
Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mutehassısı, son asır Ă‚lim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te Van vilĂ‚yetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefĂ‚t etti. Kabri, Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
İmĂ‚m-ı Ali RızĂ‚ bin MûsĂ‚ KĂ‚zım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar butun babaları Ă‚lim ve velî idi. Bircoğu zamĂ‚nının kutbu, devrinin en buyuk evliyĂ‚sı ve rehberiydi. Babası Seyyid Mustafa, Seyyid TĂ‚hĂ‚-i HakkĂ‚rî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi. Gorduğu kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahu teĂ‚lĂ‚nın ihsĂ‚nı ile yuzunden anlardı. Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalĂ‚de titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve cok comertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde İslĂ‚m Ă‚lemini her yonuyle ışıklandırmış olan Abdulhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekcok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona Abdulhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece, AbdulkĂ‚dir GeylĂ‚nî hazretlerinin torunlarından buyuk Ă‚lim Seyyid TĂ‚hĂ‚ hazretlerinin kucuk birĂ‚deri Abdulhakîm Efendi kendisinde misĂ‚firdi. SeyyidMustafa Efendinin icindeki dileğine bu ilĂ‚hî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdulhakîm ismini verdi.
Seyyid Abdulhakîm ArvĂ‚sî ilk bilgileri babasının yanında oğrendi. Sonra Başkale'de ibtidĂ‚î ve ruştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın ceşitli şehirlerinde, Mukus kazĂ‚sında yuksek Ă‚limlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, munĂ‚zara, kelĂ‚m, ilĂ‚hî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî'de gorduğu bir ruyĂ‚ uzerine tahsîline daha buyuk ehemmiyet verdi. Bu ruyĂ‚yı şoyle anlatmaktadır:
Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri uzerine tahsil goruyordum. Ramazan ayını Ă‚ilemle birlikte gecirmek uzere memleketime dondum. Henuz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, ruyĂ‚da Allah'ın Resûlunu gordum. Yuce bir taht uzerinde risĂ‚let makĂ‚mında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celĂ‚li karşısında dehşete duşmuş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Goz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zĂ‚t... Bu zĂ‚t sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suĂ‚l sordu: "Hayz zamĂ‚nında bir kadının, cĂ‚miye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir cĂ‚minin bir kapısından girip obur kapısından cıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlunun heybetlerinden buzulmuştum. SuĂ‚li tekrar sormaması icin gĂ‚yet yavaşca ve alcak bir sesle; "Dînin sĂ‚hibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sĂ‚hibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesĂ‚fede bulunmalarına rağmen cevĂ‚bımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye ust uste iki defĂ‚ emir buyurdular.
Ertesi gun, oğle namazı vaktinde pederimin cĂ‚miye geliş yolları uzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. RuyĂ‚mı anlattım. Yuzlerine buyuk bir sevinc dalgası yayılırken; "Seni mujdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşĂ‚allah Ă‚lim olursun! Butun gucunle calış." diyerek ruyĂ‚mı tĂ‚bir etti. Babama; "KĂ‚inĂ‚tın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suĂ‚l acılmasının ve cevĂ‚bının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevĂ‚bı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu icin boyle bir suĂ‚l, senin ileride din ilimleri bakımından cok yukseleceğine işĂ‚rettir.
Bu ruyĂ‚dan sonra, on sene muddetle, CumĂ‚ gecelerinden başka hic bir geceyi yorgan altında gecirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcĂ‚bı uykuyu kitap uzerinde gecirdim. İnsan gucunun ustunde denilebilecek bir gayret ve istekle calıştım.
Seyyid Abdulhakîm ArvĂ‚sî hazretleri, oğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mĂ‚nevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid TĂ‚hĂ‚-i HakkĂ‚rî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i ArvĂ‚sî, ruyĂ‚sında Allahu teĂ‚lĂ‚nın Resûlunu gordu. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdulhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.
NihĂ‚yet Seyyid Abdulhakîm ArvĂ‚sî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i ArvĂ‚sî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tovbe ve istihĂ‚re oldu. İstihĂ‚rede şoyle bir ruyĂ‚ gordu:
Seyyid TĂ‚hĂ‚ hazretleri, cĂ‚mide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdulhakîm'i al, elbisesini soy, cevĂ‚zimĂ‚t-ı hams ceşmelerinde kendi elinle tamĂ‚men yıka! Sonra ikimize de imĂ‚m olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevĂ‚zımĂ‚t-ı hams ceşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi icin serilmiş olan seccĂ‚deye bırakıyordu.
Bu ruyĂ‚ onun talebeliğe kabûl edildiğine dĂ‚ir gĂ‚yet acıktı. TĂ‚bire muhtac kısmı sĂ‚dece cevĂ‚zımĂ‚t-ı hams tĂ‚biri idi. CevĂ‚zım cezm'in coğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yĂ‚ni beş adedi ise Ă‚lem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işĂ‚ret olduğu acıktı. RuyĂ‚nın başka tĂ‚bire muhtac olmayan acıklığı ayrı bir ilĂ‚hî lutuf ve sonsuz bir ihsĂ‚ndı.
Seyyid Abdulhakîm ArvĂ‚sî, gorduğu bu ruyĂ‚nın tesiri ile buyuk bir aşkla ilim tahsîl edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccuhleri ile gonlunu nurlandırdı. 1882 (H.1300)'de zĂ‚hirî ilimlerde icĂ‚zet aldıktan sonra, 1888 (H.1305)'de tasavvufta Nakşibendî yolundan icĂ‚zet aldı. Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 tĂ‚rihinden sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dĂ‚ir işĂ‚retler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun olanlar, Kubreviyye, Suhreverdiyye, KĂ‚diriyye ve Ceştiyye tarîkatlerinden de mezun sayılıyordu. Abdulhakîm ArvĂ‚sî hazretleri de murşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, KĂ‚dirî, Suhreverdî, Kubrevî ve Ceştî tarîkatlerinden de icĂ‚zet aldı.
Bundan sonra memleketi Arvas'a donen Abdulhakîm ArvĂ‚sî hazretlerinin burada buyuk ilmî faĂ‚liyetleri oldu. Bunu kendileri şoyle anlatmaktadır:
Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut kitaplara ilĂ‚ve sûretiyle zengin bir kutuphĂ‚ne kurdum. Talebenin yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak uzere de o medresede 29 yıl ders okuttum. Bircok Ă‚lim ve fĂ‚dıl yetiştirdim. Bunları gonderdiğim yerler Ă‚detĂ‚ irfan nûruyla doldu. O civarda medresemiz ilim feyziyle şohret buldu. VĂ‚lilerin, ust kademedeki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki Ă‚limlerin bile ovguyle, sitĂ‚yişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu. Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul'dan getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gonderip onları ilim nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bĂ‚zıları vilĂ‚yet, sancak ve kaza merkezlerinde muftî olarak vazîfelendirilirdi. İclerinden muhtac olanları ev eşyĂ‚larını tedĂ‚rik ederek evlendiriyordum. İran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sĂ‚yesinde Sunnîlikte devĂ‚m ediyorlar ve kendilerini gorenler, İslĂ‚ma bağlılıkları karşısında hayrete duşuyorlardı.
Seyyid Abdulhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde once Medîne'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyĂ‚ret etti. Yanında Hacı Omer Efendi isimli eşraftan bir zĂ‚t vardı. Onunla berĂ‚ber bir gece, mubĂ‚rek Ravza'da akşam namazından sonra, yuzunu saĂ‚det şebekesine dondurmuş, son derece edeb ve hurmet icerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Omer Efendi kulağına eğilip yavaşca:
"Refikam, şu anda ozur sĂ‚hibidir. Peygamber Mescidini ziyĂ‚rete gelemez. BĂ‚b-us-SelĂ‚m'dan girerek Peygamber huzûrunda bir selĂ‚m verip, BĂ‚b-ı Cibrîl'den cıkmasına şer'an musĂ‚de var mıdır?" dedi.
Seyyid Abdulhakîm hazretleri o anda 25 yıl onceki ruyĂ‚nın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Omer Efendinin yuzune bir daha baktı. Evet 25 yıl once ruyĂ‚sında gorduğu şahıs da bu şahıstı. Yavaşca:
"Bu suĂ‚lin cevĂ‚bına mezun olmak şoyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak ruyĂ‚da olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. BĂ‚b-ı Rahme'den dışarı cıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de ruyĂ‚yı tafsilĂ‚tı ile anlattı.
Şeyh Abdulhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında buyuk evliyĂ‚ Şeyh ZiyĂ‚ MĂ‚sum'un yuksek iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedĂ‚ tavĂ‚fını yaparlarken Şeyh ZiyĂ‚ Masum hazretleri kendisine:
"Murşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, KĂ‚dirî, Suhreverdî, Kubrevî, Ceştî tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilĂ‚veten sana Uveysîlik yuksek yolundan da icĂ‚zet verdim." buyurdular.
Seyyid Abdulhakîm Efendinin ikinci haccından donuşunden bir muddet sonra doğuda karışıklıklar başgostermeye başladı. 1914 yılında Birinci DunyĂ‚ harbinin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgĂ‚le başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Turk halkı uzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı gunleri o mubĂ‚rek zĂ‚t şoyle nakletmektedir:
Hızla silĂ‚hlanan Ermeniler, Muslumanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hicbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, Ă‚ile efrĂ‚dımız, yakındaki dağ ve koylere kacıp sığınmaktan başka care bulamadılar. On gun sonra Allahu teĂ‚lĂ‚nın lutfu ve inĂ‚yeti ile kasaba geri alındı ve Ă‚ilece oraya donuldu. O kış, malsız ve imkĂ‚nsız olarak gunu gunune yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında duşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hukumet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve collere doştuk. Evlerimizi, carşılarımızı, medreselerimizi, cĂ‚milerimizi tamamiyle yakıp kul ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu gorundu. Duşman istilĂ‚sına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele gecirmişti. KeldĂ‚nî aşîretleri ile Ermeniler dunyĂ‚nın yaratılışından beri gorulmedik zulum ve vahşete yol acıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka cĂ‚re kalmamıştı. Bu istikĂ‚mete yol veren bir derenin iki yanındaki duzlukte coğu kadın ve cocuktan ibĂ‚ret olan birkac bin nufus dağlara sığınmıştı. ZîrĂ‚ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen mudĂ‚faasız kimselerden meydana gelen goc topluluğu bir ana-baba gunu manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedĂ‚ileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genc kız ve kadınları esir edip goturuyor, buyuk bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve collerinde muhacirlerin yuzde yetmişi aclıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.
Bizimle beraber yirmi dokuz koyun ihtiyarları, kadınları ve cocukları ıssız col ve dağlarda elimize ne gecerse yiyip bin turlu meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hĂ‚lde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyĂ‚de bir yerde 90 gun oturduk. Eylulun ikinci gunu Erbil'e coğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrĂ‚him Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu gunu Musul'a vardık. Burada meşhur CelilîzĂ‚delerin yaş bakımından buyuğu bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine gore, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.
Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak uzere vedĂ‚ ederken, gonlumuzu hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirĂ‚ almazdım." dedi. Allahu teĂ‚lĂ‚ kendisinden rĂ‚zı olsun.
Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı Ă‚zam AbdulkĂ‚dir GeylĂ‚nî hazretlerinin turbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, gecici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nufusumuz yuz elli iken ancak altmış altı nufusla, col ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da ceşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nufustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Gecim darlığından buyuk sıkıntı icinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. DĂ‚hiliye Nezareti (İcişleri Bakanlığı) musteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemĂ‚dan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış Ă‚ile efrĂ‚dımı, Allah'ın inĂ‚yeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilĂ‚hî ile geldik. Yollarda gorulen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.
Seyyid Abdulhakîm ArvĂ‚sî hazretleri daha sonra Gumuşsuyu Tepesindeki Kaşgari DergĂ‚hının şeyhliği, imĂ‚mlığı ve vĂ‚izliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da Sultan Vahideddîn Han tarafından SuleymĂ‚niye Medresesine tasavvuf muderrisi (ordinaryus profesoru) olarak da tĂ‚yin edildi. Boylece hem ceşitli cĂ‚milerde vĂ‚z ederek ve hem de universitede hoca olarak İslĂ‚miyeti yaymaya, din duşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.
Seyyid Abdulhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde cok derin idi. Universite mensupları, fen ve devlet adamları, cozulemez sandıkları guc bilgileri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevĂ‚bını alır, sormaya luzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri donerdi. Teveccuhunu, sevgisini kazananlar, sayısız kerĂ‚metler gorurdu. Cok mutevĂ‚zi, pek alcak gonullu idi. Ben dediği hic işitilmemişti. İslĂ‚m Ă‚limlerinin adı gectiği zaman:
"Bizler o buyuklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gĂ‚ib olsak aranmayız." ve;"Bizler o buyuklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek icin okuruz." buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mutehassısı idi.
Sultan Vahideddîn Han kendilerini cok sever, takdîr ederdi ve duĂ‚larını isterdi. Nitekim Abdulhakîm Efendi hazretleri şoyle anlattı:
Memleketin işgĂ‚l altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı gunlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa CĂ‚miinde vĂ‚z edip cıkıyordum. Kapı onunde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El meliku yakraukesselĂ‚m ve yed'ûke iletta'Ă‚m." yĂ‚ni "Sultan sana selĂ‚m ediyor ve seni iftara cağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un secilmiş vĂ‚izleri, imĂ‚mları cağırılmıştı. Yemekten sonra ser musĂ‚hib geldi. Sultanın selĂ‚mı var. Hepinizden ricĂ‚ ediyor. Anadolu'da kĂ‚firlerle carpışan kuvĂ‚y-ı milliyenin gĂ‚lib gelmesi icin duĂ‚ etmenizi ve Anadolu'daki mucĂ‚hidlere para ve duĂ‚ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları icin milleti teşvik etmenizi ricĂ‚ ediyor, dedi. Bu emir uzerine cok kimseyi Anadolu'ya gonderdim. Cok yardım yapılmasına sebeb oldum.
Bir defĂ‚sında da Sultan Vahideddîn Han, RamazĂ‚n-ı şerîf ayında Hırka-ı seĂ‚detin bulunduğu odayı ziyĂ‚ret edecekti. Seyyid Abdulhakîm Efendi'yi de dĂ‚vet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devĂ‚mını hizmetlerini goren Şakir Efendi şoyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seĂ‚detin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdulhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdulhakîm'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol actılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri dunyĂ‚, biri Ă‚hiret sultanı olarak, Sultanu'l-enbiyĂ‚ Peygamber efendimizin seĂ‚detli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. BerĂ‚berce ziyĂ‚ret ettiler. Cıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyĂ‚retlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
Abdulhakîm ArvĂ‚sî hazretleri siyĂ‚sete hic karışmamış, siyĂ‚sî fırkalara bağlanmamıştır. Boluculuğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hukumet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini coktan kapatmışlardı." demiştir. Bu muazzam goruş, o gunlerin umûmî mĂ‚nĂ‚da tekke ve dergĂ‚h tipine Ă‚it teşhislerin en guzelidir.
KĂ‚nunlara uymakta cok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdulhakîm Efendinin yemesi, icmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gulmesi, ağlaması hep İslĂ‚miyete ve Resûlullah efendimizin hĂ‚line uygundu. Onun yemesini goren sanki Ă‚det yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları kucuk alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken bir defĂ‚ olsun sırt ustu veya sol tarafına donup yatmadığını soylemişlerdir. Hep sağ yanı uzerine yatar, sağ elinin icini sağ yanağı altına koyar, oyle yatardı. Her hĂ‚li istikĂ‚met uzere idi. "İstikĂ‚met yĂ‚ni Allahu teĂ‚lĂ‚nın beğendiği doğru yol uzere olmak kerĂ‚metin ustundedir." sozunu sık sık tekrar ederdi.
Talebelerinden bĂ‚zıları o ilim deryĂ‚sı buyuk velîden şu sozleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.
Her vesîle ile sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın." buyururdu.
Yine buyurdu: "Bir vakit namazımı kaybetmektense, dunyĂ‚ları kaybetmeyi tercih ederim."
Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda;
"Edeb hudûda, sınırlara riĂ‚yet etmek onu taşmamaktır. En buyuk edeb ise ilĂ‚hî hudûdu muhĂ‚fazadır, gozetmektir." buyurdu.
Talebelerinden birisi dunyĂ‚ sıkıntılarından bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra;
"Allahu teÂlÂya inanan ve guvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye mÂliktir." buyurdu.
Bir gun sed kenarında hasır koltuklarında İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere donerek;
"Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mumin olmak icin de, kĂ‚fir olmak icin de burada her vĂ‚sıtayı, her imkĂ‚nı bulabilir." buyurdu.
Bir gun bir derslerinde şoyle buyurdular:
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sukût icinde otursalar ve sukûttan başka bir şey gormeseler bile, din bahsinde Ă‚lim gecinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir cıkarırlar."
Kapalıcarşı'dan gecerken karşılarına tanıdıkları bir dukkancı cıktı. Adam hal hatır faslından sonra; "Efendim. DuĂ‚ edin de Allahu teĂ‚lĂ‚ ummet-i Muhammed'i kurtarsın." deyince, o da cevĂ‚ben:
"Siz bana o ummeti gosterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ummet!" buyurdu.
Talebelerinden HĂ‚fız Huseyin Efendi anlatır:
Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve FĂ‚risî'yi iyi bilirdim. Her toplulukta soz sĂ‚hibiydim. Bir gun beni Abdulhakîm ArvĂ‚sî hazretlerine goturduler. Maksadım orada da soz sĂ‚hibi olmaktı. Kendisine cok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayĂ‚ edip, yere indim. Sohbette, hic bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayĂ‚ edip biraz geri cekildim. Biraz daha biraz daha derken nihĂ‚yet kendimi kapının onunde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı cıkacak hĂ‚le gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdulhakîm'i gorunce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdulhakîm Efendiyi gorunce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı." dedim. O buyuk zĂ‚ta talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergĂ‚hın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imĂ‚m yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekĂ‚n olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin ici apacık gorulurdu. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında caylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duĂ‚ bitince, sofaya gectik. Gorduk ki semĂ‚verin etrafında iki cay bardağı yerine bir suru bardak. Zevceme, bu kadar bardağa luzum olmadığını soyleyip, nicin ikiden cok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda buyuk bir cemĂ‚at vardı. Şimdi dağılmış."
Yine Şakir Efendi naklediyor:
İzmir'de Hisar CĂ‚miindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir cocuk getirdiler. Cocuk dilsizdi. Anne ve baba cocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna duĂ‚ etmesi icin getirmişlerdi. Cocuk yuruyup geldi. Ellerini optu. Abdulhakîm Efendi hazretleri cocuğa kısa bir nazar etti ve; "Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Cocuk birden cevap verdi: "Ahmed!" Anne ve baba cocuklarının konuştuğunu gorup, hayretler icinde sevinc gozyaşları doktuler.
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gun yaşlı bir kadın marangoz dukkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla gecineceğim. Bedelini kira parasından vermek uzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdulhakîm Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergĂ‚hlarına gittim. HĂ‚limi sordular. "Muşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak icin gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugun yok." dedim. "Kadın muşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun uzerine; "Bugun gelen kadının işini gor!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gun BĂ‚yezîd CĂ‚miinde vĂ‚z verirlerken konu ile hic ilgisi olmadığı hĂ‚lde; "Sizden biriniz, eve gidip, cocuğunu catıya kiremitler uzerine cıkmış, guvercin kovalar gorurse, bağırmadan, guzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup iceri aldıktan sonra azarlasın." buyurdu. VĂ‚zı dinleyen Akhisarlı bir zĂ‚t icinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye gecirdi. VĂ‚zdan sonra evine gidince baktı ki cocuğu evin damına cıkmış, kiremitler uzerinde guvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan duşecek hĂ‚lde. Cocuk kucuk olup uc-dort yaşındaydı. Hemen Abdulhakîm Efendinin nasihatlerini hatırladı ve oyle yaptı. Cocuk duşmekten kurtuldu.
Seyyid Abdulhakîm ArvĂ‚sî'nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tuccarı AbdulkĂ‚dir Bey şoyle antalır:
Bir yaz gunuydu. Abdulhakîm Efendi ile Eyyûb CĂ‚miinde oğle namazını kıldık. Sonra hazret-i Ebû Eyyûb-i EnsĂ‚rî'nin turbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yanyana diz ustunde oturduk. "Yanıma sokul, gozlerini kapa." buyurdu. Gozlerimi kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb EnsĂ‚rî hazretlerini ayakta duruyor gordum. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini optum. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. "Gozunu ac." dedi. Actım. İkimiz sandukanın yanında oturuyoruz gordum. Sokağa cıktık. İkindi okunuyordu. "Ne gordun?" dedi. Anlattım. "Ben hayatta iken kimseye soyleme." dedi. Bunu vefĂ‚tından yirmi dort sene sonra anlatıyorum.
Necib FĂ‚zıl Kısakurek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede cıkan yazılarımda da ustune bastığım gibi, İkinci DunyĂ‚ Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kĂ‚niim. Bu meseleyi huzûrlarında savunuyorum. Lutfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkac kişi ve avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zĂ‚t... Harbe suruklenmek mecbûriyetimizi riyĂ‚zî bir vĂ‚kıa hĂ‚linde gosteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci CihĂ‚n Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesîka usûlu cıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesîka usûlu milleti kavurdu. Mahmûd Bey, bana bu kerĂ‚meti sık sık tekrar eder ve; "Muthiş, muthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse vesîka usûlunu beklemezken "O olacak." buyurmaları buyuk kerĂ‚met." derdi.
FĂ‚ruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin uzerine duştu. Cocuğu koma hĂ‚linde bir hastahĂ‚neye dar attık. Ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a goturduk. Butun mutehassıs sinir ve akıl doktorlarına gosterdik. Hemen hepsi umit goremediklerini soylediler. Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifĂ‚sı yok hukmunu bastı. Bulûğ cağındaki cocuğumu, buyuk amcası Abdulhakîm Efendinin kollarına teslim ettim. Cocuk tekkede kırk gun kaldı. Bu muddet icinde, onu nazarlarından ayırmadılar. SĂ‚dece; "Mahzûnum, mahzûnum!" diye iclenerek işi, Allahu teĂ‚lĂ‚ya havĂ‚le ettiler. Kırk gun sonra Nevzad, hic bir zaman sĂ‚hib olmadığı maddî ve mĂ‚nevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakultesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdulhakîm Efendi, birĂ‚derzĂ‚deleri olan FĂ‚ruk Işık Efendiyi cok severdi. Birisini medhetmek isteseydi; "FĂ‚ruk hĂ‚ric hepimizden iyidir." derdi. Kabri, Abdulhakîm ArvĂ‚sî'nin ayak ucundadır.
BĂ‚yezîd CĂ‚miinde; Erzincan zelzele felĂ‚ketinden bir hafta kadar once: "Allahu teĂ‚lĂ‚, zinĂ‚nın Ă‚şikĂ‚r olduğu yerlere zelzele ile cezĂ‚ verir. Erzincan gibi." buyurmuşlar. Kimse o esnĂ‚da bu mĂ‚nĂ‚yı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu buyuk bir kerĂ‚metti, anlayamadık demişlerdir.
Talebelerinden TĂ‚hir Efendi anlatır:
Abdulhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki: "EvliyĂ‚nın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu doner."
Bir gun bana; "TĂ‚hir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden cıkar, başkalarına ver." buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkac kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdulhakîm Efendiyi gordum. "TĂ‚hir, kitapları evden cıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdulhakîm Efendi geldi. "HĂ‚lĂ‚ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celĂ‚llendi. Korktum. Hemen kalkıp, butun kitaplarımı evden cıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek icin, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek icin bu yolu secmişlerdi.
Ne zaman Abdulhakîm Efendi hazretlerine gitsem, ZiyĂ‚ Bey yanında otururdu. ZiyĂ‚ Beye bir kitap verir, okuturlar ve îzĂ‚h ederlerdi. Bir gun yine oyle bir sohbette, ZiyĂ‚ Beye kitap okutup, kendileri îzĂ‚h ediyordu. İcimden, benim Arabî ve FĂ‚risim ZiyĂ‚ Beyden iyidir. Nicin hep ona okuturlar da, bana hic okutmazlar diye gecti. O gece ruyĂ‚da Abdulhakîm Efendinin huzûrunda idim. Gene ZiyĂ‚ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama ZiyĂ‚ Beyi sarıklı, Ă‚lim kıyĂ‚fetinde gordum. Abdulhakîm Efendi, ZiyĂ‚ Beyi bana gosterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o duşunceme cok pişman oldum.
Bir gun Abdulhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdulhakîm Efendiye arz edeyim, evliyĂ‚lıkta yukselmek buyuk iş, bizim kucuk gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccuh eylesinler de, o yuksek makamlara beni kavuştursunlar diye duşunuyordum. Vardım. Bahced yalnız oturuyorlardı. SelåĂ‚m verip ellerini optum. Yuzume bakıp; "Tahir, şu ağac ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gul" dedim. "Ya TĂ‚hir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, nicin boyları farklıdır? MeselĂ‚ şu cimene ne yapılsa gul ağacı olabilir mi, gul de, manolya kadar buyur mu?" buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki, farklılık istidadlarından kĂ‚biliyetten geliyor. Ve demek ki, cim; ot, gul gibi, gul de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim." dedim.
Bitlis yolunda bir genc, kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. HelĂ‚k olacak halde iken; "YĂ‚ Rabbî! ZamĂ‚nımızın kutbunu imdĂ‚dıma yetiştir!" diye yalvarır. Hemen siyah sakallı birisi zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve; "Boyle git, şehre varırsın!" buyurur. Genc, o gaybdan gelip kendisine yol gosteren zĂ‚tın şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra, BĂ‚yezîd CĂ‚miinde, tesĂ‚dufen vĂ‚zında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım diye duşunur. VĂ‚zdan sonra cıkarlarken, Abdulhakîm Efendinin yanına yaklaşır, daha konuşmadan, Abdulhakîm Efendi; "Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına hafifce soyler. Gozyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, oper... oper.
Seyyid Abdulhakîm Efendi, kendisini candan seven ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden eczacılığı secmesini istedi. Talebe tıbbiyede sınıfın birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi ise onun Eczacılığa gecme isteğine şiddetle karşı cıkarlardı. Boyle bir şeye teşebbus ettiği takdirde haklarını helĂ‚l etmeyeceklerini bildirdiler. Genc buyuk bir uzuntu icerisinde FĂ‚tih CĂ‚mii avlusuna geldi. Na yapacağını bilmez bir hĂ‚ldeydi. Bir tarafta annesi diğer tarafta ise canından cok sevdiği hocası. Âniden aklına gelen bir duşunceyle cĂ‚mi avlusuna girecek ilk kişiyle istişĂ‚re etmeye karar verdi. Nitekim biraz sonra cĂ‚mi avlusuna giren zĂ‚tın yanına yaklaşarak; "Efendim size bir şey danışmak istiyorum." dedi. Buyurun sizi dinliyorum demesi uzerine; "Ben tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczĂ‚cılığı secmemi istiyorlar. Annem ve teyzem ise şiddetle karşı cıkarak haklarını helĂ‚l etmeyeceklerini soylediler. Ne yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlĂ‚dım?" deyince, "Seyyid Abdulhakîm ArvĂ‚sî hazretleri." cevĂ‚bını verdi. Bu soz uzerine o zat; "EvlĂ‚dım senin hocan oyle bir kimsedir ki, bin ana fedĂ‚ olsun. Hic duşunmeden sozunu tut!" dedi. Talebe bu soz uzerine derhĂ‚l eczĂ‚cılığa kaydını yaptırdı. Daha sonra meşveret ettiği o zatın yine AbdulhĂ‚kim Efendi hazretlerinin talebelerinden Cevat Bey olduğunu oğrendi. Hocasının bereketi ile daha sonra anne ve teyzesi de haklarını helĂ‚l ettiler.
Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdulhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmum nasıl yapılır diye gostererek oğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmum uzerinde duruyor derdim. VefĂ‚tından otuz sene sonra, ellerimde yara cıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Uc sene teyemmumle yĂ‚ni onların gosterdiği şekilde teyemmum ederek namaz kılmak zorunda kaldım.
Buyurdular ki:
Kur'Ă‚n-ı kerîm şifĂ‚dır. Fakat şifĂ‚, suyun geldiği boruya tĂ‚bidir. Pis borudan şifĂ‚ gelmez.
Gercek kerĂ‚met, kerĂ‚metin gizlenmesidir. Bunun dışında gorunenler, velînin irĂ‚de ve ihtiyĂ‚rı ile değildir. İlĂ‚hî hikmet oyle gerektiriyor demektir.
Allahu teĂ‚lĂ‚ sırrını eminine verir. Bilen soylemez, soyleyen bilmez.
Ahmaklık, hatĂ‚da ısrar etmektir.
Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne duşunulurse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
Din bilgileri, dunyĂ‚da ve Ă‚hirette, huzûru, seĂ‚deti kazandıran bilgilerdir.
Butun ustunlukler, faydalı şeyler, İslĂ‚miyetin icindedir.
Hakk'ı sevmedikce, Hak teĂ‚lĂ‚yı hĂ‚kim bilip, ona kulluk etmedikce, insanlar birbiri ile sevişemez.
Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmĂ‚nın hĂ‚sıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahu teĂ‚lĂ‚nın ihsĂ‚nıdır.
Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlĂ‚kınızla, sozlerinizle, giyinişinizle İslĂ‚mın vekĂ‚rını, kıymetini gosteriniz.
Gorduğunuz her musîbet ve felĂ‚ket, kızgınlığın, zulum ve haksızlık etmenin cezĂ‚sıdır.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikce; ızdırap ve felĂ‚ketten kurtulamaz.
Allahu teĂ‚lĂ‚ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lutfeder. Guzel ve doğru onun dilediğidir.
Allahu teĂ‚lĂ‚ bize fadlı, ihsĂ‚nı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.
RiyĂ‚ olmasın diye cemĂ‚atten kacanlar ayrı bir riyĂ‚ icindedirler.
Buyuklerin sozu, sozlerin buyuğudur.
İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.
Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmĂ‚n eksikliğidir.
Dîni dunyĂ‚ cıkarlarına Ă‚let eden yobazlara karşı Eyyûb Sultan, FĂ‚tih, BĂ‚yezîd, Bakırkoy, Kadıkoy ve Beyoğlu Ağa CĂ‚mii kursîlerindeki konuşmaları, bunların iftirĂ‚larına sebeb oldu. Bunların tahriki ile Eylul 1943'te tutuklanarak İstanbul'dan İzmir'e goturuldu. Bir muddet Meserret otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa'ya nakli veya İstanbul'a iĂ‚desi icin birkac defĂ‚ teşebbuse gectilerse de her defĂ‚sında red cevĂ‚bını aldılar. NihĂ‚yet Ankara'ya nakline musĂ‚de cıktı. Bu karar uzerine Ankara'da Hacı BayrĂ‚m-ı Velî civĂ‚rında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık'ın evine geldiler. Bu sırada hasta olduklarından Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gun hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943 (H.1362)'te vefĂ‚t ettiler. VefĂ‚t Ă‚nında hafif bir zelzele oldu.
Ankara hic sevmedikleri bir yerdi. Bu sebeple yakınları mubarek nĂ‚şın İstanbul'a nakli icin resmî makamlara başvurdular. Ancak kabul edilmedi. Şehrin belediye sınırları icinde olenlerin asrî mezarlığa gomulmesi şartı da vardı. Bu yuzden herkes eli kolu bağlı mahzun ve uzgun bir durumda bulunuyordu. Cunku kendileri bu mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı.
O sırada evin ahşap kapısı calındı. Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli olmayan ak sakallı bir adam:
"Ankara civĂ‚rında Bağlum isimli bir koy vardır. Oraya goturunuz, kendilerine uygun yer orasıdır." dedikten sonra donup gitti. Mechul adamın arkasından koştularsa da sanki sır oldu ve ortadan kayboldu.
Kecioren'de dĂ‚mĂ‚dı İbrĂ‚him Arvas Beyin evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı edĂ‚ edildikten sonra Ankara'nın kuzeyinde ve 24 km mesĂ‚fede bulunan Bağlum'a getirilerek defnedildi. Telkinini kimin vereceği, oğlu fazîletli Ahmed Mekki Efendiye sorulunca; "Babam Hilmi'yi cok severdi. Onun sesini iyi tanır. Telkinini Hilmi versin." buyurdu. Boylece telkin vermek ve kabr-i şerîfine girmek vazîfeleri talebesi Huseyin Hilmi Beye nasîb oldu.
Ağlasın kan ağlasın her musluman
Cunki, Seyyid Abdulhakîm terk etti cĂ‚n
Âlim u Ă‚mil, veliyy-i kĂ‚mil idi.
ZĂ‚tına mevdu' idi sırr-ı nihĂ‚n.
Bağlum nĂ‚hiyesi eskiden beri sel, yağmur, dolu gibi Ă‚fetlerin eksik olmadığı bir yerdi. Ancak Bağlum halkı Seyyid AbdulhĂ‚kim ArvĂ‚sî hazretleri buraya defn olunduktan sonra hic Ă‚fet gormediklerini beyan etmişlerdir.
Seyyid Abdulhakim Efendinin; Sahabe-i Kiram ve İslam Hukuku ErriyĂ‚z-ut-Tesavvufiyye isimli eserleri mevcuttur. Ayrıca talebelerine gonderdiği risĂ‚le buyukluğunde pek cok mektupları vardır. Arabi, Farisi ve Turkce şiirler yazmıştır.
Abdulhakim Efendi'nin uc oğlu ve iki kızı vardı. Oğullarından Enver Bey hicret esnasında 1918'de Eskişehir'de vefat etti. İkinci oğlu faziletli Ahmed Mekki UcışıkEfendi İstanbul'da Kadıkoy muftiliğinde bulunmuştur. 1967'de İstanbul'da vefat etmiş olup kabri Bağlum kabristanındadır. ucuncu oğlu Munir Efendi, İstanbul belediyesinde uzun seneler calışmış, doğruluğu, calışkanlığı, guzel ahlakı ile etrafının saygısını ve sevgisini toplamıştır. 1979'da vefat etti. Kabri Bağlum'dadır.
Kızlarından Şefia Hanım da hicret sırasında Musul'da vefat etmiştir. Diğer kızı MĂ‚ide hanım hayattadır. (1992)
NİCİN OKUTMUŞ?
HĂ‚lid Turhan Bey anlatır:
Bir gun ziyĂ‚retlerine gitmiştim. KutuphĂ‚nelerinden bir kitap cekip, bir yerini acıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapca idi. Okumaya calıştım. Yanlış okuyunca duzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı duzelttiler. Sonra; "Turkceye cevirin!" buyurdular. Takıldığım cok ibĂ‚reler oldu. Yardım ettiler, hattĂ‚ kendileri tercume ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercume ettirdiler. İyice anlamıştım. VefĂ‚tlarından yirmi sene kadar sonra, kutuphĂ‚ne mudurluğu icin, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapca kitap verdiler ve bir yerini acıp, okuyun dediler. Bir de ne goreyim, Abdulhakîm Efendinin verdiği kitap ve actıkları sayfa değil mi? Okudum, tercume ettim. İmtihanı kazandım. KutuphĂ‚ne muduru oldum. Ama imtihandan cıkınca, Efendinin bu buyuk ve acık kerĂ‚metini gorunce hungur hungur ağladım.
__________________