyu oğrenmelerini, oğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahu teÂlÂnın rızÂsına kavuşturmak icin rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslÂm Âlimlerinin yirmi ucuncusudur. İsmi, Ahmed bin Abdulehad bin Zeynel'Âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, kunyesi Ebu'l-BerekÂt'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmÂm-ı RabbÂnî ismiyle tanınmıştır. İmÂm-ı RabbÂnî, RabbÂnî Âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kÂmil, olgun Âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının muceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı"Muceddîd-i elf-i sÂnî", ahkÂm-ı İslÂmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Omer'in soyundan olduğu icin ,"FÂrûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu icin de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Butun bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmÂm-ı RabbÂnî Muceddîd-i elf-i sÂnî Şeyh Ahmed-i FÂrûkî Serhendî'dir.

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının buyuk Âlimleri, sÂlih ve fazîletli kimseleri idiler. Babası Abdulehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı. Gencliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu gostermek icin seyahat ettiği sıralarda, Hindistan'ın meşhûr kasabalarından Skendere'ye gitmişti. O memleketten asîl bir Âileye mensûb sÂliha bir hanım, firÂsetiyle Abdulehad Efendinin mubÂrek bir zÂt olduğunu anlayıp, ona; "Kendi kucağımda terbiye edip buyuttuğum, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Boyle sÂliha bir kızın sizinle nikÂhlanmasını arzû ediyorum. Bu ricÂmı kabûl edeceğinizi umarım." diye haber gonderdi. Abdulehad Efendi bir muddet duşundukten sonra teklifi kabûl edip, o kızla nikÂhlandı. Bu evliliklerinden İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri doğdu. (Bkz. Abdulehad)

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri cocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde buyuk bir uzuntu hÂsıl olup, vefÂt edeceğini zannetmişlerdi. O zamÂnın meşhûr velîlerinden ve Abdulkadir-i GeylÂnî'nin yolunun buyuklerinden ŞÃ‚h KemÂl Kihtelî KÂdirî'ye goturup duÂsını istediler. ŞÃ‚h KemÂl KÂdirî, İmÂm-ıRabbÂnî'yi gorunce buyuk bir hayranlıkla bakarak babasına; "Hic uzulmeyiniz. Bu cocuk cok yaşayacak, ilmiyle Âmil, buyuk bir Âlim ve eşsiz bir velî olacak." demiş ve cocuğun elinden tutup, opmuştu. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, AbdulkÂdir-i GeylÂnî hazretlerinin feyzi ve nûru, mubÂrek vucûdunu kapladı.

ŞÃ‚h KemÂl KÂdirî, İmÂm-ıRabbÂnî hazretleri hakkında cok guzel ve buyuk mujdeler verdi. İmÂm-ıRabbÂnî yedi-sekiz yaşlarında iken ŞÃ‚h KemÂl KÂdirî vefÂt etti.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri ilk tahsîline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapcayı oğrendi. Kucuk yaşta Kur'Ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi guzel olduğundan, Kur'Ân-ı kerîmi bulbul gibi okurdu. İlminin coğunu babasından, bir kısmını da zamÂnının meşhûr Âlimlerinden oğrendi. Babasından ders aldığı sırada, ceşitli ilimlere Âit kucuk kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, MevlÂn KemÂleddîn Keşmîrî'den ilim oğrendi. MevlÂn KemÂleddîn meşhûr Âlim Abdulhakîm-i Siyalkûtî'nin de hocası olup, zamÂnının en yuksek Âlimi idi. BÂzı hadîs kitaplarını da Şeyh YÂkûb-ı Keşmîrî'den okudu. KÂdı Behlûl-i BedahşÃ‚nî'den; hadîs, tefsîr ve bÂzı usûl ilimlerinde icÂzet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsîlini tamamlayıp, butun ilimlerden icÂzet aldı. Tahsîli sırasında, KÂdîrî ve Ceştî buyuklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim oğretmeye başladı.

Bu sırada; RisÂlet-ut-Tehlîliyye, Redd-i RevÂfid, İsbÂt-un-Nubuvve adlı eserlerini yazdı. EdebiyÂta cok meraklı olup, fesÂhatı ve belÂgatı, sur'at-i intikÂli, zekÂsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

Bu kadar ilmi ve herkesin ustunde olgunluğu, tevÂzûsu ile birlikte kalbi, AhrÂriyye, Nakşibendiyye buyuklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefÂtından bir sene sonra, hacca gitmek uzere Serhend'den yola cıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed BÂkî-billah'ın talebelerinden olan MevlÂn Hasan Keşmîrî ile goruştu. MevlÂn Hasan Keşmîrî, onu hocasının huzûruna goturup, tanıştırmak istedi ve; "Bugun AhrÂriyye yolunda bu ulkede başka boyle buyuk bir zÂt yoktur. TÂliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları mÂnevî derecelere gunlerce cekilen cileler ve ceşitli riyÂzetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mumkun değildir." dedi.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri, daha once babası Abdulehad'dan da AhrÂriyye yolunun ve bu yolda bulunanların ustunluklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun buyuklerinin kitaplarını okuyup onların guzel hÂllerini bildiği icin; "Bu HicÂz yolunda, boyle buyuk bir Âlimden, bu buyukler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed BÂkî-billah'ın huzûruna gitti. Huzûruna girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatıs iğneyi ceker gibi cekildi. Kalbi şimdiye kadar hic duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifÂde etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gun huzûruna gelip, AhrÂriyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeble ve can kulağı ile sozlerine ve hÂllerine bağlandı. Boylece KÂbe'ye gitmekten vazgecip, KÂbe sÂhibini istedi. UstÂdının da lutuf ve himmeti ile iki ay icinde kimsede gorulmeyen hÂllere kavuştu.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri, Muhammed BÂkî-billah'ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sozlerine ve hÂllerine bağlandı. Birkac ay sonra, hocası Muhammed BÂkî-billah ona icÂzet verdi. Boylece tasavvuf ilminde ve hÂllerinde de yuksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e donmesi emrolundu. Hocası, talebesinden coğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gonderdi. Hocası onun icin şoyle buyurdu: "Kalblere devÂ, rûhlara şif olan bu tohumu, Semerkand ve BuhÂrÂ'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. TÂliblerin yetişip kemÂle gelmesi icin uğraştım. O (İmÂm-ı RabbÂn&#238, her dereceyi aşıp, ustunluklerin sonuna varınca, kendimi aradan cekip, talebeyi ona bıraktım."

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep oğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yukseltmeğe başladı. Şohreti her yere yayılıp, her taraftan Âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine BeydÂvî Tefsîrî, SÂhîh-i BuhÂrî, MişkÂt-i MesÂbîh, AvÂrif-ul-Me'Ârif, Usûl-i Pezdevî, HidÂye ve Şerh-i MevÂkıf gibi bÂzı din kitaplarını ders olarak mukemmel bir şekilde okuturdu. Omrunun son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna cok onem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselÂmın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pÂdişÃ‚hlarını, vÂli, kumandan, Âlim ve hÂkimlerini, cok tesirli mektupları ile, dîne, sunnet-i seniyyeye teşvik ediyor, cok Âlim ve velî yetiştiriyordu. Allahu teÂl ona oyle mÂnevi ilimler ihsÂn etmişti ki hocası BÂkî-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak icin huzûruna gelir, hurmetle otururdu. Hatt bir gun geldiği zaman, İmÂm-ı RabbÂnî'yi kalbi ile meşgûl gorup, odaya girmedi, hizmetciye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir muddet sonra İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince ustÂdı; "Fakîr Muhammed BÂki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevÂzu ile karşıladı.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri bir muddet Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgûl olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed BÂkî-billah'ı ziyÂret icin Delhi'ye gitti. Bir muddet hizmetinde kaldı ve hocası ile cok hoş sohbetleri oldu. HÂllerini bulunduklarından daha yukarıya goturduler. Butun bu lutufları ile cok yuksek hÂllere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed BÂkî-billah'a yapılması mumkun olmayan bir edeble davranıyordu. Muhammed HÂşim-i Keşmî şoyle anlatmıştır: "HÂce HusÂmeddîn Ahmed'den işittim. Hocam İmÂm-ı RabbÂnî'yi medhedip ovdukten sonra; "Mertebesi yuksek, fazîleti cok olmakla berÂber, edebe riÂyette, hocamız Muhammed BÂkî-billah'ın talebelerinden hicbiri, İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri gibi değildi. Bunun icin bereketler herkesten once ona nasîb oldu." buyurdu.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri şoyle buyurmuştur. "Biz dort kişi, hocamız Muhammed BÂkî-billah'a hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir duşuncesi vardı.Bu fakîr yakînen biliyorum ki, boyle bir sohbet ve cem'iyyet, terbiye ve irşÃ‚d kaynağı, Peygamber efendimizin zamÂnından sonra dunyÂda cok az gorulmuştur. Gerci insanların en hayırlısı olan Resûlullah efendimiz zamÂnında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed BÂkî-billah hazretlerinin saÂdetli sohbetinden de mahrûm kalmadık. Bunun icin bu buyuk nîmetin şukrunu yerine getirmek lÂzımdır. Onun huzûrunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine gore bir şeylere kavuştu."

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri, hocası Muhammed BÂkî-billah hazretlerinin ikinci def huzûruna gidip bir muddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine dondu. Bir muddet daha tÂliblere, isteklilere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yuksek derecelere kavuştu. Bu hÂllerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra ucuncu def hocasını ziyÂrete gitti. Bu ziyÂretinden sonra Delhi'den Serhend'e donup birkac gun kaldı ve LÂhor'a gitti. LÂhor şehrinde herkes, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin teşrîfini buyuk bir ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; MevlÂn MuhammedTÂhir, HÂce Muhammed, MevlÂn Esgar Ahmed ve MevlÂn Ravh Huseyin gibi zÂtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yuksek derecelere kavuştular. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri LÂhor'da bulunduğu sırada, oranın meşhûr Âlimleri kendisine cok hurmet ve edep gosterdiler. Nice bilinmeyen ve cozulmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin LÂhor'daki sohbetleri devÂm ederken, hocası Muhammed BÂkî-billah'ın vefÂt haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber uzerine, hemen Delhi'ye gidip mubÂrek mezarlarını ziyÂret etti. Oğullarına ve talebelerinin buyuklerine tÂziyede bulundu. Muhammed BÂkî-billah hazretlerinin talebeleri, uzuntulerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek icin, huzûrlarına gelip, Muhammed BÂkî-billah'a gosterdikleri gibi, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerine de; muhabbet, hurmet ve teslimiyet gosterdiler. Kucuk buyuk hepsi onu kabûl edip bağlandılar.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri, hocası Muhammed BÂkî-billah'ın her sene, vefÂt ettiği ay olan CemÂzil-Âhir ayında Serhend'den hocasının nûrlu kabrini ziyÂrete gider ve tekrar Serhend'e donerdi. İki uc def da Akra'yı teşrif etti. Bundan başka Serhend'den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayÂtının sonuna doğru, zamÂnın sultÂnının ısrÂrı uzerine, iki-uc sene kadar bÂzı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da bircok hikmetler vardı. O yerlerin halkı bu vesîle ile onun sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccuhlerine kavuşup, nasîblerini aldılar.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri, Serhend'e dondukten sonra, KÂdirî tarîkatının buyuklerinden olan ŞÃ‚h KemÂl KÂdirî'nin rûhÂniyetinden de icÂzet almakla şereflendi. Bu icÂzeti şoyle olmuştur: Bir sabah İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri talebeleri ile murÂkabe hÂlinde iken, ŞÃ‚h KemÂl'in torunu ve onun butun kemÂlÂtının vekîli olan ŞÃ‚h İskender, Kehtel'den gelip, ŞÃ‚h KemÂl'in bereketli hırkasını İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin mubÂrek omuzuna koydu. İmÂm-ı RabbÂnî gozlerini acınca, ŞÃ‚h İskender'i gordu. Tam bir tevÂzu ile boyunlarına sarıldı. ŞÃ‚h şoyle dedi: "Birkac zamandır, hÂl ve ruyÂmda dedem ŞÃ‚h KemÂl'i goruyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden cıkarıp, bir başkasına vermek bana cok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lÂzım oldu." İmÂm-ı RabbÂnî, o hırkayı giyip husûsî odasına gitti. Bir muddet sonra odasından cıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şoyle soyledi: "Hazret-i ŞÃ‚h KemÂl'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak cok garip hÂl zÂhir oldu. Şoyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidiAbdulkÂdir-i GeylÂnî'yi, hazret-i ŞÃ‚h KemÂl'e kadar devÂm eden butun halîfeleriyle yanımda gordum. Hazret-i Gavs-i RabbÂnî AbdulkÂdir-i GeylÂnî kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları ve esrÂrı beni kapladı. Bense, o hÂllerin ve nûrların denizine gomulup o denizin dalgıcı oldum. Bir muddet bu hÂlde kaldım. O hÂllerin beni kapladığı zamanda kalbime; "BeniAhrÂriyye buyukleri terbiye ettiler ve işimin esÂsı bu buyuklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor." diye geldi. Boyle duşunurken, AhrÂriyye yolunun buyuklerinin, hÂce-i cihan HÂceAbdulhÂlık-ı Goncduvanî'den hocam HÂceBÂkî-billah'a kadar butun halîfelerinin geldiğini gordum. Benim işim ve icrÂatım hakkında konuşmaya başladılar. AhrÂriyye buyukleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hÂle ve kemÂle erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?" dediler. KÂdirî buyukleri (Rahimehumullah) da; "Daha cocukluğunda bizim ona teveccuhumuz vardır. Bizim nîmet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir." dediler.

Onlar boyle konuşurken Kubreviyye, Ceştiyye yollarından da birer cemÂat geldi. Boylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, buyuk pay, tam bir şevk buldum." İmÂm-ıRabbÂnî hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri, benzeri az yetişen, mustesn bir İslÂm Âlimi ve buyuk bir murşid-i kÂmildir. Peygamber efendimizin vefÂtından bin sene sonra da İslÂm duşmanları dîne, îmÂna insafsızca saldırmışlardı. Allahu teÂl kullarına acıyarak, İmÂm-ı RabbÂnî gibi bir muceddîd yarattı. Ona derin ilimler ihsÂn eyledi. Onun vÂsıtasıyla din duşmanlarının korkunc saldırısını durdurdu. Hakkı bÂtıldan ayırıp, cok kalblerden bÂtılı kaldırdı. Bu yuce İmÂm'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. DunyÂya ışık saldı. YÂni Allahu teÂl onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, dîn-i İslÂmı yenilemek ve kuvvetlendirmek icin gondermişti.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu buyuk hizmetleri, sağlam, ikn edici delîllerle sapık fikirlerinin curutulduklerini, Ehl-i sunnet îtikÂdının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını goren bÂzı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftir etmeye başladılar.

Bunun icin bÂzı kimselerin cef oklarına, eziyet ve iftirÂlarına hedef oldu. Nice Âlimlerin, fÂdılların, kÂmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrÂfına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmÂm'ı tehlikeye duşurmek icin, hîlelere başladılar. MeselÂ, Cuneyd-i BağdÂdî, BÂyezîd-i BistÂmî gibi buyuk meşÃ‚yihi aşağı goruyor diyerek, cÂhil tabakayı aldattılar. Yuksek meşÃ‚yihin bildirdiği vahdet-i vucûdu inkÂr ediyor, diyerek, goruşu kısa kimseleri İmÂm'dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "MeşÃ‚yih-i izÂmı inkÂr ediyor, Allahu teÂlÂnın mÂrifetine vÂsıtasız olarak kavuştum diyor." dediler. Ceşit ceşit iftirÂlarda bulundular.

O zamÂnın sultÂnı Selim Cihangir HÂnın devlet adamları, hatt buyuk vezîri, baş muftîsi ve etrÂfındakiler Ehl-i sunnet duşmanı idiler. HÂlbuki İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin bircok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i RevÂfıd RisÂlesi, EshÂb-ı kirÂm duşmanlarını red etmekte, boylelerinin cÂhil, ahmak ve alcak olduklarını anlatmaktaydı. İmÂm-ı RabbÂnî bu risÂlesini BuhÂrÂ'da bulunan en buyuk Ozbek hÂnı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da, ŞÃ‚h AbbÂs-ı Safevî'ye gosterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb cÂiz olur." demişti. Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, HerÂt'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, EshÂb-ı kirÂm duşmanları elele verdiler. SultÂna gidip İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri hakkında ceşitli iftirÂlarda bulunarak şikÂyet ettiler. Sultan, oğlu ŞÃ‚h CihÂn'ı gonderip, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerini, evlÂdlarını ve yetiştirdiği talebelerini cağırıp, hepsini oldurmeğe karar verdi. Bunun uzerine ŞÃ‚h CihÂn, bir muftî ile yanına gitti. SultÂna secde cÂiz olduğunu gosteren bir fetvÂyı da goturdu. İmÂm-ı RabbÂnî'nin ustunluğunu biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim." deyince, İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri bu fetvÂnın zarûret zamÂnında izin olduğunu, azîmet ve din butunluğunun secde etmemek olduğunu, ecel gelince, olumden hicbir şeyin kurtaramayacağını soyledi ve secde etmeği kabûl etmedi. Cocuklarını ve talebelerini bırakıp sultÂna yalnız gitti. Kendisine yapılan iftirÂlara karşı sultÂna guzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yuksek hakîkatleri anlıyabilecek birisi olmadığı hÂlde, neşelendi ve serbest bırakıp ozur diledi. HattÂ, sultÂna kendisine yapılan iftirÂların asılsız olduğunu acık delîllerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hindûların buyuk bir kumandanı, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sozlerini, lezzet ve kıymetini gorerek musluman oldu.

SultÂnın ikn olduğunu goren iftirÂcı sapıklar; "Bunun adamları coktur. Sozleri butun memlekette yururluktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık cıkabilir." diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultÂnı aldattılar. Sultan, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunc kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hÂdiseye cok uzulen talebeleri sultÂn isyÂn etmek istediler. Bunu yapabilecek gucte idiler. Fakat İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri onları ruyÂlarında ve uyanık iken bundan men etti. SultÂna hayır du etmelerini emredip; "SultÂnı incitmek butun insanlara zarar verir." buyurdu. Kendisi de sultÂna hep hayır du ediyordu. SultÂnın vezîri, koyu bir muhÂlif olduğundan, zindanda, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin başına kardeşini tÂyin etmiş ve cok şiddetli davranmasını emretmişti.Bu gorevli ise ondan ceşitli kerÂmetler, uzulmek yerine heybet, sabır ve hatt neşe gorerek tovbe etti. Bozuk îtikÂdını terkedip Ehl-i sunneti secti ve hÂlis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kÂfir, onun bereketi ve sohbetleri ile musluman olmakla şereflendi. Bircok gunahkÂr tovbe etti. Hatt bÂzıları yuksek Âlim oldu. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri hapiste uc sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişmÂn oldu. Hapisten cıkarıp ikrÂm ve ihsÂn eyledi. Hatt hÂlis talebesinden ve sÂdık dostlarından oldu. Bir muddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hurmetle vatanına gonderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hÂllerin ve makÂmların binlerce ustunde derecelere yukselmiş olarak memleketine dondu. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri onceleri; "Yetiştiğim derecelerin ustunde, daha cok makÂmlar vardır. Onlara yukselmek celÂl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim." buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmış arasında uzerime dertler, belÂlar yağacak." buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makÂmlara da yukselmek nasîb oldu.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerini hapsettiren SelimCihangîr Hanın oğlu ŞÃ‚h CihÂn, pÂdişÃ‚h olmak icin babasına karşı geldi. Askeri cok ve babası tarafındaki kumandanların coğu kalbden kendisine bağlı olduğu hÂlde zafer kazanamadı. O zamÂnın velîlerinden birine hÂlini anlatıp du istedi. O velî dedi ki: "Senin zafer kazanman icin vaktin dort kutbunun sana du etmesi lÂzımdır. Bunlardan ucu seninle berÂber ise de, en buyukleri olan dorduncusu bu işe rÂzı değildir. O da İmÂm-ı RabbÂnî Muceddîd-i elf-i sÂnî hazretleridir. ŞÃ‚h CihÂn, İmÂm'ın huzûruna gelip du etmesi icin yalvardı. Fakat, İmÂm-ı RabbÂnî onun babasına karşı gelmesine mÂni olup nasîhat etti. "Babana git, elini op, gonlunu al, yakında vefÂt edecek, saltanat sana kalacaktır." diye mujde verdi. ŞÃ‚h CihÂn emirlerini dinleyip arzûsundan vazgecti. Bir zaman sonra 1627 (H.1037) de babası vefÂt edince saltanata kavuştu.

Muslumanların zayıf duştuğu, kufrun, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kÂfir, cok sayıda fÂsık ve fÂcir onun guzel hÂllerini gorup, sohbetini işitip tovbe ederek sÂlih musluman oldu. Uzaktan yakından pek cok kimse, ruyÂda ve uyanık iken onu gorerek yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gorduklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, sÂlih, genc, ihtiyÂr binlerce kimse onu gorup, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzûrundaki pek cok talebeyi hÂllere, yuksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerÂmetleri gorulur feyz ve bereket yayardı. KerÂmetlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.

ZamÂnının Âlimleri, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerine "Sıla" ismi ile hitÂb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Cunku, o, tasavvufun İslÂmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslÂmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkÂm-ı İslÂmiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; "Ummetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefÂati ile cok kimseler Cennet'e girer." buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmÂm-ı Suyûtî'nin Cem'ul-CevÂmi kitabında vardır. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri bir mektubunda; "Beni iki dery arasında "Sıla" yapan Allahu teÂlÂya hamd olsun." diye du etmiştir. EshÂbı, talebeleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte mujdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hic kimse almamıştır.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri, Muceddîd-i elf-i sÂnîdir. YÂni hicrî ikinci binin muceddididir. Eski ummetler zamÂnında, her bin senede yeni din getiren bir resûl gonderilirdi, yeni din oncekini değiştirip, bÂzı hukumleri kaldırırdı. Her yuz senede de bir Nebî gelir, din sÂhibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde, bu ummete ise, her yuz yıl başında İslÂm dînini kuvvetlendiren bir Âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine gore, kendisinden bin sene sonra, İslÂm dînini her bakımdan ihy edecek, dîne sokulan bid'atleri temizleyip, asr-ı seÂdetteki temiz hÂline getirecek, zÂhirî ve bÂtınî ilimlerde tam vÂris, Âlim ve Ârif bir zÂtın olması lÂzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu muhim hizmeti İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri yapmıştır.

Butun İslÂm Âlimleri, bu zÂtın İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri olduğunda ittifÂk etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşÃ‚d kursusune mutlak olarak oturup, cihÂnı Resûlullah'ın nûrları ile aydınlattı. Bid'atleri temizleyip İslÂm dînini ihy etti. Onun zamÂnında Hindistan'da ve hatt butun İslÂm Âleminde baş gosteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, buyuk fitneler cıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vucûdu anlatan sozler, muslumanlar arasında ceşit ceşit şekillere sokuldu.Bu yuksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Bircok cÂhil, buyuklerin sozlerinin mÂnÂlarını anlamayarak zamanla dinden cıktı. İslÂmiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, muslumanları doğru yoldan ayırmak icin calıştılar. Boylece tasavvuf bilgileri ile İslÂmiyetin hukumleri arasında ayrılık ve catışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gosterilerek, muslumanlar ceşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine duşman edilmeye calışıldı. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri başta vahdet-i vucûd bilgileri olmak uzere, yanlış anlaşılan daha bircok meseleyi gÂyet acık bir şekilde îzÂh ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid'atlerden temizledi. Hakkı batıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sunnet îtikÂdını her yere yaydı. Genc-ihtiyÂr herkes ve bircok Âlim onun etrÂfında toplandı. Kendisine ilk def (Muceddîd-i elf-i sÂn&#238 ismini veren, zamÂnının en buyuk Âlimlerinden Abdulhakîm-i Siyalkûtî'dir. O zamÂnın diğer buyuk Âlimleri de onu medhedip ovmuşlerdir.

HÂce Muhammed BÂkî-billah'ın talebesinin en buyuklerinden ve en yuksek Âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed NumÂn diyor ki: "İmÂm-ı RabbÂnî'ye tÂbi olmağı hocam bana soyleyince, buna luzum olmadığını anlatmak icin; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor." dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun? Onun, guneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı ortmektedir." buyurdu.

Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mu'min Kubrevî, talebesinden birini, İmÂm-ı RabbÂnî'nin huzûruna gonderdi. İmÂm-ı RabbÂnî'nin huzûruna varınca; ustÂdından, Seyyid MîrekşÃ‚h' dan, Hasan-ı KubÂdÂnî veKÂdı'l-kudÂt Tulek'den selÂm getirdi ve; "UstÂdım Mîr Muhammed Mu' min buyurdu ki: "İhtiyÂrlığım mÂni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifÂde eder, olunceye kadar hizmetcilik ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa calışırdım. Bedenim uzakta, gonlum ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim icin de mubÂrek elini op!" dedi." deyip, İmÂmın bir daha elini optu. Ved edip ayrılırken de; "Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yuksek hakîkatleri bildiren mektuplarınızdan gondermenizi istirhÂm ettiler." dedi. Bunun uzerine İmÂm-ı RabbÂnî bir mektup yazıp, diğer birkac mektupla berÂber verdi.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed HÂşim-i Keşmî şoyle anlatmıştır: "Bir gun Hazret-i İmÂm'ın huzûrunda oturuyordum. Onlar mÂrifetleri yazıyordu. Âniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helÂya gitti. Fakat hemen suratle dışarı cıktı. Boyle suratle helÂya girip, hemen aceleyle dışarı cıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. HelÂdan cıkar cıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helÂya girdi. Bir muddet sonra cıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helÂya girdim ve oturdum. Gozum tırnağımın uzerine gitti. Uzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek icin bunu yapmıştım. HÂlbuki, o nokta Kur'Ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru gormedim ve edeb dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı cektimse de, bu sıkıntı bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında cok az geldi. Dışarı cıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar iceri girdim."

İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi coktu ve her meseleye Ânında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir mahÂret sÂhibiydi. Fakat ihtiyÂtının cokluğundan, coğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bÂzı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların butun gayreti, muftÂbih yÂni fıkıh Âlimlerinin uzerinde ittifak ettikleri fetvÂlara, dÂim uymaktı. BÂzı fıkıh Âlimlerinin cÂiz dediği, bÂzılarının mekrûh dediği bir işte, o kerÂhet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helÂl ve haram olmasında ihtilÂf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mumkun olduğu kadar elden kacırmamalıdır." buyururdu.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zÂt şoyle anlatmıştır: "İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin birÂderi, Surûnc beldesindeydi. Ona bir mektup yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Mektubu goturmek icin beni vazifelendirdi. Yola cıkarken selÂmetle gitmem icin du edip FÂtiha okudu ve bana buyurdu ki: "Yolda "Kureyş sûresini" cok oku ki tehlikelerden korunasın. ŞÃ‚yet yolda muşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!" Gitmek uzere yola cıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Surûnc'a iki menzillik yol kalmıştı. Fakat onumuzde dehşetli bir col vardı. Bu colde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tÂzeledim ve iki rekat namaz kılmak uzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunc bir arslan cıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin; "Bir muşkil ile karşılaşırsan beni hatırla!" emri hatırıma geldi. Kendi kendime; "Ey hocam! Allahu teÂlÂnın izniyle imdÂdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pencesinden kurtar!" dedim. Daha ben sozumu bitirmeden İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri gozukuverdi ve arslana, benden uzaklaşması icin, eliyle işÃ‚ret etti. Arslan kacarak uzaklaşıp gitti. Bu hÂdiseyi yanımdaki arkadaşlar da gordu. Bana; "Boyle bir anda imdÂdına yetişen bu buyuk zÂt kimdir?" dediklerinde; "İmÂm-ı RabbÂnî hazretleridir." dedim. Onlar da bu hÂdise uzerine, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerini cok sevenlerden oldular."

Şeyh Muhammed'in İsfehan'dan gelirken yolculukta atından heybesi duşmuştu. Farkına varınca, atını kÂfiledekilere bırakıp heybeyi aramak icin kÂfileden ayrıldı. Şuraya da, buraya da bakayım diyerek ararken aradan cok zaman gecti. KÂfile gozden kayboldu. KÂfileden uzak kaldı. Col ve dağdan başka hicbir şey goremiyordu. Yolu kaybedip şaşkın, perişÃ‚n bir hÂlde, cÂresizlik icinde ağlayarak etrafta koşuyordu. Fakat kÂfileden bir eser goremiyordu. "Buralarda olup gideceğim, yolumu şaşırdım." diye duşunuyordu. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldı. Tam bir yalvarışla du edip, hocası İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin imdÂdına yetişmesini istedi. O anda İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri bir at uzerinde karşısına cıkıverdi. Yanına yaklaşıp durdu ve; "Elini ver!" buyurarak elinden tutup onu atın terkisine bindirdi. Sonra atı suratle surup, aradığı kÂfileye yaklaştı. O, kÂfileyi uzaktan gorunce attan indirip; "Hadi git!" buyurdu. KÂfileye ulaştı. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri gozden kayboldu, bir daha goremedi.

Serhend kÂdılarından birinin oğlu, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerindendi. Bu genc bir defÂsında cok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına dev bulamadılar. Bunun uzerine İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerine bir mektup yazıp, yalvararak, icinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması icin du istedi. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri mektubuna cevap yazıp; "Biz seni himÂyemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut." buyurdu. O genc İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin teveccuhu ve duÂsı bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devÂm etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra hÂlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirdi.

İmÂm-ıRabbÂnî hazretlerinin eski talebelerinden biri şoyle anlatmıştır: "Kucukluğumde Kur'Ân-ı kerîmi ezberleyip hÂfız olmuştum. Sonra Serhend'den İlÂhÂbÂd'a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hÂfızlık kalmadı ve bu hal uzere aradan birkac yıl gecti. Sonra memleketim Serhend'e dondum. Bu sırada RamazÂn-ı şerîf ayı idi. Serhend'e geldiğimde İmÂm-ı RabbÂnî hazretleriyle goruşunce bana; "HÂfız! TerÂvih namazını, hatim ile kıldır!" buyurdu. Kur'Ân-ı kerîmin ezberimde kalmadığını, hÂfızlığımı kaybettiğimi soyledim. Fakat; "Okuyacaksın!" buyurdu. Uc def hÂlimi arzedip; "Bende hÂfızlık kalmadı." dedimse de kabûl etmediler. CÂresiz emre uydum. TerÂvih namazını kıldırmak uzere imÂm oldum. İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unuttuğum hÂlde ilk gun yirmi bir cuz'u ezberden okumak sûretiyle terÂvih kıldırdım. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri kıyamda dinledi. Diğer cemÂat uzun muddet kıyamda durmaya guc yetiremedi. İkinci gun terÂvihde hatmi tamamladım. Bende hÂfızlık kalmadığı hÂlde boyle okuyabilmem, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin bereketi ile idi."

İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin yakın talebelerinden, ŞehzÂde Veliahd'ın hocası Mîrek Şeyh şoyle anlatmıştır: "Ben onceleri İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerini sevenlerden değildim. Cunku, "Kendini hazret-i Ebû Bekr'den ustun goruyor." diye bir iftir yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan'a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım onceden cok kotu bir insandı. Fakat bu def onu cok iyi ve ustun bir hÂlde, takv sÂhibi gordum. Yuzunde bir nûr vardı. "Sen boyle değildin bu hÂl nedir?" dedim. Cevap olarak; "Ben İmÂm-ıRabbÂnî hazretlerinin hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu nîmete kavuştum." dedi. Bunun uzerine ben ona; "Senin bahsettiğin zÂt kendinin hazret-i Ebû Bekr'den ustun olduğunu yazmış. Onun sohbetinin tesir ve faydası olur mu?" dedim. Arkadaşım ben boyle deyince; "AslÂ! Binlerce aslÂ! Bilmeden, anlamadan inkÂr etme! O yeryuzunun kutbudur. Eğer sen onu gorup sohbetine kavuşsaydın, hakkında soylenilen bu iftirÂnın asılsız olduğunu anlardın." dedi. Fakat bendeki şuphenin cokluğu sebebiyle; "Gormek istemiyorum." dedim. Arkadaşım bana İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin huzûruna gidip onu gormem icin cok ısrar etti. Mutlak gormemi ve bu yanlış duşunceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar uzerine İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; "Eğer şu uc şeyden bahsedip beni ikn ederse onu sevenlerden olurum." dedim. Kendi kendime cevÂbını almak uzere hazırladığım uc suÂlden birincisi, hakkında kendini hazret-i Ebû Bekr'den ustun goruyor diye soylenilen iftirÂya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu acıp bu hususta benim şuphelerimi giderip tam ikn etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, ucuncusu de HÂceHÂvend Mahmûd'dan anlatması idi. Bu karardan sonra arkadaşımla berÂber, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin huzûruna gittik. Onu uzaktan gorur gormez butun ÂzÂlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaştım. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektup cıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektubu okuyup oyle bir îzÂh yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini hazret-i Ebû Bekr'den ustun goruyor diyenlerin iftirÂlarına cevap verip acıkladı. Benim bu hususta artık hic şuphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci meseleye gecip; "MevlÂn Mîrek! Senin baban şoyle şoyle bir zÂt, deden de şoyle şoyle bir zÂt ve senin ecdÂdının şerefi şoyledir." diyerek medhetti. Ayrılmak uzere kalktığımızda ved ederken, ucuncu olarak tuttuğum HÂce HÂvend Mahmûd'dan bahsetmedi diye gecti. Tam bu sırada yuzunu bana donup; "HÂce HÂvend bizim PîrzÂdemizdir ve cezbe sÂhibidir." buyurdu. Bir sohbetinde bu uc kerÂmetini gordum."

Yine CÂn Muhammed Celenderî, Acîn'de goruştuğu o seyyid zÂta şoyle anlatmıştır: "İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin yanında talebe iken, bir gun akşama doğru İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri bana; "Sana bir iş soylesem yapar mısın?" buyurdu. "Canım fed olsun yapmaz olur muyum!" dedim. Bunun uzerine benim elime yazılı bir kÂğıt verdi ve buyurdu ki: "HafızRahne'nin bahcesine git, orada bir grup derviş oturuyor. Onların yanına var. Aralarından guzel yuzlu bir dervişin onlardan geride bulunduğunu goreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim du ettiğimizi soyle. Bu kÂğıdı ona ver ve buraya gelmesini bildir." Emri uzerine derhÂl soylediği yere gittim. TÂrif ettiği şekilde dervişlerden bir cemÂat ve bu cemÂatten biraz geride oturan guzel yuzlu bir derviş gordum. O da beni gordu ve gorur gormez bana; "Seni İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri mi gonderdi?" dedi. Evet deyip elimdeki kÂğıdı verdim. İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin du ettiğini ve cağırdığını soyledim. Ben boyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.

İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin huzûruna girdiğimizde bir koşede oturuyordu. Cağırıp geldiğim zÂt da başka yere oturdu. Bu sırada İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri kahve getirmemi soyledi. Hemen koşarak dergÂhtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim. Once İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerine sundum. "Ona gotur." buyurarak misÂfire vermemi istedi. Ona goturmek uzere yuzumu o tarafa dondum. Onu da İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin sûretinde gordum. Bu sefer o, once İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerine goturmemi soyledi. Donup baktım, İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri yerinde oturuyordu. Huzûruna cağırıp geldiğim derviş, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinden beni sordu. O da; "Bu Celender'dendir. İsmi, CÂn Muhammed'dir" dedi. Bunun uzerine o derviş; "Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarîkatta yetiştiriyorsunuz?" deyince; "KÂdiriyye silsilesinden" buyurdu. Bunun uzerine o zÂt; "Allahu teÂlÂya hamd olsun. Onu Seyyid AbdulkÂdir-i GeylÂnî'ye kavuştururuz." dedi. Bu sırada İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri dışarı cıkmak uzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı cıktığında bana kutup yıldızını gostererek; "CÂn Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun?Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!" buyurdu. Dikkatli baktım kutup yıldızından, uzerinde siyah hırka bulunan bir zÂt cıktı ve ok gibi bir anda yanımıza geldi. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri bana, "Huzûruna yaklaş! O, AbdulkÂdir-i GeylÂnî'dir! Ona intisÂb et, bağlan." dedi. Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım, benim kendisine intisÂbımı (talebeliğimi) kabûl etti. Sonra tekrar kutup yıldızına doğru gidip kayboldu. Bu sırada İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin beni gondererek cağırdığı derviş de yanımdaydı. Bana; "AbdulkÂdir-i GeylÂnî hazretlerini gordun mu?" dedi. Ben de "Evet" dedim."

Bu hÂdiseyi CÂn Muhammed Celenderî'den naklen anlatan seyyid zÂt şoyle anlatır: "Ben bunları CÂn Muhammed Celenderî'den dinledikten sonra ona dedim ki: "Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticÂrete dalıp da dergÂhtan uzak kaldın?" O da bana; "AcÂib bir hikÂyedir. Ben, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabÂlarım gelip, beni goturmek istediler. "Buna musÂade et, biz bunu kethud (ticÂret reisi) yapacağız" diye ısrar ettiler. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri bana; "Git kethud ol" buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip, ısrarla beni istediler. "Git" buyurdu. Ben yine gidemedim. AkrabÂlarım kalabalık bir hÂlde tekrar geldiler, beni goturmek icin ısrar ettiler. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri bu hÂlden rahatsız oldu. Bir gun bir şey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parcasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hÂlim değişdi. Duny işlerini duşunur hÂle donmuştum. Bu sefer cÂresiz beni goturmek icin gelip ısrar eden akrabÂlarımla gittim. TicÂrete başlayıp, kethud oldum. Bundan sonra ticÂretle uğraştım. Fakat hocam İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerini unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyÂret edip goruşurum, sohbetinde bulunurum" dedi."

İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin talebelerindenMevlÂn Muhammed Emîn, bir gun, hocasına şoyle arzetti: "NevÂbşîr HÂce, asîl ve şerefli bir Âileye mensubtur. Babası ve dedeleri evliyÂdandı. Fakat NevÂbşîr HÂce cok icki iciyor ve haram işlerle meşgûl oluyor. IslÂhı icin bir teveccuh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tovbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekcok kimse de kurtulur, sÂlih kimselerden olurlar." Bunu arzedince İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri sukût etti. Yine bir def aynı şey arzedilince İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri buyurdu ki: "Ey MevlÂn Muhammed! NevÂbşîr HÂce'nin hÂline teveccuh ettim. Onu haramlar ve gunahlar icinde gordum. Onu bu kotu hÂlden kurtarmak icin cok teveccuh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize cekeceğiz." buyurdu. Aradan uzun zaman gecti. Hakkında boyle buyurduğu o kimse, icki icmeyi ve haramları terkedip tovbe etti. Sonra ibÂdet ve tÂatla meşgûl oldu.

Bu zÂt bir defÂsında Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend'e donuşunde hastalanıp vefÂt etti. Oğulları onu İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin turbesi yanında bir yere defnettiler. Boylece İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin; "Sonunda biz onu yanımıza cekeceğiz." buyurmasının hikmeti anlaşıldı."

Birgun İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri hastalanmıştı. Hastalığı sırasında yemek icin on bir tÂne uzum istedi. Hizmetci uzumleri getirince, İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri murÂkabeye daldı.Bir muddet sonra başını kaldırıp; "Cok garib bir hÂl gordum. Bu uzumleri onume koydukları zaman, hepsinin, Allahu teÂlÂya munÂcaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allahu teÂl uzumlerin munÂcaatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı." buyurdu. Bu uzumlerden birkac tÂne yeyince hastalıktan eser kalmadı. Geri kalan uzumleri de sakladı. Bir muddet sonra kucuk oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hÂl alınca o uzumleri yedirdiler. Onun da hastalığı gecti."

Muhammed HÂşim-i Keşmî şoyle anlatmıştır: "Seyyidlerden bir genc, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gun ağlayarak yanıma geldi ve başından gecen bir hÂdiseyi anlattı. İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin buyuk bir kerÂmetini gormuştu. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele hazret-i MuÂviye'yi sevmezdim. Bir gece senin ustÂdın İmÂm-ı RabbÂnî'nin MektûbÂt'ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmÂm-ı Enes bin MÂlik buyurdu ki: "Hazret-i MuÂviye'yi, sevmemek onu kotulemek, hazret-i Ebû Bekr'i ve hazret-i Omer'i sevmemek bunları kotulemek gibidir. Ona soğene, bunlara soğene verilen cezÂyı vermek lÂzımdır." yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. MektûbÂt'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. RuyÂmda, senin o buyuk ustÂdın ofkeli ve kızgın bir hÂlde yanıma geldi. İki mubÂrek elleri ile kulaklarımı cekti ve; "Ey cÂhil cocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zÂta gotureyim de gor! Resûlullah efendimizin eshÂbını sevmediğin icin, aldandığını ondan işit." buyurdu. Beni cekerek, bir bahceye goturdu ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzak'ta gorunen buyuk bir odaya doğru yurudu. Orada nûr yuzlu, buyuk bir zÂt oturuyordu. Cekinerek ve saygı ile o zÂta selÂm verdi. Onunde diz cokup oturdu. Ona bir şeyler soyluyor, beni gosteriyordu." Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yuksek ustÂdın İmÂm-ı RabbÂnî, kalktı. Beni cağırdı. "Bu oturan zÂt, hazret-i Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor." dedi. Yanlarına gidip, selÂm verdim. "Sakın, sakın! Resûlullah efendimizin eshÂbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O buyuklerden hicbirini, asl kotuleme. Aramızda muhÂrebe şeklinde gorunen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yuksek hocanın adını soyleyerek; "Bu zÂtın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasîhatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu hususdaki tereddudun ve soğukluğun, kalbimden cıkmadığını gordum. Bu hÂlimi hemen anladı. Ofkelendi. Senin yuksek hocana bakarak; "Bunun gonlu daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh hazretleri, yuzume kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim icin onlara duşmanlık etmiştim. HÂlbuki kendisi onlara duşmanlığımdan bu kadar cok incinmektedir. Bu hÂlden vazgecmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Duşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O ruyÂnın, o sozlerin tadı, beni başka hÂle soktu. Kalbimde Allah'tan başka hicbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yuksek hocan İmÂm-ı RabbÂnî'ye ve onun yazdıklarındaki mÂrifete inancım iyice arttı."

Muhammed HÂşim-i Keşmî şoyle anlatmıştır: "İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin makbûl talebelerinden olan, yuksek yaradılışlı bir azîzden işittim, şoyle buyurdu: "Muhim bir iş icin LÂhor şehrinden, BurhÂnpûr'a gitmiştim. Serhend'e gelip, hazret-i İmÂm'ın ellerini opmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddud ediyorum. İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri; "Cok muhim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşÃ‚allah hayırlısı olur." buyurdu. Emirlerine uyarak yola cıktım. İki uc konak gidince hastalığım arttı. Bir gece boyle devÂm etti. Bu hastalığın şiddetli zamÂnında kendi kendime; "Onlar bana; "Gidin bunda hayır vardır" buyurdu dedim."HÂlbuki hastalığım cok arttı. Bu duşunceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnÂsında, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerini ruyÂda gordum. "Hic uzulme, şif bulacaksın yola devÂm et." buyurdu. Sabah olunca, hastalık tamÂmen gecti. Delhi'ye gelince, orada bir dostum bana HÂre (bir şehir) helvası ikrÂm etti. Bunu yiyince, yeniden hastalandım. Yatağa duştum ve İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin kerem ve teveccuhune kavuşmak icin yalvarmağa başladım. İki gun gecmeden, hazret-i İmÂm'ın huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri, Âniden kapıdan iceri girdi. "Hayırdır inşÃ‚allah." dedim. Dedi ki: "Beni İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri gonderdi. "Git, filÂn dostunun yanında bulun, şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, hÂlden anlayana cok ihtiyÂcı olup, berÂber bulunursunuz." buyurdu. "Senin yanına gelmek uzere yola cıkacağım sırada bir torba şifÂlı ot isteyip sana getirmem icin bana verdi. İşte getirdim." Ben dedim ki: "Bu otları İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi icin ilÂc olarak gondermiştir. Bu otları ezip, suyunu icmeliyim." Doktorlar; "Sıtmanın şiddetli zamÂnında, tatlı ve soğuk yenmez, icilmez." deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara; "İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri bunları benim icin gonderdi iceceğim." dedim. İster istemez o otları ezip şerbet yaptılar. İcer icmez, hastalığımın hafiflediğini anladım. Ertesi gun kalan otların da suyunu cıkarıp icince busbutun kurtuldum. Orada bulunanlar, bu hÂdise uzerine hayretler icerisinde kaldılar ve İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin buyukluğunu anladılar."

O zamÂnın sultÂnının ucuncu oğlu, diğer kardeşlerinden cok daha olgun ve aralarında seckin bir durumdaydı. Babasına isyÂn etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hucûm ettiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en muhim işleri yuruten buyuk bir kumandan, bu harb sırasında sultÂnın oğlunun tarafına gecti. Diğer kumandanlar da bu duşuncede idiler. Bu şehzÂde, velîlerin ve Âlimlerin sevgisini kazanmıştı. İslÂmiyetin yayılmasına gayret ve muslumanları himÂye ediyordu. ZamÂnın evliyÂsının buyuklerinden bir kısmı, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerine mektup yazıp; "Delhi'de bulunan velîler ile buyukler keşf ve vÂkıalarla gÂlibiyetin ve nusretin şehzÂde tarafında olduğunu goruyorlar. Hazretiniz bu hususda ne buyururlar" dediler: İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri cevÂbında; "Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzÂdenin kazanacağını tamÂmen goruyorum." buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir muddet kadar diğerleri devleti idÂre edip, sonra Allahu teÂl kardeşler arasında sultanlığı ona (ŞÃ‚h CihÂn bin CihÂngir'e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makÂmına gecti. Allahu teÂlÂ, bu sultÂna Hindistan'ı adÂlet ve ihsÂnla dolduran bir pÂdişÃ‚hlık nasîb