İstanbul'da medfûn bulunan en buyuk uc evliyÂdan biri. 1644 (H.1054) senesinde BuhÂrÂ'da doğdu. Seyyid olup, nesebi şoyledir: Seyyid Muhammed MurÂd İbn-i Seyyid Ali İbn-i Seyyid DÂvûd bin İmÂm Ekmel KemÂluddîn bin Ali eş-Şehîr İbn-i HumÂm SÂlihulkÂdî bin Muhammed bin Omer bin Şuayb bin Hud bin Ali bin Muhammed bin Ali bin Mûs bin CÂfer bin Muhammed bin Ali bin Zeynel Âbidîn ibni Huseyin bin Ali bin Ebî TÂlib radıyallahu anhumÂ. 1719 (H.1132) senesinde İstanbul'da vefÂt etti.

MurÂd-ı MunzÂvî'nin babası, Semerkand beldesinin Nakîb-ul-eşrÂfı (seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen makÂmın idÂrecisi) idi. Henuz uc yaşında iken ayakları felc oldu. Koturum bir hÂlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha cok dunyÂyı dolaştı. Tahsîl yaşına gelince; ilim, fazîlet ve kemÂl elde etmeye başladı. Keşmîr'e gitti. İlim tahsîline devÂm edip, din ve fen bilgilerinde olgunlaştı.Sevenlerinin yardımı ile KÂbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyÂret etti. Sonra Hindistan'a gitti. Aklî ve naklî ilimleri, maddî ve mÂnevî kemÂlÂtı kendisinde toplayan, yuz kırk bin talebesini vilÂyet, velîlik makÂmına kavuşturan ve Silsile-i aliyye buyuklerinden olanMuhammed Ma'sûm FÂrûkî hazretlerine talebe oldu. Bir muddet onun yanında kaldı. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemÂle geldi. İcÂzet, diploma aldı. Murşid-i kÂmil, yetişmiş ve insanları yetiştirebilen zÂt olarak tekrar Hicaz'a geldi. Hicaz'da uc sene kaldı.Sonra BağdÂt'a gitti. Burada buyuk zÂtları ziyÂret etti. Sonra İsfehÂn'dan BuhÂrÂ'ya gitti. Belh ve Semerkand'daki tasavvuf buyuklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar BağdÂt'a gitti. Oradan ucuncu def hacca gitti. Sonra Mısır ve KÂhire'ye buradan da Şam'a gecti. Şam cok hoşlarına gittiği icin, uzun muddet burada ikÂmet etti ve evlendi. Şam'da pek cok kimse ziyÂretine gelip kendisinden ilim ve edeb oğrendiler. Şam halkı kendisini cok sever ve cok hurmet ederlerdi. Şohreti her yere yayıldı. Sultan Mustafa HÂn ona Şam'da bir koy verdi. Bu koy hÂl onun adıyla meşhûrdur. MurÂd-ı MunzÂvî'nin bereketiyle zÂlimler ıslah olup, Şam halkı pek cok zulumden korundu. Her turlu gunah işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, MurÂdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hÂline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı. Bu medreselerde okuyan talebelerin ihtiyÂcları icin vakıflar kurdu. 1681 (H. 1092) senesinde otuz sekiz yaşında iken İstanbul'u teşrif etti. Eyyûb Sultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabri civÂrında ikÂmet etti. Bu arada dorduncu def hacca gitti. Hac donuşu Şam'a gelip, orada bir seneye yakın kaldıktan sonra, beşinci def Hicaz'a gitti. Bir sene kadar Mekke-i mukerremede kaldı. TÂliblere ilim ve edeb oğretti. 1708 (H. 1120) senesinde ikinci def İstanbul'u şereflendirdi. Bu def Yavuz Selim'de, Bıcaklı Efendi menzilinde ikÂmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. MurÂd-ı MunzÂvî bir ara Bursa'ya gitti. Bir muddet Bursa'da ikÂmetten sonra, tekrar İstanbul'a dondu. Eyyûb'de, Reîs-ul-etibb Nûh Efendi yalısında kaldı. Eyyûb Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh MurÂd DergÂhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep oğretti. KerÂmetleri her tarafa yayıldı. 1719 (H. 1132) senesi Rebîu'l-Âhir ayının on ikisinde Salı gecesiİstanbul'da vefÂt etti. CenÂze namazı Eyup Sultan CÂmiinde buyuk bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışında, Munzavî CÂmii karşısındaki medresenin dershÂnesine defnedildi. Bu medrese, Birinci Sultan Mahmûd Hanın devri şeyhulislÂmlarındanAhmed Ebulhayr Efendi tarafından yaptırılmıştır. Huzûruna gelenler ne kadar munkir, inat ve inkarda olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hÂl kazanırlardı.

Muhibbî, İbn-i AbdulhÂdî diye bilinen Şeyh Muhammed bin Ahmed Omerî'nin hayÂtını anlatırken şoyle der: "İbn-i AbdulhÂdî vefÂt ettiği gun, buyuk Âlim MurÂd-ı MunzÂvî, Katîfe denilen yerde bulunuyordu. Arkadaşları ile berÂber munÂsib bir saatte Şam'a gitmeyi kararlaştırdılar. Ancak bir muddet sonra yola cıkacakları zaman kendisine yolların korkulu ve tehlikeli olduğu, arkadaşsız yola cıkmanın mumkun olmayacağı soylendi. O ise; "Muhim bir şey oldu. Mutlaka ona yetişmem lÂzım." dedi. Bir ata binerek yola koyuldu. Biz de peşine takıldık. Ona, Dume denilen yerde yetişebildik. Burada bize Şeyh Muhammed AbdulhÂdî'nin vefÂt ettiğini haber verdiler. Şam'a vardığımızda MurÂd-ı MunzÂvî atından inmeden doğrucaEmevî CÂmiine gitti. İbn-i AbdulhÂdî'nin cenÂze namazına yetişti."

Âriflerden Mustafa Bekrî şoyle anlatır: "MurÂd-ı MunzÂvî ile birkac kere goruştum. Onun simÂsında, yuzunde Allah adamlarının alÂmetlerini gordum. SÂlihleri gormek buyuk saÂdettir. MurÂd-ı MunzÂvî, Muhammed Ma'sûm'un bir talebesidir. Şeyh Abdulkerîm KattÂn bana, MurÂd-ı MunzÂvî'nin Resûlullah efendimizin sunnet-i seniyyesine olan bağlılığından cok bahseder, onunla goruşmeye teşvik ederdi. Hatt MurÂd-ı MunzÂvî'yi bir gece ruyÂmda uc def gordum."

Mustafa Bekrî şoyle der: "Sohbetinde bulunduğum evliyÂdan birisi de hocam Molla Abdurrahîm Hindî'dir. Molla Abdurrahîm, MurÂd-ı MunzÂvî'ye cok hurmet ederdi.Ona cok bağlıydı. HattÂ, onun ilim ve ameldeki makÂmına hayrandı. Molla Abdurrahîm yuksek hÂller, dereceler sÂhibiydi. Bu sebeble, MurÂd-ı MunzÂvî'nin derecesini herkesten daha iyi biliyordu. Cunku o, gozunden mÂnevî perdelerin kaldırıldığı bir zÂttı.

Yine şoyle anlatır: "Şam'ın ileri gelenlerinden birisi, MurÂd-ı MunzÂvî'yi dÂvet etti ve ayrıca gelirken Molla Abdurrahîm'i de berÂberinde getirmesini soyledi. Bunun uzerine MurÂd-ı MunzÂvî ona; "Siz dÂvet sÂhibisiniz dÂveti siz yapınız" buyurdu. DÂvet sÂhibi MollaAbdurrahîm'e gidip; "Şeyh MurÂd-ı MunzÂvî yarın bizim evi teşrif etmenizi istiyor." dedi. Ertesi gun MurÂd-ı MunzÂvî ve Molla Abdurrahîm, Şam'ın ileri gelenlerinden olan dÂvet sÂhibinin evine gittiler. Bir muddet kaldıktan sonra, Molla Abdurrahîm hoşuna gitmeyen bir şeyden dolayı evine dondu ve; "Keşke Şeyh MurÂd-ı MunzÂvî, ev sÂhibine beni cağırttırmasaydı." dedi. Bir ara uyudu. Bu sırada ruyÂsında MurÂd-ı MunzÂvî'yi gordu. Huzûruna varıp selÂm verdi. MunzÂvî ona donup; "Sizin bize ihtiyÂcınız yok." deyip, onun hÂlini beğenmediğini ifÂde eden bir tavır takındı. (Cunku uyumazdan once MurÂd-ı MunzÂvî'ye nicin kendisini cağırttığı icin sitem etmişti.) MollaAbdurrahîm heyecanla uykudan uyandı. Hemen MurÂd-ıMunzÂvî'nin evine gitti. MurÂd-ı MunzÂvî onu gorunce: "Geldin mi?" buyurdu. O da; "Evet efendim." deyip ozur diledi. MurÂd-ıMunzÂvî'nin elini optu. Bu sırada buyuk nîmetlere ve hÂllere kavuştu. Onun kapısından bir daha ayrılmadı."

Muhammed Bedîrî DimyÂtî şoyle anlattı: "Bir kere MurÂd-ı MunzÂvî'yi ziyÂret etmiştim. Huzûruna varınca, Allahu teÂlÂnın vergisi olan ilimlerin diğer ilimlere olan ustunluğunu uzun uzun anlattı."

Şam ulemÂsından ve o beldenin ileri gelenlerinden olan BekrîzÂde Halil Efendi İstanbul'da ilim tahsîli yapıp kÂdı olmuştu. Hazret-i Ebû Bekr'in neslinden olduğu icin BekrîzÂde denmekle meşhur olan bu zÂt şoyle nakletmiştir: "Şeyh MurÂd Efendi hazretleri İstanbul'da hazret-i Eyyûb el-EnsÂrî'nin turbesi civÂrında ikÂmet ederdi. DergÂhında bereketli sohbetleriyle insanlara feyz sacardı. Ben de devamlı ziyÂretine gider, sohbetini dinlemekle şereflenirdim. Her varışımda benim hazret-i Ebû Bekr soyundan olmam hasebiyle iltifat ve ikrÂmda bulunurdu. Âdeti uzere kahve ve tatlı ikrÂm eder ve bu ikrÂmı her defÂsında yapardı. BÂzan da kendine mahsus macun gibi olan ferahlatıcı bir ceşit tatlıdan ikrÂm edilmesini emrederek, cok yakın ve samîmi iltifatta bulunurdu. Yine bir gun ziyÂretine gidiyordum. Giderken macun şeklindeki husûsî tatlısından yemeyi canım cok istedi. Kendi kendime ben herkese ikrÂm edilen tatlıdan istemem. Hususi tatlıdan isterim. Benim bu arzumu keşf ve kerÂmetiyle anlayıp ikrÂm etseler diye duşundum. Bu duşunce ile huzûruna vardım. Oturduktan sonra hizmetcisi Âdet uzere herkese ikrÂm edilen tatlıdan getirip bana ikrÂm etti. Hizmetci o tatlıyı bana verirken MurÂd Efendi hazretleri hizmetciye; "Yok yok! Git bizim macundan getir." buyurdu. Hizmetci derviş gidip tatlı macundan getirdi. Bana verdi. Ben de alıp yedim. Şeyh MurÂd Efendi bana bakıp tebessum ederek; "Bir kaşık daha yiyin, arzu ettiğiniz macundandır." dedi. Ben hayret icinde, mahcub oldum. Sonra sohbet ve nasîhat ederek buyurdu ki: "Siz hazret-i Ebû Bekr'in torunlarındansınız. Bizlere feyz onun tarafından gelmiştir. MÂlûmunuz, keşf ve kerÂmet derecesine yukselmek ve harika gostermek sizden umulur, buna siz lÂyıksınız. Biz sizlere gore yabancı sayılırız. Hal boyleyken sizin kalkıp bunları bizden beklemeniz lÂyık mıdır? Bu garîb bir iş değil midir?"

MurÂd-ı MunzÂvî hazretleri şoyle anlatmışlardır: "Bir defÂsında İstanbul'a gitmiştim. Kalmaya niyetim yoktu. Hemen yola cıkacaktım. LÂkin RamazÂn-ı şerîf girdi arkasından da kış başladı. O kış İstanbul'da kaldım. Ordu, bir sefere cıkmak uzereydi. Cok kere bu fakire, adam gonderip du isterlerdi. Bir gece yarısı kitaptan bir meseleyi okuyordum. Vezir kethudÂsı geldi dediler, getirin dedim, yanıma gelip oturdu. Okuduğum meseleyi tamamlayıp kitabı kapattım. Hoş geldin AhmedAğa, bu vakitte ne oldu da geldin, deyince; "Acab bu vakitte bize du etmek Şeyh Efendinin hatırına gelir mi?" diye vezir beni gonderdi. SelÂm soyledi." dedi.Ben de dedim ki: "Biz Ehl-i sunnet vel cemÂat mezhebindeniz. Mezhebimiz de şoyledir ki, mubÂrek vakitlerde ve namazlardan sonra selÂtin-i İslÂma ve umerÂy-ı İslÂmiyyeye du etmemiz lÂzımdır. Fakat mahallî icÂbet oldunuz dedim. "Mahalli icÂbet" ne demektir dedi. Dedim ki daha onceden bir mazlumun bedduÂsını almışsınız. Mazlumun bedduÂsı hakkında Resûlullah efendimiz; Allahu teÂl mazlumun duÂsı icin; "Bir muddet sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim." buyurduğunu bildirdi, deyince; Ahmed Ağa ağlayıp şimdi bizim işimiz harÂb olmuştur, deyip hÂlini îtirÂf etti."

MurÂd-ı MunzÂvî dergÂhını yaptıran ŞeyhulislÂm MinkÂrizÂde Yahy Efendinin dÂmÂdıCankırılı MustafaEfendi idi. Burası medrese olmak uzere bin edildi. Vakfeden zÂtın oğlu da Ebu'l-Hayr AhmedEfendi olup, 1731 (H.1144) senesinde şeyhulislÂm oldu. 1741 senesinde vefÂt edince, dergÂhta pederi yanına defnolundu. SultanMahmûd HÂnın şeyhulislÂmlarından olan Ebu'l-Hayr AhmedEfendi, MurÂd-ı MunzÂvî vefÂt ettiğinde, onu medresenin dershÂnesine defnettirdi. Medreseyi de dergÂha tebdîl ettirdi. Sonraları MurÂd-ı MunzÂvî'nin mubÂrek turbesi yıkılmak uzere iken, 1982 (H.1402) senesinde tÂmir edildi.

MurÂd-ı MunzÂvî'nin kabrini ziyÂret edenler, orada rûhÂnî bir zevk ve lezzet duyarlar. Celvetî buyuklerinden İsmÂil HakkıBursevî hazretleri, AhidnÂme'sinde; "İlÂhî aşk sÂhiplerine, MurÂd-ı MunzÂvî'nin kabrini ziyÂret etmek lÂzımdır. Bereketi gorulen makamlardandır." buyurmuştur.

MurÂd-ı MunzÂvî hazretleri buyurdu ki:

Vakti ganîmet bilmek lÂzımdır. Vaktin kıymetini bilmemenin Âfetlerinden biri nefse hoşgelen isteklerdir. Butun ayıplar ve kabahatler hevÂda toplanır. Fısk, şirk ve kufur gibi. Vaktin kıymetini bilmemenin Âfetlerinden biri de lehv ve la'b yÂni boş faydasız iştir. Lehv ve la'b oyle bir şeydir ki, kişiyi maksadından alıkor. Kişi lehv ve la'b olan işlerle meşgûl olarak asıl maksadından geri kalır. O halde asıl maksadın dışında kalan her iş lehv ve la'bdır. Biri de abes, luzumsuz işdir. Abes, insanı maksadından alıkoymaz fakat faydası yoktur. Abesle meşgûl olmak, kişiyi lehv ve la'ba surukler.

İlim iki kısımdır; biri îtikÂda, biri de amele Âit ilimdir. ÎtikÂd ile ilgili olanı, Allahu teÂlÂyı sıfÂt-ı subûtiyye ve sıfÂt-ı selbiyesi ile muttasıf bilmektir. Ameller uc ceşittir: Biri insanın isteyerek yaptığı işlerdir. Biri istemediği halde yaptığı işler. Biri de istediği halde yapamadığı işlerdir. Bu şoyle bir misÂlle anlatılır: Bir kimse carşıdan ekmek almak istese butun kuvvetleri ve hassaları ile bu işe teşebbus eder. Ayağı ile yurur, gozu ile gorur, kulağı ile işitir, aklı ile bilir. HÂsılı butun ÂzÂları ve hassaları ile hareket eder. Bunun netîcesi yemektir. Yemek ise tabiî bir iştir. Yemekte hayvanlar ile muştereklik vardır. O halde layık mıdır ki, yemek ve icmek icin bu kadar onem verip de asıl maksada isteyerek ve severek tam bir yonelişle butun gucu ve kuvvetiyle ihtimam, gayret ve cehd olunmasın. Bu dunyÂda, insana bitmeyen bir vakit (omur) verilmemiştir. İnsan icin bir ecel (belli bir omur) vardır. Bu ecel (omur) de herkese nasîb değildir. Zîr buluğ cağına kadar olan zamÂnı saymadılar. Bir kimse buluğ cağına erse, mÂzî gecmiştir. Artık ona hicbir sûretle ulaşılamaz. İstikbÂlin ise geleceği mÂlum değildir. Yarına kavuşacağınızı kim kat'î olarak soyleyebilir. O halde hayat, icinde bulunduğumuz andır. Vakit bu nefestir.

Allahu teÂl insanı kalp ve bedenden meydana gelen bir varlık olarak yaratmıştır. Bedenin ve kalbin kemÂle ermesi, Peygamber efendimizde son bulmuştur. Ummetine ise bu kemÂlÂttan O'na tÂbi oldukları kadar ulaşmıştır. Resûlullah vÂsıta olmadan kemÂlÂt gelmez. Allahu teÂlÂnın Âdeti boyledir. EshÂb-ı kirÂm bu kemÂlÂtı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden almıştır. TÂbiîn ise onlar vÂsıtasıyla almışlardır. BÂzıları da daha cok vÂsıta ile almışlardır. O halde herkesin zÂhirî ve bÂtınî kemÂlÂtı ancak Resûlullah aleyhisselÂm vÂsıtasıyladır.

Butun bu olgunluklara kavuşmanın yolu, Allahu teÂlÂya muhabbettir. Bu muhabbetin ele gecmesi ise Resûlune tÂbi olmakladır. Nitekim Allahu teÂl Kur'Ân-ı kerîmde meÂlen; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahu teÂlÂyı seviyorsanız ve Allahu teÂlÂnın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tÂbi olunuz. Allahu teÂlÂ, bana tÂbi olanları sever." buyuruyor. (Âl-i İmrÂn sûresi: 31)

O halde bu kemÂlÂta, olgunluklara kavuşmanın Resûlullah'a tÂbi olmaktan başka yolu yoktur. İttib da iki kısımdır. Biri zÂhiren, diğeri bÂtınen tÂbi olmaktır. ZÂhiren tÂbi olmak Âlimlerin yazdıkları bilgilere uymak ile olur. Âlimler Resûlullah'ın emirlerini, sozlerini ve işlerini noksansız ve ilÂvesiz aynen yazmışlar ve zaptetmişlerdir. Bunlar fıkıh ilmi, hadîs ilmi ve tefsîr ilminde bildirilmiştir.

BÂtınen tÂbi olmak ise Resûlullah'ın beğendiği işleri yapmak, hallerde ve ahlÂkta tÂbi olmaktır. Bunların bir kısmını ulem beyÂn etmişlerdir. LÂkin tamamını beyÂn etmeye kelimeler ve ibÂreler kÂfi değildir. Ancak bÂtınen mÂn anlatılabilir. Bu işle de meşÃ‚yıh (tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen rehberler) vazifelidir."

"Muhabbet kesbî değil (calışmakla kazanılmaz) vehbîdir. Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar."

"Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen tÂlibe uc şey lÂzımdır; taleb, calışmak, ilim."

"Kul ile Rabbi arasında olan muÂmele, henuz sutten yeni kesilmiş mÂsum bir cocuk ile annesi arasında olan muÂmele gibi olmalıdır. MÂsum cocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu şekildeki cocuğu herkes korur, yardımcı olur."

"Allahu teÂl insanın yureğine rûh Âleminden bir gonul yÂni kalb yerleştirmiştir. Bu gonulun; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi husûsiyetleri vardır. Mesel bu gonule birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gonule; kendisini yaratanı bilmek, O'nu sevmek, rızÂsına kavuşmayı arzu etmek, Allahu teÂlÂnın rızÂsına kavuşmanın yolu olan Resûlullah'a her bakımdan tÂbi olmak, O'ndan başka her şeyden alÂkayı kesmek, bu gecici dunyÂda kalb huzûru icinde vakti Allahu teÂlÂya ibÂdetle gecirmek ve Allahu teÂlÂnın rızÂsına muvÂfık şekilde konuşmak lÂyıktır.

Boyle bir gonule sÂhip olmayan bir kimse, insan sûretinde bir mahlûktur. Boyle bir seÂdetten mahrûm olan kimse, kat'î olarak hastadır. Bunun ilÂcı ise, gafletten uyanıp pişman olmak, af ve magfiret etmesi icin Allahu teÂlÂya yalvarmak, kabûlunu, tevfîkini ve yardımını istemek, uzerinde bulunan Allahu teÂlÂnın ve kulların haklarını odemek, hak sÂhiplerini rÂzı etmektir. Eğer o anda bu hakları odemek gucune sÂhip değilse, bunları gucu yettiği zaman odemeye kat'î karar vermeli, sunnet-i seniyyeye uyup, işlerinde azîmetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid'at ve ruhsatlardan sakınmalı, her işinde ve her hÂlinde Resûl-i ekreme ve O'nun EshÂb-ı kirÂmına tÂbi olmalıdır."

MurÂd-ı MunzÂvî'nin eserlerinden bÂzıları şunlardır: 1) El-MufredÂt-il- Kur'ÂniyyeTefsîri: Cok kıymetli olup, tefsîrler; Arabî, FÂrisî ve Turkce bir aradadır. 2) Silsilet-uz-Zeheb fis-Sulûki vel-Edeb, 3) RisÂle fit- Tasavvuf, 4) MektûbÂt veMelfûzat, yazma nushaları İstanbul kutuphÂnelerinde vardır.

KALB HUZÛRU

MurÂd-ı MunzÂvî hazretleri buyurdu ki: ÎtikÂdda ehl-i hak, yÂni Ehl-i sunnet ve cemÂat îtikÂdı uzere bulunup, bilinmesi zarûri olan fıkıh bilgilerini oğrenerek onlara uygun amel etmelidir.

Kalbinde Allahu teÂlÂnın rızÂsından başka bir şey bulunmaması icin, doğruluk ve ihlÂsta kemÂl sÂhibi kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gonulde dÂim Allahu teÂlÂyı anmalı, bunda asl gevşeklik gostermemelidir. Allahu teÂlÂdan başka her şeyi unutmalıdır. Allahu teÂlÂdan başkası hatıra geldikce istigfÂr okumalı, mÂsivÂdan kurtarması icinAllahu teÂlÂya yalvarmalıdır. Bu şekilde kalb huzûruna kavuşmaya calışmalı, zorlama ile de olsa mÂsivÂyı (Allah'tan başka her şeyi) unutmaya gayret etmelidir. ZÂhirde halk ile bÂtında Hak ile bulunmalı, boylece gonulde Allahu teÂlÂnın rızÂsından başkası kalmamalı, mÂsivÂyı tamÂmen unutmalı, nefsi de benlik dÂvÂsından kurtarıp, kalb huzûru ve rahatlığı ile kulluğa dÂir butun vazifeleri yapmalıdır. BoyleceAllahu teÂlÂnın lutuf ve ihsÂnı ile fÂnî-fillah ve bÂkî-billah olunur ve Allahu teÂlÂnın pekcok feyz ve mÂrifetlerine kavuşulur.

Bu mertebeye erişebilmek icin, nefy ve isbÂtı kendisinde bulunduran Kelime-i tayyibeyi yÂni "LÂ ilÂhe illallah Muhammedun resûlullah"ı cok soylemelidir... MÂnÂsı; hak olan mÂbûd yalnız Allahu teÂlÂnın zÂt-ı pÂkidir. O'nun rızÂsından başka hakîkî bir maksûd yoktur. Muhammed aleyhisselÂm, Allahu teÂlÂnın resûludur. O'na tÂbi olmak vÂcibdir. İşte bu Kelime-i tayyibe ile bahsedilen seÂdete kavuşulur.

HANİ SOZ VERMİŞTİN YA

Mustafa Bekrî şoyle dedi: "Bana da Bedîrî anlattı: "MurÂd-ı MunzÂvî'ye buğzedip onu kotuleyen birisi ile goruşmuştum. Bana ona buğzetmeyi îcÂbettiren bir şey anlatmıştı. Ben de ona muvÂfakat etmiştim. O şahsa da MurÂd-ı MunzÂvî'nin yanına cok gittiğimi, bundan sonra onun yanına gitmiyeceğimi soyledim. Ertesi gun beni seven Âile dostlarımdan birisi geldi ve; "Haydi MurÂd-ı MunzÂvî'nin ziyÂretine gidelim." dedi. Onu kırmayıp teklifini kabûl ettim. Fakat icimden de bu teklifi cabucak kabûl etmeme hayret ettim. Yine kendi kendime; "Hani sen onun ziyÂretine gitmeyeceğine soz vermiştin ya!" dedim. Bu sırada nefsimin cok mahcûb olduğunu gordum. Buna rağmen MurÂd-ıMunzÂvî'yi ziyÂrete gittim. Ancak her zamanki gidişlerimde hemen huzûruna girerdim. Fakat bu sefer bana: "Biraz bekle, MunzÂvî'nin bir mÂzereti var." kÂbilinden sozler soylediler. Bunun uzerine oturup kendi kendimi kınamaya; "Boyle eşiklerde oturup beklemeye nicin rÂzı oluyorsun. Hem sen bir daha ziyÂrete gelmiyeceğine karar vermemiş miydin?" demeye başladım. Bir saat sonra bana ve arkadaşıma izin verildi. Onunla berÂber MurÂd-ı MunzÂvî'nin huzûruna girdik.

Beni yakınına cağırdı ve selÂm verdi. Sonra arkadaşıma dondu ve şoyle dedi: "Dun şoyle bir şey oldu. İnsanlardan birisinin yanına başka birisi geldi. İkisi berÂber birisine dil uzattılar. Birisi; "O şoyledir." dedi. Diğeri onu tasdik etti." diyerek bir gun once olan şeyleri bir bir saydı. Dunku zemmedip kotulediğimiz hÂli aynen anlattı. Sonra bana dondu; "Bu anlattıklarım oldu mu?" buyurdu. Ben de; "Evet efendim." diyerek ozur diledim. "Hayır olmadı." diye inkÂr etmedim. Sonra; "Şimdi zemden, kotulemekten vazgectim. Dunku zem hÂlimiz gecici bir şeydi. Şimdi o hÂl gecti. Şeytan aramıza girdi. Allahu teÂl onu sizin vesîlenizle def eyledi" dedim. Sonra da tasavvuf yoluna dÂir bilgiler oğrendim. Bana luzumlu bilgileri yazdı. MurÂd-ı MunzÂvî'nin pek yuksek hÂlleri vardı."

1) Mu'cem-ul-Muellifîn; c.12, s.214
2) Silk-ud-Durer; c.4, s.129
3) CÂmiu KerÂmÂt-il-EvliyÂ; c.1, s.205
4) Sefînet-ul-EvliyÂ; c.2, s.55
5) Brockelmann; Sup-2, s.663, Gal-2, s.446
6) Hadîkat-ul-CevÂmi'; c.1, s.282
7) Tam İlmihÂl SeÂdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1124
8) MesmuÂt minHazret-i Şeyh MurÂd Nakşibendî ve MektûbÂtihi, Veliyyuddîn EfendiDevlet KutuphÂnesi, No: 1780, 1781, 1838
9) MektûbÂt-ı Şeyh MurÂd, Universite KutuphÂnesi, T.Y., No: 3442
10) MenÂkıb, SuleymÂniye KutuphÂnesi, MurÂd BuhÂrî Kısmı, No: 245
11) İslÂm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.125
12) VakÂyi-ul-FudelÂ; c.2, s.673

__________________