Hindistan evliyĂ‚sının buyuklerinden. Urvet-ul-VuskĂ‚ Muhammed Ma'sûm-i FĂ‚rûkî hazretlerinin buyuk oğlu, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî hazretlerinin de torunudur. İsmi Muhammed Sibgatullah'tır. Yuksek dedeleri İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin sağlığında, 1624 (H.1033) senesinde Serhend şehrinde dunyĂ‚ya geldi. Kayyûm-i Zaman ismiyle meşhûrdur. 1710 (H.1122) senesi Rebî'ul-Ă‚hir ayının dokuzunda CumĂ‚ gunu vefĂ‚t etti.

Muhammed Sibgatullah doğduğu sırada, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî, vaktin sultĂ‚nı ile birlikte Hindistan'ın buyuk şehirlerinden olanEcmîr'de bulunuyordu. İmĂ‚m-ı Ma'sûm da babalarını ziyĂ‚ret maksadıylaEcmîr'e gitmişti. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî ve İmĂ‚m-ı Ma'sûm, Ecmîr'den donerken yolda bu oğullarının doğum haberi geldi. Her ikisi de bu habere cok sevindiler. Cunku husûsî hĂ‚llerinin vĂ‚risi olacak cevher dunyĂ‚ya gelmiş bulunuyordu.

Beyit:

Senin gelişinden gul gibi actım,
Her tarafa bahar kokusu sactım.

İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî ve İmĂ‚m-ı Ma'sûm Serhend'e geldiklerinde hemen bu cocuklarını gormek istediler. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî hazretleri onu gorur gormez; "EsselĂ‚mu aleykum Molla Sibgatullah." buyurdu. Sonra mubĂ‚rek yuzunu, o cocuğun kulağına yaklaştırıp, kimsenin duymadığı gizli gizli bir şeyler soyledi. Husûsî sırları, kendilerine mahsus ilim ve mĂ‚rifetleri mujdeledi. Ne buyuk bir saĂ‚dettir ki, dili sut emmeye henuz alışmadan, kulağı Muceddid'in yĂ‚ni İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin bereketli iltifatlarına, gizli esrĂ‚rına kavuşmuş oluyordu.

İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî hazretleri, oğlu İmĂ‚m-ı Ma'sûm'a hitĂ‚ben; "Senin bu oğlunda asĂ‚letten bir sıfat buldum." buyurdu. ZîrĂ‚ İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'ye gore asĂ‚let olmayınca, kayyûmluk, kutbluk bulunması cok zordu. Bu cocukta asĂ‚letten pay gorunce, mĂ‚nevî firĂ‚set ile, onun velîlik yolunda yuksek derece sĂ‚hibi olacağını veKayyûm-i Zaman olacağını anladılar. Bu, Allahu teĂ‚lĂ‚nın cok buyuk bir ihsĂ‚nıdır. Dilediğine nasîb eder.

MısrĂ‚:

"Gul bahcemi gor de bahĂ‚rımı anla."

Muhammed Sibgatullah, daha beş-altı aylıkken şiddetli bir hastalığa yakalandı. Hekimler cĂ‚re bulmaktan Ă‚ciz kalıp, olecek zannettiler. NihĂ‚yet nabzının atması bile hissedilemez oldu. Babası ve annesi techiz ve tekfîn işine; cenĂ‚ze hazırlıklarına, başladılar. Bu durum İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin mubĂ‚rek kulağına ulaşınca, hemen bu hasta torununun yanına geldi. Cocuğun o guzel yuzunden ortuyu kaldırıp mubĂ‚rek eliyle temiz yuzune dokundu ve tebessum ederek; "BĂ‚bĂ‚! Annene-babana yaptığın bu nĂ‚z yetişir. Onları uzduğun yeter. Haydi artık kalk. Onlar da sıkıntıdan kurtulup rahat bir yemek yesinler ve huzûrla uyusunlar." buyurdu. Bu soz uzerine, olum derecesinde hasta olmasına rağmen, cocuk gozunu actı. Ağlayarak hareket etmeye başladı ve tamĂ‚men iyileşti. Sanki hic hasta olmamış gibiydi. Sonra,Muceddîd-i Elf-i SĂ‚nî İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî, oğlu Urvet-ul-VuskĂ‚ Muhammed Ma'sûm'a donerek; "İnsanlar bu cocuğun yaşamasından umîdi kesmişler. Ben ise bu evlĂ‚dımı, iyileşmiş uzun omur surmuş, yetişip kemĂ‚le gelmiş, sakalları beyazlamış, buyuk bir velî olmuş, huzûrunda binlerce insan oturmuş, herkesi nûrundan istifĂ‚de ediyor goruyorum." buyurdular.

İmĂ‚m-ı Ma'sûm'un huzûrunda yetişti. ZĂ‚hirî ve bĂ‚tınî ilimlerin ve kalbe Ă‚it ince mĂ‚rifetlerin tamĂ‚mını ondan oğrendi. İmĂ‚m-ı Ma'sûm hazretleri, bu yuksek oğluna, diğer talebeleri ve hattĂ‚ diğer oğulları arasında farklı iltifĂ‚t eder, onda bulunan yuksekliği bildiği icin, daha cok severdi. Bu hĂ‚li bildirmek icin bir gun bu oğluna şoyle buyurdu: "Siz benim oğullarım arasında EshĂ‚b-ı kirĂ‚ma benzersiniz. YĂ‚ni siz, babam Muceddîd-i Elf-i SĂ‚nî'yi gormuş, zamĂ‚nında bulunmuşsunuz. Diğerleri boyle değildir. Bu farkı az gormemelisiniz. EshĂ‚b-ı kirĂ‚mdan (aleyhimurrıdvĂ‚n) biri, Peygamber efendimizin sohbetinde bir defĂ‚ bulunmakla oyle yuksek derecelere kavuşmuştur ki, EshĂ‚b-ı kirĂ‚mdan olmayan en buyuk velî bile onların en aşağısının derecesine kavuşamadı. Bu velî zĂ‚t ister Uveys-i Karnî olsun, ister Omer-i MervĂ‚nî olsun (kuddise sirruhumĂ‚)." Cunku Muceddîd-i Elf-i SĂ‚nî'nin Peygamber efendimize olan bağlılığı son derece olduğundan, onun sohbeti, Resûl aleyhisselĂ‚mın yuksek sohbetinden pay almıştı. O'na benziyordu. Nitekim tam uyanın, uyduğu kimsenin butun kemĂ‚lĂ‚tından nasîbi vardır.

Muhammed Sibgatullah hazretleri zĂ‚hirî ve bĂ‚tınî ilimlerdeki tahsîlini ve velîlik yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra, yuksek babasının emir ve işĂ‚retiyle talebe yetiştirmeye başladı. En kucuk kardeşleri olan Muhammed Sıddîk, babalarının şoyle buyurduğunu nakleder: "Oğlum MuhammedSibgatullah'ın talebeleri ile kendi talebelerim arasında hic fark gormuyorum. Diğer oğullarım boyle değildir. VĂ‚sıtalı veyĂ‚ vĂ‚sıtasız bir fark vardır."

HĂ‚ce Muhammed Sıddîk-ı PeşĂ‚verî, Urvet-ul-VuskĂ‚ İmĂ‚m-ı Muhammed Ma'sûm hazretlerinin en yuksek halîfelerindendi. Bu zĂ‚t şoyle anlatır:

Bir defĂ‚sında mubĂ‚rek hocamı ziyĂ‚rete gitmiştim. Bu esnĂ‚da hocamın butun oğullarının takvĂ‚ ve verĂ‚da anlatılamayacak kadar ileride olduklarını, her birinin dînimizin emirlerine uygun amel etmekte, tasavvuf yolunda başkalarını yetiştirip mĂ‚nevî terbiyede, ilim ve edeb Ă‚şıklarına rehberlik etmekte cok yuksek derecede bulunduklarını gordum. Hepsinin Allahu teĂ‚lĂ‚ya yakınlıklarının aynı olduğunu duşundum. Bu esnĂ‚da kalbime; "AcabĂ‚ aralarında hic fark var mıdır? Varsa hangisi daha yuksektir?" duşuncesi geldi. Cok uğraşmama rağmen, bu duşunceden kurtulamadım. Hic aklımdan cıkaramıyordum. Bu hĂ‚li hocama bildirmeyi duşundum ve sonunda arzettim. Tebessum eyledi ve; "HĂ‚ce! Bu mĂ‚nĂ‚nın halli, siz PeşĂ‚ver'e vardıktan bir gece sonra olacaktır." buyurdu.

Bu fakîr birkac gun sonra Serhend'den ayrılıp PeşĂ‚ver yoluna koyuldum. PeşĂ‚ver'e geldiğimde gĂ‚yet sevincli ve neşeliydim. ZîrĂ‚, o gece, yuksek ustĂ‚dımın bereketi ile uzun zamandır suregelen ve beni rahatsız edip, kalbimi meşgûl eden bir suĂ‚lim cevaplandırılacaktı. Akşam oldu. Karanlık bastırdı.Ben heyecanla bekliyordum. Yatsı namazından sonra uyumuşum. RuyĂ‚mda Peygamber efendimizi ziyĂ‚retle şereflendim. Dort halîfesi ile birlikte yanıma geldiler. Urvet-ul-VuskĂ‚'yı da oğullarıyla birlikte, Resûl aleyhisselĂ‚m efendimizin huzurlarında, buyuk bir hurmet ve edeble ellerini bağlamış olarak beklediklerini gordum. Bu esnĂ‚da Resûlullah efendimiz, bu hizmetcisine hitĂ‚b ederek buyurdular ki: "Urvet-ul-VuskĂ‚'nın oğullarının kendine nisbeti (bağlılığı), dort halîfenin bana olan nisbeti gibidir." İşĂ‚ret parmaklarını halîfelerine doğru uzattılar ve sonra hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ı gostererek; "Buyuğu buyuktur!" buyurdular.

Hazret-i Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah, Urvet-ul-VuskĂ‚'nın oğullarının en buyuğuydu. Boyle olunca talebelerinin ve halîfelerinin de en buyuğuydu. Ben bunu bizzat Resûlullah efendimizin işĂ‚ret ve bildirmeleri ile anladım. Boylece kalbimi meşgûl eden o duşunce ve suĂ‚lim cevaplanmış oldu.

Urvet-ul-VuskĂ‚ hazretleri, vefĂ‚tına yakın zamanda da Kayyûm-i Zaman'ın hĂ‚lini şoyle medhetmiştir: "Sizin emsĂ‚lsiz hĂ‚liniz, dĂ‚imĂ‚ makbûlumuz ve mahbûbumuzdur. YĂ‚ni kabûlumuz ve sevdiğimizdir. Gevşeme ve değişme, bu emsĂ‚lsiz hĂ‚linize yol bulamaz."

Kayyûm-i Zaman hĂ‚llerini cok gizlerdi.EvliyĂ‚lık yolunda ustun makamlara, cok yuksek derecelere ulaşmış olduğu hĂ‚lde, bunları acığa cıkarmayı istemezdi. HattĂ‚ talebelerinden bĂ‚zıları; "Efendimiz! Bu kadar sırlar ve vĂ‚ridĂ‚t yĂ‚ni mĂ‚nevî hĂ‚ller icerisinde bulunduğunuz hĂ‚lde, bunları bu kadar ortup, gizlemenizdeki sebep nedir?" diye arz ettiler. CevĂ‚bında; "Soylenmesi ve yazılması doğru ve lĂ‚zım olanlar, hazret-i Muceddîd-i elf-i sĂ‚nî ve Urvet-ul-vuskĂ‚ (yuksek dedem ve babam) tarafından soylenmiş ve yazılmışlardır. Bu zamanda onların soyleyip yazdıklarından daha iyi soz soyleyecek kimse yoktur." buyurdu.

Hazret-i Kayyûm-i Zaman'ın gunduz ve gecedeki butun amelleri tamĂ‚men sunnete, yĂ‚ni dînimizin her emrine tam uygundu. Bir sunneti yerine getirememek endişesi, gozunde gonlunde dağ gibi gorunurdu. Yemekte, icmekte, oturmakta, kalkmakta, yolculuk ve ikĂ‚met hĂ‚linde, giyinmede, her zaman okunması îcĂ‚beden duĂ‚larda ve diğer duĂ‚larda, dil ve kalb ile yapılan zikrlerde, oruc, namaz, hac, umre, zekĂ‚t, guzel ahlĂ‚k, ihsĂ‚n, tevekkul, hilm (yumuşaklık), ilim, comertlik, iyilik yapmak, sabır, tahammul ve diğer guzel huylarda pek ilerideydi. Bu guzel huyların îcĂ‚blarını yerine getirmekte o kadar dikkatliydi ki kıl ucu kadar gevşeklik ve ayrılık gorulmezdi. Gunduz ve gece yaptıklarından, inceden inceye kendini hesĂ‚ba cekerdi. İhlĂ‚s ve ibĂ‚dette ve her edebe riĂ‚yet etmekte pek ilerideydi. Bununla berĂ‚ber niyet ve amellerini, kĂ‚mil olmaktan uzak, ayıp ve kusurlu gorurdu. Bunun icin pişmĂ‚n olur, istigfĂ‚r ederdi. Bu sebepten dĂ‚imĂ‚ mahzûn ve uzuntulu dururdu. "Amel ve istigfĂ‚r et!" kelĂ‚mını kendine dustur edinmişti. Dînimizin emirlerine uygun gorunmeyen keşf ve kerĂ‚metlere kıymet vermez, îtibĂ‚r etmezdi.

MubĂ‚rek yuzunde oyle bir nûr vardı ki, guzel yuzunu bir kat daha guzelleştiriyor ve yuzune bakanlara, lisĂ‚n-ı hĂ‚l ile; "Bu gorunen, insanlar gibi insan değil, bir guzel melektir." dedirtiyordu.

Kayyûm-i Zaman hazretleri, omrunun sonlarına doğru Kur'Ă‚n-ı kerîmi cok yavaş sesle okurdu. Kendisine cok bağlı talebelerinden biri, musĂ‚it bir vakitte; "Boyle duşuk sesle okumanızın hikmeti nedir?" diye arz etti. Bir muddet sustu ve sonra; "Hazret-i Urvet-ul-VuskĂ‚ (yĂ‚ni babam) omrunun sonuna doğru boyle okurdu." buyurdu. Başka bir defĂ‚sında talebelerinden birisi yine bu husûsun sebebini suĂ‚l ettiğinde cevĂ‚ben; "Okurken butun mevcûdĂ‚t berĂ‚ber okuyorlar ve bu fakîri yuksek sesle okumaya bırakmıyorlar." buyurdu.

Kayyûm-i Zaman'ın yakın talebelerinden MirzĂ‚ MuhammedKĂ‚bilî'nin hanımı vefĂ‚t etmişti.Kayyûm-i Zaman, tĂ‚ziye (başsağlığı) icin MirzĂ‚'nın evine gitti. MirzĂ‚ Muhammed, hanımının Kayyûm-i Zaman'a olan muhabbet ve bağlılığının fazlalığından bahsetti ve; "Eğer kabûl buyurursanız ve zahmet olmazsa, kabri hemen şuracıktadır. Beraber gitsek cok memnûn olurdum." diye arz etti. O da kabûl edip kabri ziyĂ‚ret ettiler. Kayyûm-i Zaman o hanımın mağfiret olunması icin duĂ‚ etti. Sonra murĂ‚kabeye daldı. DuĂ‚ ve murĂ‚kabe esnĂ‚sında yuzunde bir ferahlık ve neşe gorundu. ZiyĂ‚retten sonra berĂ‚berce donerlerken, MirzĂ‚; "Efendim, duĂ‚ ve murĂ‚kabe esnĂ‚sında mubĂ‚rek yuzunuzde neşe ve sevinc alĂ‚metleri gordum. Acaba hikmeti neydi?" diye suĂ‚l etti. Kayyûm-i Zaman hazretleri buna cevap olarak buyurdu ki: "O esnĂ‚da bana ilhĂ‚m olundu ve hattĂ‚ soyleyen sesi duydum. Şoyle buyruluyordu: "Seni ve kıyĂ‚mete kadar vĂ‚sıtalı ve vĂ‚sıtasız olarak seni tevessul edenleri(seni vĂ‚sıta ederek bana yalvaranları) mağfiret eyledim. Bu hanım da onlardandır." Allahu teĂ‚lĂ‚nın nihĂ‚yetsiz inĂ‚yetinin (ihsĂ‚nının) bu fakîre geldiğini gordum ve bu hanımın, umûmun yanında husûsî olarak zikredildiğini duydum. Bunun icin Allahu teĂ‚lĂ‚ya cok şukreyledim. Yuzumdeki neşe ve sevinc alĂ‚meti bu yuzdendi."

Muhammed Sibgatullah hazretleri, bir sefere cıktığında yolda hastalandı, gecirdiği kaza neticesinde bir eli kırıldı. Yol uzerinde bir eve misĂ‚fir oldu. O evin avlusunda hurma ağacları vardı ve o ağacların altında oturuluyordu. Kayyûm-i Zaman sandalyede değil yerde oturdu. Herkes istirahate cekildikten sonra o, rahatsızlığından ve kolunun kırık olmasından butun gece uyumadı. Yere duşen hurmaları ve hurma yapraklarını hurmetle alıp edeple yuksekce bir yere koydu. Sabah olunca ev sĂ‚hibi onun uyumadığını, yere duşen hurma ve hurma yapraklarını toplamakla ve yuksek bir yere koymakla meşgûl olduğunu, gorunce bu hĂ‚linin sebebini sordu. Ona cevĂ‚ben buyurdu ki: Hadîs-i şerîfte; "Halanız olan hurmaya saygı gosteriniz. Cunku bu ağac Âdem aleyhisselĂ‚mın camurundan kalan artıktan yaratılmıştır." buyruldu. Emre uyarak hurmayı azîz tutmak, ona saygılı olmak îcĂ‚b ediyor.

Mirza Muhammed Efdal KĂ‚bilî şoyle anlatır: "Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah, KĂ‚bil'de bulunduğu gunlerin birinde, oğullarına haber vermesi icin bir hizmetciyi Serhend'e gonderdi. Gidecek hizmetci, kendisinden yol parası istedi. O sırada Muhammed Sibgatullah'ın elinde bir kerpic vardı. Kerpici hizmetciye verdi. Kerpic bir anda altın oluverdi. Orada bulunan; Mîr Zarîf, Mîr GulĂ‚m Huseyin, Mirza Muhammed Mes'ûd ve daha bircok zĂ‚t bu hĂ‚diseye şĂ‚hid olduk. Hizmetci, elinde bulunan altını paraya cevirmek istiyordu. Oradakiler bu altını satın almakta tereddud ettiler. Fakat, Mîr GulĂ‚m Huseyin hepimizden atik davrandı ve altını hizmetciden satın alıp, teberruken sakladı."

Hazret-i Kayyûm-i Zaman'ın hizmetcilerinden biri yolculuğa cıkmıştı. Yolculuk esnĂ‚sında arkadaşlarını kaybetti. Yolunu şaşırıp bir dağ başına geldi. Burası hic bilmediği, tanımadığı bir yerdi. Her taraf oyle yeşil, oyle guzeldi ki, sanki hazan ruzgĂ‚rları bu yapraklara hic dokunmamıştı. Burada dort mevsim birleşmiş, hepsi bahar gibi olmuştu. RengĂ‚renk guller, boy boy sunbuller, deste deste, demet demet acmış, her taraf guzelliklerle donanmış, boş bir yer kalmamıştı. Talebe buranın, uzun zaman Cennet bahcesi misĂ‚li gonul acıcı guzelliklerinin seyrine daldı. Bir muddet sonra, yolunu kaybettiğini, buraya yanlışlıkla geldiğini hatırladı. Ustelik etrafta hic insan gorunmuyordu. Bir insan ile karşılaşır konuşurum umidiyle dolaşmaya başladı. İnsan bulunduğuna dĂ‚ir bir işĂ‚ret yoktu. Ustelik hep vahşî hayvanlar ve yırtıcı kuşlar ile karşılaşıyordu. Vucûdunda bir urperti meydana geldi. Korkmaya başladı. Her tarafı iyice aradı. Ama kimseyi bulamayınca, umîdi iyice azaldı ve korkusu şiddetlendi. Artık o guzel bahceyi, canını almak isteyen bir belĂ‚ gibi goruyordu. Bu sırada gonullerin sultĂ‚nı olan hocası Kayyûm-i Zaman'ı hatırladı. Kalbi ile ondan yardım ve imdĂ‚d istedi. O anda hocasını karşısında buldu. Kayyûm-i Zaman orada, bu talebesine; "Gozlerini yum!" diye emretti. Yumunca kulağına kĂ‚file arkadaşlarının sesleri gelmeye başladı. Gozlerini actığında kĂ‚filenin yanındaydı. Fakat hocası ortada yoktu. Allahu teĂ‚lĂ‚nın izni ve hocasının kerĂ‚meti ile bir anda oraya geldiğini anladı.

Kayyûm-i Zaman, Emk beldesinde, o memleketin kĂ‚dısının evinde misĂ‚fir bulunuyordu. O sırada kĂ‚dı evde yoktu. RamazĂ‚n-ı şerîf ayı idi. TerĂ‚vih namazı kılınıyordu. Âniden şehirde bir gurultu ve buyuk bir karışıklık meydana geldi. Bu karışıklık ve kavga sesleri, şehrin kĂ‚dısının evine yĂ‚ni Kayyûm-i Zaman'ın bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Bin kişi kadar olduğu tahmin edilen kalabalığın, kadının evini yağmaya geldikleri anlaşıldı. KĂ‚dının Ă‚ilesi ve yakınları bu hĂ‚li haber alınca, cok korkup uzulduler ve ağlamaya başladılar. Bu kalabalık eve yaklaşınca durakladı ve geri cekilmeye başladı. Sonra birbirine girdiler. Bircoğunun başının kesildiği goruldu. O memleketi terk edip gidinceye kadar karışık hĂ‚lleri devĂ‚m etti. Ortalık yatışınca onlara bu gerilemelerinin ve hezîmetlerinin sebebi sorulduğunda, dediler ki: "KĂ‚dının evine yaklaştığımızda, beyaz sakallı, heybetli bir zĂ‚t gorduk. Elinde oyle bir kılıc vardı ki, kime sallasa başını govdesinden ayırıyordu. Bu hĂ‚li gorunce can korkusundan geri cekildik. Coğumuz da o keskin kılıctan kurtulamayıp telef oldu. Kılıc sallayan zĂ‚tı iyice tĂ‚rif ettiklerinde, Kayyûm-i Zaman'ı gordukleri anlaşıldı.HĂ‚lbuki, kendisi o sırada, butun duşuncelerden arınmış olarak namaz kılıyordu.

Sûfî Abdullatîf isminde bir zĂ‚t şoyle anlatır: Kayyûm-i Zaman hazretleri KĂ‚bil'i teşrif etmişti. Huştî Koprusunun yanında, MirzĂ‚ Muhammed Âdil ismindeki bir zĂ‚tın evinde kalıyordu. Ayaklarında nikris denilen rahatsızlık vardı. Bu sebeble doktorlar soğuk su icmesini yasaklamışlardı. Bu yuzden yanında bulunanlar kendisine buzlu su getirmezlerdi. Kayyûm-i Zaman bir gun bu fakîre; "BĂ‚zı pınarlar vardır ki, suyu kardan daha soğuk olur. Bu yakınlarda boyle bir pınar biliyor musun?" buyurdu. "Buralarda oyle bir pınar yoktur efendim." deyince; "Gormeden cevap vermeyin, kalkın, arayın." buyurdu. Bu yakınlarda boyle bir pınarın bulunmadığı bilindiği hĂ‚lde emirlerine uyarak talebelerinden bir kısmı ile cıktık. Kapıdan cıkar cıkmaz bir pınar gorundu. Duvarın dibinde su kaynıyordu. Oraya yaklaşınca, bir su gordum ki, hakkında; "Sutten daha beyaz, baldan daha tatlı ve kardan daha soğuk." sozu soylenebilirdi. Bu duruma oradan gelip gecenler de şaşırdı. Once o sudan ben ictim. Sonra kabı doldurup huzûruna getirdim. Buralarda boyle bir suyun bulunmadığını, bu hĂ‚lin, kendilerinin tasarruf ve himmetleriyle olduğunu arz ettim. Sevindi ve Allahu teĂ‚lĂ‚ya şukreyledi. O pınara, "Nûr pınarı." ismini verdi. O pınar, o guzel hĂ‚liyle epey muddet aktı."

Bir zamanlar Hindistan'da buyuk bir kıtlık vĂ‚ki oldu ve uzun zaman devam etti. Aynı zamanda vebĂ‚ salgını da başgosterdi. Bircok kimse duĂ‚ etmesi icin huzûruna gelip; "Bu belĂ‚ ne zaman gececektir. Bu kıtlık ve bu vebĂ‚ salgınından insanlar ne zaman kurtulacaktır?" diye arz ettiler. "Sabrediniz!" buyurdu. Her ne zaman gokte bir bulut gorulse, insanlar Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelirler; "Havada bir başkalık var. AcabĂ‚ yağmur yağacak mı?" derler, ondan bir cevap beklerlerdi. Cevap olarak bĂ‚zan; "Bu bulut yağmur vermeden gecer." der, bĂ‚zan da; "Bu bulutta yağmur yok." derdi. Bir gun buyurdu ki: "Bakınız! Gokyuzunde bir bulut goruluyor," Oradakiler baktılar ve onceki bulutlara gore bunda da yağmur yok zannettiler. Buyurdu ki: "Bu, her tarafı yağmur ile dolduracak bir buluttur." Boyle derdemez o bulut buyudu, buyudu, her tarafa yayıldı. Gok gurultusunun ardından ruzgĂ‚r ile birlikte şimşek cakmaya ve gĂ‚yet şiddetli yağmur yağmaya başladı. Uc gun uc gece oyle devĂ‚m etti. Yağmur, Hindistan'ın her tarafına aynı şekilde yağdı. Allahu teĂ‚lĂ‚nın ihsĂ‚nı ve bu yağmur sebebi ile, kıtlık ve vebĂ‚ kalmadı.Sanki Hindistan yeni baştan tĂ‚zelenmiş gibi oldu.

Kayyûm-i Zaman hazretlerinin kıymetli oğlu Meyan Şeyh Ehlullah, sıtma hastalığına yakalanmıştı. Bir sene gectiği hĂ‚lde, iyileşmedi. Doktorlar Ă‚ciz kaldıklarını soylediler. Bu hastalık devĂ‚m ederken, birgun Kayyûm-i Zaman talebelerine buyurdu ki: "Oğlum Şeyh Ehlullah'ın hastalığı cok uzadı. Cok zayıf duştu. Ustelik gittikce ağırlaşıyor. Hastalığı kendime cekmem ve bundan sonraki ağrılarını benim yuklenmem îcĂ‚b ediyor." Bunu soyler soylemez oğlu tam sıhhate kavuştu. Kendisi ise iki sene kadar hasta yattı. Sonra iyileşti.

Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri zamĂ‚nında,Husrev Bek isminde hırsızlık ve dolandırıcılıkta meşhûr biri vardı. Bu, guclu kuvvetli olup, cok cesur ve yiğitti. Hırsızlık ve yankesicilikte zamĂ‚nın meşhûru idi. Bulunduğu yerin civĂ‚rındaki koylerde eziyet ve cefĂ‚sından kurtulmuş tek bir ev yoktu. BelĂ‚ kesilmediği ve ulaşmadığı yer yoktu. Bir ara Kayyûm-i Zaman hazretleri Meyve HĂ‚tun isimli bir koye gitmişti. Bu meşhûr Husrev Bek de oradaydı. Her nasılsa Kayyûm-i Zaman'ın ziyĂ‚retine gitti. Birkac gun sohbette bulundu. Geceleri, arkadaşları ile berĂ‚ber YĂ‚kûb TurkmĂ‚n koyunde kalırdı. O gunlerde koyun yakınındaki kervansaraya buyuk bir kervan gelmişti. Kervanda, Belh şehrinin buyuk tuccĂ‚rları vardı. Bu meşhûr hırsız, kervanın kervansaraya geldiğini haber alıp, bilhassa kervandaki tuccĂ‚rların mallarının cokluğunu ve bu arada cok kıymetli bir atın da bulunduğunu oğrenince, gece arkadaşları ile beraber kervansaraya doğru yola cıktı.Kervansaray gĂ‚yet muhĂ‚fazalı ve sağlamdı. Hırsızların reîsi olan Husrev Bek kimseye sezdirmeden kervansaraya girdi. Arkadaşlarını da dışarıda bıraktı ve doğruca o cok kıymetli atın bulunduğu yere gitti. Atı cozecekken at kişnedi. Kişnemeyi duyan atın sĂ‚hibi kalkıp atın yanına geldi. Hırsız da yakalanmamak icin, gorunmeyecek şekilde kendini yere attı. O kuytu yerde gizlenirken atın dizgininin daha sağlam olması icin sĂ‚hibi bir civi daha caktı. Caktığı civi hırsızın eline geldi. Hırsız butun ızdırĂ‚bına rağmen yakalanmamak icin sesini cıkarmadı.Boylece eli duvara mıhlanmış olan hırsız icin, artık kacıp kurtulmak ihtimĂ‚li de kalmamıştı. Orada sabaha kadar cok buyuk sıkıntılar cekti. Buna rağmen, bağırmıyor, soğukkanlılığını muhafaza etmeye calışıyordu. Fakat cok daralmıştı. Yaptığı işin kotuluğunu anladı. ÂdetĂ‚, kendi kendinden nefret etmeye başladı. "Bu belĂ‚dan kurtulursam ertesi gun Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gideceğim. Tovbe edip talebelerinden olacağım." diye duşundu. Tam bir Ă‚cizlik icinde ve buyuk bir samîmiyetle boyle duşunduğu icin, o anda Kayyûm-i Zaman'ı yanında gordu. Kayyûm-i Zaman o civiyi cıkardı. "Hadi git. Seni kurtardık." deyip gozden kayboldu. Husrev Bek buyuk bir ferahlık hissetti ve kervansaraya girdiği yerden dışarı cıktı. Arkadaşları ise hĂ‚lĂ‚ onu bekliyorlardı. Arkadaşlarına başından gecenleri anlatanHusrev Bek; "Ben Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gidip hırsızlıktan tovbe edeceğim ve kabûl buyurursa talebeleri arasına gireceğim." dedi. Arkadaşları da; "Hırsızlıkta bizim reîsimiz olduğun gibi, tovbede de reîsimiz olursun." diyerek tovbe ettiklerini bildirdiler. Boylece hırsız başı olan Husrev Bek ve butun arkadaşlarıKayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelip tovbe ettiler. Onun muhlis talebelerinden oldular. O ana kadar caldıkları malları mumkun olduğu kadar yerlerine sĂ‚hiplerine ulaştırdılar, yĂ‚hut helĂ‚llaştılar.

Bundan sonra bu buyukler yolunda ilerlemeye başlayıp, kısa zamanda yuksek dereceler, kemĂ‚l mertebeler elde eden Husrev Bek, hocası Kayyûm-i Zaman hazretlerinden hilĂ‚fet ve icĂ‚zet aldı. Hocası ona; "Fakîrullah" ismini verdi. Cok gayret gosterdi. Bircok kimse onun vesîlesiyle bu buyukler yoluna girdi. O diyarda bulunan insanlar, zamĂ‚nımıza kadar onun menkıbe ve fazîletlerini anlatmaktadırlar. Nitekim hadîs-i şerîfte; "CĂ‚hiliye zamanında seckin olanlarınız, İslĂ‚mda da seckinleriniz olur." buyrulmuştur.

Kayyûm-i Zaman hazretlerinin muhlis talebelerinden olan GulendĂ‚m isimli bir zĂ‚t şoyle anlatır: Şeytan bana cok musallat olur, luzumsuz hayal ve duşuncelerle beni meşgûl eder, kotu işler yapmam icin yol gosterirdi. Bir gece bu duşuncelere dalmışken, kalbime; "Sen Kayyûm-i Zaman'ın yuksek kapısına ulaşanlardansın. Ne icin hĂ‚lini o dergĂ‚hta hizmet gorenlere acmıyorsun. Acarsan bu belĂ‚dan kurtulursun." diye bir ses geldi. Bir gece teheccud namazı vaktinde hocamı yalnız bulup, hĂ‚limi arz eyledim. "Şeytan, sizden umîdini kesti" buyurdu. O gunden bu gune kadar seneler gecti de bir daha bana musallat olmadı. Hicbir şekilde, hicbir işime karışmadı. HattĂ‚ o zamandan beri ihtilĂ‚m bile olmadım."

Bir gun bir talebenin hanımı şiddetli bir hastalığa tutuldu. Olmek uzereydi. Talebe, Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelip, bu hastanın şifĂ‚ bulması icin duĂ‚ buyurmasını arz etti. Kayyûm-i Zaman; "Hic uzulme! Hastalığı gececek, sıhhate kavuşacaktır." buyurdu. Talebe sevinip hastasının yanına dondu. Fakat bir muddet sonra hastanın durumu ağırlaştı. Artık umîd kesilmişti. Bir gece can vermek uzereydi. Rûhunu can alıcı meleğe teslim edip, gozleri, elleri ve ayakları olulerdeki gibi oldu. Bu hali goren o talebe uzulerek, ağlayarak hocasının huzûruna geldi ve hastanın Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu soyleyip; "Mağfireti icin duĂ‚ buyurunuz efendim." dedi. O sıradaKayyûm-i Zaman hazretleri teheccud namazı icin kalkmıştı. Bu talebesine buyurdu ki: "O hasta olmemiştir." Talebe; "Efendim. Elleri ve ayakları duz ve hareketsiz duruyor. Gozleri de kapandı. VefĂ‚t ettiğini iyice anladıktan sonra huzûrunuza geldim." dedi. Kayyûm-i Zaman yine; "Mumkun değil olmemiştir." dedi ve yiyecek bir şeyler verip; "Gidin. Ne yapıp yapın. Ağzını acın ve bu yemeği ağzına koyun. Yaşadığından hic şuphe etmeyin." buyurdu. Talebe şaşkın bir vaziyette bildirileni yapmak uzere geri dondu. Hastanın yanına geldi. Ağzını zorla actı. Hocasından getirdiği yiyecek şeylerden ağzına koydu. Daha ağzına koyar koymaz, yemek o hanımın ağzında oynamaya, hareket etmeye başladı. Yemeği yuttu ve o olu hĂ‚li gecip yaşama emĂ‚releri gorulmeye başladı. Birden tam sıhhate kavuştu ve ac olduğunu bildirip corba istedi.

Kayyûm-i Zaman'ın talebelerinden birisi huzûruna gelip; "Efendim! Bizim bahcede bir ağac var. Meyve vermiyor." diye arz etti. O talebeye buyurdu ki: "AsĂ‚mı (bastonumu) al. O ağacın govdesine dokundur. İnşĂ‚allahu teĂ‚lĂ‚ meyve vereceğini umîd ediyorum. Hem de cok lezzetli meyveler verecektir." O talebe diyor ki: "AsĂ‚yı alıp ağaca dokundurdum. Allahu teĂ‚lĂ‚, hocamın o asĂ‚sının bereketiyle ağacı meyve ile donattı ve bu hal butun şehirde darb-ı mesel oldu. Herkes ondan bahsederdi.

Kayyûm-i Zaman'ın halîfelerinden Sûfî Abdullatîf-i KĂ‚bilî şoyle anlatır: UstĂ‚dım Kayyûm-i Zaman MuhammedSibgatullah hazretlerini cok gormek istiyordum. Bir gun bu arzum şiddetlendi.Kalbim yanıyor, yerimde duramıyordum. Ben KĂ‚bil'de, o ise, irşĂ‚d diyĂ‚rı olan mubĂ‚rek Serhend şehrindeydi. Yuksek babasıUrvet-ul-VuskĂ‚, HĂ‚ce Muhammed Hanîf-i KĂ‚bilî'nin dĂ‚veti uzerine bir anda Serhend'den KĂ‚bil'e gelip, yine bir anda geri donmuştu. Birden aklıma bu hĂ‚dise geldi. Hocam Muhammed Sibgatullah ki her hususta babasına uymuştu ve onun kemĂ‚lĂ‚tına kavuşmuştu. O hĂ‚lde Allahu teĂ‚lĂ‚nın izni ile o da bir anda gelebilirdi. Bu zavallı Ă‚şığı mubĂ‚rek yuzu ile şereflendirir ve bu arzu ateşime bir cĂ‚re bulurdu. Bu lutuf onun kerîmliğinden, iyilik ve ihsĂ‚nından beklenir, umîd olunur diye duşundum. Bu duşunceler icinde carşıya doğru gidiyordum. Âniden, karşımdan bana doğru yaklaştığını ve yuz yuze geldiğimizi gordum. Hemen ellerine kapandım. Bir muddet berĂ‚ber kaldık. Sonra gozumden kayboluverdi.

Berekat-ı Ma'sûmî kitabının yazarı olanSefer Ahmed şoyle anlatır: "Bir gun bu fakîr, Kayyûm-i Zaman'ın huzûrundaydım. Kendisine hizmet etmekle şerefleniyordum. O esnĂ‚da cok muşĂ‚hede ve hĂ‚llere kavuştum. Dekken beldesine gidince gonlume; "AcabĂ‚ bir daha hocamın yuksek huzûrunda bulunabilecek miyim?" Sohbet ve hizmetle şereflenebilecek miyim? Yoksa bir daha goremeyecek miyim?" gibi duşunceler geldi. O anda hocamı karşımda gordum. Bana; "Ebû Saîd Ebu'l-Hayr buyuruyor ki." diye başlayıp o yuksek velînin şu meĂ‚ldeki beytini okudu:

Bir kuş ki duşmuş idi, şu varlık tuzağına,
Ucup gitti, tuzaktan başka bir şey kalmadı.

Fakîr, bu şiirden vefĂ‚tının yaklaşmış olduğunu anladım. Cunku, sırları, gizli hĂ‚lleri, rumûz ve işĂ‚retlerle anlatmak, bildirmek Ă‚detiydi."

Serhendliler ile kĂ‚firler arasında bir harb olmuştu. Kayyûm-i Zaman cihĂ‚da gitmek istedi ise de yaşı cok ilerlemiş olduğundan gelmemesini ricĂ‚ ettiler. MuhĂ‚rebenin her iki tarafta da şiddetlendiği, kılıcların, okların, silĂ‚hların olum sactığı bir geceydi. Kayyûm-i Zaman merak edip durumu oğrenmek icin muhĂ‚rebenin yapıldığı yere doğru gitmişti. Bir ara ayakları kayıp yere duştu. Hizmetciler yetişip kendisini kaldırdıkları zaman vucûdunda kılıc yarsına benzer bir yara gorduler. Anlaşıldı ki harbeden muslumanlar arasına gitmiş ve orada yaralanmıştı. Daha sonra, boyle mi olduğu kendisine suĂ‚l edilmiş, o ise ses cıkarmamıştı.Yaptığı guzel ve faydalı bir işi hic soylemezdi. Bu yarayı muhĂ‚rebe meydanında aldığı anlaşıldı. KĂ‚firlerin pek kalabalık oldukları bu harpte, muslumanların imdĂ‚dına yetişmiş ve kĂ‚firlerin yenilmesine yardımcı olmuştu.

Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri, bu yarayla altı ay yattı. Acı ve ızdıraplar cekti. Sonra şehîdlik mertebesi ileAllahu teĂ‚lĂ‚ya kavuştu. Bundan sonra şehirdeki cemiyet, hattĂ‚ dunyĂ‚daki cemiyet bozuldu. YĂ‚ni o oyle yuksek, oyle ustun idi ki, vefĂ‚tı ile meydana gelen boşluk, duyulan huzun her tarafta anlaşılır, hissedilir oldu. 1710 (H.1122) senesinde Rebî'ul-Ă‚hir ayının dokuzunda bir CumĂ‚ gunu ikindi vaktinde vefĂ‚t etti. VefĂ‚tında seksen dokuz yaşındaydı. Onu cok sevenler, vefĂ‚t tĂ‚rihini bildirmek icin ebced hesĂ‚bı ile 1122'yi gosteren cok şiirler ve mısralar soylemişler, yazmışlardır.

Kayyûm-i Zaman hazretleri vefĂ‚t ettiği gun ikindi namazını kılmış, namazdan sonra Resûlullah efendimize yuz salevĂ‚t-ı şerîfe okumuştu. Bundan sonra rûhunu teslim etti.

Seksen yaşına yaklaştığında; "Allahu teĂ‚lĂ‚, seksen yaşındakileri Cehennem'den Ă‚zĂ‚d eyler." buyurdu. Seksen yaşını gectikten sonra Allahu teĂ‚lĂ‚nın rahmetinden daha fazla umitlendi. DĂ‚imĂ‚ hamd eder ve şehîd olarak olmeyi taleb ederdi. Bunun icin Allahu teĂ‚lĂ‚ ona şehîdlik mertebesini ihsĂ‚n etti.CenĂ‚ze namazında cok buyuk kalabalık vardı. Yuksek babası İmĂ‚m-ı Ma'sûm'un turbesinde medfûndur.

Kayyûm-i Zaman'ın; Şeyh Ebu'l-KĂ‚sım, Muhammed İsmĂ‚il, Şeyhullah ve Rahmetullah isimlerinde dort oğlu olup, oğullarının herbiri babalarından icĂ‚zet ve hilĂ‚fet almış, olgun ve yuksek velî idiler. Kayyûm-i Zaman'ın oğullarından başka bircok halîfeleri de vardı. BĂ‚zılarının isimleri şoyledir: 1) Ma'den-i CevĂ‚hir ve BerekĂ‚t-ı Ma'sûmî kitaplarının muellifi MeyĂ‚n Sefer Ahmed, 2) Şeyh Zeynel'Ă‚bidîn: MeyĂ‚n Fakîrullah BurhĂ‚npûrî ismi ile meşhûrdur. 3) Mîr Azîz, 4) Mîr Muhammed Ganî, 5) Ebû Nasr Sultanpûrî, 6) Muhammed Refî'ı KĂ‚bilî, 7) Abdullatîf-i KĂ‚bilî, 8) Şeyh Fakîrullah: YĂ‚kûb Turkman koyunden olup, onceki adı Husrev Bek idi. 9) HĂ‚fız Muhammed NizĂ‚m KĂ‚bilî, 10) Sûfî Elif-i Belhî, 11) Sûfî Muhammed KĂ‚bilî.

ODUN KÂFİ GELMEDİ

Daha yaşı cok gencken, babası İmĂ‚m-ı Ma'sûm hacca gidiyordu.Yanlarında talebelerinden bir kısmı ile Muhammed Sibgatullah da vardı. Muhammed Sibgatullah'ın yaşı cok genc olduğu icin, kĂ‚filede bulunanların ekmek ve su ihtiyaclarını temin etmek vazifesi ona verilmişti. Bir gun diğer hizmetcilerin başı, Muhammed Sibgatullah'a gelerek; "Etrafta calı, cırpı, odun gorunmuyor. Hamur hazır, fakat ateş olmadığı icin pişirip ekmek yapamıyoruz. Hamur olduğu gibi duruyor. Arkadaşların ise yemek zamĂ‚nı yaklaşıyor. Bu duruma bir cĂ‚re bulunuz." diye arz etti. Bu soz uzerine Muhammed Sibgatullah; "Hamuru buraya getirin." buyurdu. Hamuru getirdiler. Hamuru eline aldı. "Kimse gelmesin. Ben şu tumseğin arkasında pişirip getireyim." dedi ve gitti. Hemen başını actı. Bir parca hamur alıp başına koydu.Cabucak pişiverdi. Boylece butun hamuru ekmek yapmaya başladı. Arkadaşlarından biri, gideyim bakayım, ekmeği neyle pişiriyor deyip, yanına geldi. Vaziyeti gordu. O da başını kapadı ve hĂ‚lini ortmek istedi. Az bir hamur kalmıştı. Ekmeklerle ve az hamurla babasının yanına gelip; "Odun kĂ‚fi gelmedi, hepsini pişiremedim efendim!" deyince, kerĂ‚metler hazînesi yuksek babası tebessum ederek; "Şu arkadaş gelmeseydi, odun yetişecekti değil mi?" buyurdu.

ŞİFÂ OLAN YEMEK

Kayyûm-i Zaman hazretlerini sevenlerden bir zĂ‚t ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bir akşam şifĂ‚ya kavuşabilmek niyetiyle duĂ‚ istemek uzere, yuksek huzûruna geldi.Kayyûm-i Zaman o sırada yemek yiyordu. Hasta iceri girdiği zaman daha bir şey soylemeden, Kayyûm-i Zaman ona; "Bu yemeklerin hangisinden yemek istersin?" dedi. O da; "Hepsinden yemek isterim. Hepsini seviyorum. Ama ne yapayım ki, perhiz ediyorum." dedi. Hastayı muĂ‚yene edip, ilĂ‚c veren doktor da Kayyûm-i Zaman'ın sevdiklerindendi ve o sırada orada bulunuyordu. Kayyûm-i Zaman, doktora donerek; "Bu yemekler ona zarar verir mi?" dedi. Doktor; "Efendim, tıb bilgimize gore, bu yemekler bu hastaya zehir gibi gelir ve oldurur." diye arz etti. Bunun uzerine hastaya donup; "Bu yemeklerden yeyiniz. Sizin şifĂ‚nız bunlardadır." buyurdu. Hasta da tam bir iştah ile ve hocasının sozune sığınarak o ceşit ceşit yemeklerden doyuncaya kadar yedi ve Allahu teĂ‚lĂ‚nın izniyle hemen sıhhate kavuştu.

1) CÂmiu KerÂmÂt-il-EvliyÂ; c.1, s.204
2) Umdet-ul-MakÂmÂt; s.342
3) HadÂik-ul-Verdiyye; s.197
4) İslĂ‚m ÂlimleriAnsiklopedisi; c.17, s.107

__________________