Meysere bin Mesrûk (r.a.)
Peygamberimiz (a.s.m.) nerede bir topluluk gorse, hakkı tebliğ ediyor, ilan edi*yor*du: Ukkaz’da, işte Mecenne’de, işte ZulmecÂz’da… Kabile kabile dolaşıyor, hakikat cekirdeklerini, iman tohumlarını atıyordu. Kovuluyor, hakaretlere ma*ruz kalıyor, ama yine yılmıyordu. Bu tohumlar belki yıllar sonra meyve vere*cekti. O, “hakkı tebliğ” vazifesini yerine getiriyordu.
İşte, Muharib bin Hafsaoğulları yurdunda 120 yaşında bir ihtiyara Rabb’inin emirlerini anlatıyor… İhtiyar adam, “Sana bir şey diyemem. Ama işte, goru*yorsun, Ebû Le*heb burada duruyor.” diye cevap veriyor.
Hz. Peygamber, mahzun ve mukedder. Kara karga Ebû Leheb, kara bir ruh gi*bi onu takip ediyor, onun Âb-ı hayat takdim ettiği insanları tehdit edip kendi zehirini iciriyordu. HÂlbuki daha dun ona “el-Emîn” demişlerdi. Ama şimdi arka*sından “Yalancı!” diye bağırıyorlardı. İşte kufrun tezadı…
Hz. Peygamber, davasına oyle inanmıştı ki, o cileli ve ıstıraplı gunlerde, kisraların yıkılışını, Bizans’ın fethini haber veriyordu. Haber verdiği gibi de ol*madı mı?
Yuce davasını tebliğe bıkmadan usanmadan devam ediyordu. İnanmışlığın, azmin ve sebatın kuvveti ile…
İşte yine MinÂ’da, Abeseoğullarının konakladığı yerde… Bineğinin terkisinde, her zamanki gibi vefalı hizmetkÂrı Zeyd bin HÂrise var. Orada veciz bir nutuk irat ederek Abeseoğullarını İslam’a davet ediyor.
İclerinden Meysere bin Mesrûk’un kalbine iman ateşi duşmuştu. Kavmine şoyle dedi:
“Allah’a yemin ederim ki, eğer bu zatı tasdik edip onu aramıza alsak, cok guzel olur!”
Kavmi ona, “Bırak, gucumuzun yetmeyeceği şeyi bize tek*lif etme!” dedi.
Hz. Peygamber, Meysere ile konuşup Musluman olmasını teklif etti. Meysere, “Senin sozlerin ne kadar guzel, ne kadar aydınlık! Bunu biliyorum. Fakat kavmim bana muhalefet ediyor. Eğer bir adama kavmi yardım etmezse hÂli ko*tu olur!” cevabını verdi.
Allah’ın Resûl’u oradan ayrılıp giderken, Meysere kalbinden bir şeylerin kop*tuğunu hissetti. Ardından uzun uzun baktı, t ufukta kayboluncaya kadar—has*retle, iştiyakla…
Meysere, kavmini Fedek Yahudilerinin yanına goturdu. Yahudiler, Allah Resûlu’nun vasıflarını Tevrat’tan okudular:
“Ummi, Arap bir peygamber… Deveye biner, az bir ekmek parcasıyla iktifa eder. Ne uzun boyludur, ne de kısa boylu… Sacları ne kıvırcık ne de tamamen duzdur. Gozunde tatlı bir kırmızılık vardır.”
Yahudiler şoyle dediler:
“Eğer sizi davet eden bu zat ise, davetini kabul edin, dinine girin. Biz onu cekemiyoruz, bu sebeple ona uymayacağız. Onunla za*man zaman aramız acılacak! Ona tabi olmayan veya onunla savaşmayan hicbir Arap kalmayacak. Eğer ona uyanlardan olursanız, siz kazanırsınız.”
Meysere’nin gozleri ışıl ısıldı:
“Ey kavmim! Durum acık. Gidip tabi olalım.” dedi. Kavmi ise, “Gelecek sene hac mevsiminde gider, onunla buluşuruz.” dedi. Fakat daha sonraki yıl kavmin ileri gelenleri, Re*sû*lul*lah’a gitmemekte direttiler. Allah’ın hidayeti onlara nasip olmayacaktı.
Yıllar yılları kovaladı. Meysere’yi Allah Resûlu’ne gitmekten alıkoyan “mezar-ı muteharrik bedbahtlar” ihtiyarladılar, toprak oldular.
Veda Haccı yılında Meysere, Re*sû*lul*lah’a kavuştu. Koşarak gitti, gozyaşları arasında Allah Resûlu’nun ellerine kapandı:
“Ey Allah’ın Resûl’u! Vallahi ilk karşılaştığımızda sana tabi olmuştum. Birta*kım hadiseler oldu. Demek ki, Allah benim sana kavuşmamı geciktirdi. Artık sana kavuştum, Allah’a hamd olsun!”[1]
Meysere’nin saadeti sonsuzdu artık; cunku Allah Resûlu’nun yanındaydı… Bu bahtiyarlar kervanına tabi olup kadrini bilenlere ne mutlu!

__________________________________
[1]Usdu’l-Gàbe, 4: 427; İsÂbe, 1: 295.


KAYNAK
__________________