EvliyÂnın buyuklerinden. Hindistan’ın BingÂl vilÂyetinin Mengelkût kasabasındandır. Kısa zamanda tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimlerin yanısıra, zamÂnın fen ilimlerini oğrendi.

Hamîd-i BingÂlî, memleketinden zÂhirî ilim tahsîli icin LÂhor’a gitmişti. İlim tahsîlinden sonra memleketine donerken EkberÂbÂd’da, onceden tanıştığı muftî MevlÂn AbdurrahmÂn ile buluşup, birkac gun, birlikte sohbet ettiler. Hamîd-i BingÂlî tasavvuf buyuklerinin yoluna onceleri hic inanmazdı. Muftî olan arkadaşı ile berÂber olduğu gunlerde, İmÂm-ı RabbÂnî hazretleri EkberÂbÂd’a gelmişti. MevlÂn AbdurrahmÂn'ın bulunduğu ve İmÂm-ı RabbÂnî’nin sevenlerinin oturduğu mahallede misÂfir olmuştu. Hamîd-i BingÂlî bu haberi duyunca, dayanamadı ve buyuk bir sıkıntı ile MevlÂnÂ’nın yanına gelip; “Bu mahalleden başka yere gidiyorum.” dedi. MevlÂnÂ; “Hayrola, neden îcÂb etti? Bu sıkıntının sebebi nedir?” diye sorunca, o da hazret-i İmÂm’ın ismini soyleyip; “Sizin yakınınıza geldiler. Ben onunla tanışırım. Gormeye gitmezsem olmaz, gidersem hic olmaz.” dedi. MevlÂnÂ; “Onlar buyukturler ve Âlimdirler. Nicin gormek istemezsin?” deyince, Hamîd-i BingÂlî; “Ben onu gormeye dayanamam.” dedi ve kapıdan cıkıp gitti. İki uc gun sonra Hamîd-i BingÂlî, MevlÂnÂ’nın evinde unuttuğu bir risÂlesini almaya gelmişti ki, biraz sonra İmÂm-ı RabbÂnî de oraya geldi. MevlÂnÂ, edebe riÂyeti yerine getirdi. Hazret-i İmÂm’ı karşıladı ve tam bir tevÂzu ile iceri aldı. Şeyh Hamîd’in yuzunun rengi değişti. Bu eve geldiğine bin pişmÂn oldu. Hazret-i İmÂm, MevlÂnÂ’ya hitÂben; “Size bir mesele danışmaya geldim.” buyurdu. O da; “ZÂtınıza gizli kalan hangi bir mesele olabilir?” diye arz etti. “Siz muftîsiniz, bunun icin size sorup amel etmek en ihtiyÂtlı yoldur.” buyurdu. GÂyet acık olan meseleyi goruştukten sonra, mubÂrek yuzunu Şeyh Hamîd tarafına donup; “Şeyh Hamîd Efendi! Siz burada mı idiniz?” buyurdu. Şeyhe bir iki nazar etti. Sonra kalktı. MevlÂnÂ, her ne kadar; “Hizmetciler sofra hazırladı, getiriyorlar.” dediyse de, kabûl buyurmadı. MevlÂn dış kapıya kadar onları uğurladı. Bundan sonrasını MevlÂn AbdurrahmÂn şoyle anlattı: “İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin peşinden Hamîd-i BingÂlî de dışarı cıktı. O inkÂr ve nefrette olan Şeyh Hamîd, hazret-i İmÂm’ın arkasından ağlayarak, kavrularak, gozunden yaşlar akıtarak, dervişler gibi duşe kalka gidiyordu. Hazret-i İmÂm ise, ona donup bakmıyordu bile. NihÂyet hazret-i İmÂm kaldığı eve girdi. Şeyh, onların kapısı onunde hayrÂn ve perişÃ‚n halde el bağlamış, başını onune eğmiş bir halde durdu. Bir muddet sonra, İmÂm-ı RabbÂnî, o kendine cektiği Hamîd-i BingÂlî’yi husûsî odasına cağırdı ve sohbette bulundu. Gittikleri yolun husûsiyetlerini anlattı. EvliyÂlık makamları onu oyle kapladı ki, hallere gomulup, dostlardan ve tanıdıklardan tamÂmen kesildi. Birkac gun sonra, hazret-i İmÂm memleketleri olan Serhend’e hareket etti. Şeyh yaya olarak gayr-i ihtiyÂrî, gonlunu caldırmış bir halde hazret-i İmÂm’ın peşi sıra gitti.

Hazret-i İmÂm’ın eshÂbının bÂzıları dediler ki: “Hazret-i İmÂm’ın, MevlÂn AbdurrahmÂn'ın evine teşrîfi, belki EkberÂbÂd’a gelişleri, sırf Şeyh Hamîd’i bozuk îtikÂdından kurtarmak icindi. Zîr buna memur idiler.” MevlÂn AbdurrahmÂn diyor ki: “Hazret-i İmÂm’ın Şeyh Hamîd uzerindeki bu tasarrufunu gormekle, benim ihlÂs ve îtikÂdım kuvvetlendi.” Ne zaman MevlÂnÂ’ya, hazret-i İmÂm’ın kerÂmetleri sorulsa, hep bu hÂdiseyi anlatırdı.

Ondan sonra Hamîd cezbe ve sulûk makÂmlarında ilerleyerek, vilÂyet derecesine kavuştu ve icÂzetle şereflendi. Doğru yolu bildiren Âlimler arasında, icÂzet verilip, gonderilen talebeye hırka vermek Âdet olduğundan, Hamîd-i BingÂlî ayrılırken, hazret-i İmÂm’dan teberruken, kullandıkları bir şey istedi. Onlar da istediğini verdiler. Hamîd verileni operek, huzûrundan ayrıldı. Teşyî etmeye (uğurlamaya) giden ahbabları dediler ki: “Hamîd-i BingÂlî o hediyeyi sarığına sarıp başına tÂc eyledi. Bu şekilde memleketine gitti.” MısrÂ:

Bir toprak ki, yÂr ilinden başa gelir,
Benim icin yuz taştan da iyidir.

Memleketine gidince, hocasının hediyesi icin kucuk bir oda ayırdı. İhtiyac sÂhipleri, hastalar, dertliler bunu duyunca, dermÂn icin oraya koştular. Memleketin her tarafından, hastalara şif icin, huzûruna su kabları getirirlerdi. Şeyh hocasının hediyesinin ucunu suya sokar ve suyu onlara verirdi. İnsanlar şif bulurlardı. Hasta olum hastası ise suya sokar sokmaz su kabı kırılırdı. Bu cok tecrube edilmiştir.

Hamîd-i BingÂlî hayatta olduğu muddetce bu hÂl uzere devÂm etti. VefÂtından sonra, Hamîd’in kabri uzerine turbe yapıp, hocasının hediyesini, onun duvarındaki gomme dolaba koydular. Eskisi gibi ihtiyac sÂhipleri ve hastalar oraya geldi ve maksadlarına kavuştular.

Hamîd-i BingÂlî, dînin emirlerine oldukca dikkat eder, haramlardan sakınır, şupheli korkusuyla mubahların fazlasını dahi terk ederdi. KanÂat ve tevekkul hÂli kelimelerle ifÂde edilemeyecek derecedeydi. Hocası olan İmÂm-ı RabbÂnî’ye iki sene tam bir teslîmiyetle hizmet ederek, icÂzet almakla şereflendi. Hocasının emri ile memleketi olan BingÂl’e gitti. Orada zÂhirî ilimlerde muderris, kalb ve tasavvuf ilimlerinde yol gosterici oldu. 1640 (H.1050) senesinde BingÂl’de vefÂt etti.

İMÂM-I RABBÂNÎ’NİN KERÂMETİ

HadarÂt-ul-Kuds kitabının sÂhibi Bedreddîn Serhendî şoyle anlatır: Kendisine mektup yazıp; “Hazret-i İmÂm’ın menkıbelerini kitap hÂline getiriyorum. Onlardan sonra halîfelerini de yazacağım. Sizin de şÃ‚hid olduğunuz menkıbe ve kerÂmetlerini yazınız, kendi hÂlinizi de anlatınız ve hazret-i İmÂm’ın size verdikleri icÂzetnÂmenin sûretini gonderiniz.” dedim. Şeyh cevÂbında şu mektubu gonderdi:

“Allahu teÂl sizi belÂlardan korusun ve kendinden başka şeylerden uzaklaştırsın. Bu duÂmı Resûl-i ekremin ve Âlinin hurmetine kabûl buyursun! Kıymetli mektûbunuzu okudum. İcindekileri anladım. Cok iyi bir işe niyet etmiş ve başlamışsınız. CenÂb-ı Hak hayırla bitirmek nasîb etsin! Bu fakîre; “Hazret-i İmÂm’ın hÂl ve kerÂmetlerinden hatırınızda bulunanları yazın.” diyorsunuz. İyice bilmiş olunuz ki, hazret-i İmÂm, MektûbÂt ve risÂlelerine yazmadık bir hÂl ve makÂm bırakmadı. Bu sermÂyesi az fakîr, ne yazsam, ne soylesem hepsini yazmışlardır. ÂyÂn olanı beyÂna hÂcet yoktur. Bu fakîrin hallerini anlatmaya, yazmaya gelince, hazret-i İmÂm’ın ve diğer eshÂbının makÂm ve halleri yanında yazılmaya değer onemli bir şeyi yoktur. zerre, ne kadar yuksekten ucsa guneşin yanına yaklaşamaz. İcÂzetnÂmeyi istemiştiniz, gonderiyorum. Allah yolunda olanlara selÂm olsun.” Mektubun arkasına; “GÂibÂne muhlis Sofî Hamîd.” diye yazdı. İcÂzetnÂmesi şudur:

“Allahu teÂlÂya hamd, Resûlune salÂt-u selÂmdan sonra, Allahu teÂlÂnın rahmetine muhtac, Ahmed bin Şeyh Abdulehad FÂrûkî Serhendî Muceddîdî der ki: “Âlim, sÂlih, sıddîk, dînin, tarîkatin ve hakîkatın ilimlerini kendinde toplayan, kardeşim Şeyh Hamîd-i BingÂlî (Allahu teÂl sevdiği ve beğendiği şeyleri ona ihsÂn eylesin) sulûk konaklarını gecip, cezbe ile urûc eyleyip (yukselip) vilÂyet derecelerine kavuşunca ve başlangıca yerleştirilen sondakiler, kendisinde hÂsıl olunca, istihÂreden ve Allahu teÂl tarafından izin verildikten sonra, doğru yolda olmak isteyen ihlÂslı talebelere buyuklerimizin yolunu tÂlim icin izin ve icÂzet verdim. Allahu teÂlÂdan, onu, kotuluklerden ve ayıblardan korumasını ve Resûlullah’a mutÂbaatte istikÂmet uzere bulundurmasını niyÂz ederim.”

Hamîd-i BingÂlî, bu icÂzetnÂmenin sûretinin kenarına; “Bu sûret, ilim deryÂsı hocamın yazdığı aslına tamÂmen uygundur.” diye yazdı.

1) HadÂrÂt-ul-Kuds; s.314
2) Tezkire-i İmÂm-ı RabbÂnî; s.330
3) Zubdet-ul-MakÂmÂt; s.354
4) İslÂm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.266

__________________