Şeyh Fethullah Verkanisî k.s.

Ali Yurtgezen | Kasım 2013 | GENEL

Şeyh Fethullah hazretleri, “ÂdÂb” kitabında da belirttiği gibi tasavvuf terbiyesini ihlÂsı elde etmenin vasıtası olarak gorur, bunun icin de ruhsat ve bid’atlerden kacınarak Şeriat-ı Muhammediyye’ye uymak ve kalpten gafleti uzaklaştırmak gerektiğini soylerdi. Ona gore Nakşibendî tarikatı Sunnet’e ittiba ile gafletten kacınmaktan ibaretti.
Edep şahı
Aslen Mardinli olan ve Hz. Omer r.a.’in neslinden gelen ailesi once Siirt’in Baykan ilcesine, sonra da bu ilceye bağlı Verkanis koyune yerleştiği icin Verkanisî nisbesiyle anılan Şeyh Fethullah hazretleri, ilim tahsiline erken yaşlarda başladı. Varlıklı bir aileye mensup olmasına rağmen ticarete değil, ilme meyletmişti. O donem yaşadığı cevredeki hemen her yerleşim merkezinde bulunan medreselere devam ederek zÂhir ilimlerini oğrendi. Son derece zeki ve azimli bir talebeydi. Hadis, tefsir, fıkıh ilimlerinde temel kaynak sayılan butun kitapları ezberlemiş, bu ilimlerde her soruya cevap verebilen bir alim olmuştu.
Medrese tahsilini tamamladıktan sonra aldığı icazetle genc bir muderris olarak Muş’un Bulanık ilcesine bağlı, şimdiki adı Esenlik olan Abri koyunun medresesine tayin edildi. Eskiden beri tasavvufa ilgi duyardı. Bu ilgi muderris olduktan sonra da artarak devam etti. ZÂhir ilimlerinde ilerledikce bÂtın ilmini bir murşid-i kÂmile bağlanmadan oğrenemeyeceğini anlıyordu. Boylece bir murşid-i kÂmile bağlanma arzusuyla arayış icine girdi. Etrafta olup bitenlere dikkat kesiliyor, konuşulanlara kulak veriyor ve hemen herkesin Gavs-ı Hizanî’den bahsettiğini duyuyordu.
Nasibini ararken
Bir ara Gavs-ı Hizanî Seyyid Sıbgatullah Arvasî hazretlerinin Bitlis’e geldiğini, birkac gundur orada kaldığını oğrendi. Şeyh Fethullah’ın annesi Bitlis’te oturuyordu. Bu saliha hanım Bitlis’e gelen her Allah dostunu muhakkak ziyaret ederdi. Hem annesini gormek, hem de Gavs-ı Hizanî hakkında ondan bilgi almak icin Abri’den Bitlis’e geldi. Validesinin elini oper opmez, “Anacığım, Hizan Şeyhi buraya gelmiş, onu ziyaret ettin mi?” diye sordu. Evet, annesi bu buyuk zatı ziyaret etmiş, şimdiye kadar sohbetine katıldığı diğer şeyhlere nazaran ondan daha cok etkilenmişti. Halbuki Gavs-ı Hizanî uzun uzun konuşmamış, sadece “Kim ne biliyorsa, bildiği kadarıyla da olsa amel etsin.” buyurmuştu. Ama bu soz annesini değiştirmeye yetmiş, onu sunnetlere titizlikle riayet eder hale getirmişti.
Fethullah Verkanisî Abri’ye dondukten sonra yalnızca Gavs-ı Hizanî’yi duşunur oldu. Kendi kendine “Aradığım murşid-i kÂmil, bir cumlesiyle insanların halini değiştiren bu zat olmalı.” diyordu. Ona ulaşmak icin fırsat kollamaya başladı.
Medresedeki talebelik yıllarından tanıdığı ve Gavs’ın bağlılarından olan bir arkadaşının Seyyid Sıbgatullah hazretlerini ziyaret edeceği haberini aldı. Onunla beraber gitmek istediyse de arkadaşı, Gavs-ı Hizanî’nin hasta olduğunu, vasiyet etmek uzere yalnızca talebelerini cağırdığını soyleyerek Fethullah Verkanisî’yi goturmedi. Fakat ona Gavs’ın halifesi Abdurrahman Tağî’den bahsetti. Abdurrahman Tağî’nin ismini kendisi de duymuştu. Ancak Gavs-ı Hizanî’ye bağlanmayı duşunurken onun henuz irşada bile başlamamış olan halifesine gitmek hususunda tereddut ediyordu. Bir zaman daha işi oluruna bırakmayı uygun gordu. Yolu Abri’ye duşen yahut yakın koy ve kasabalardan gecen murşitleri ziyaret ediyor, onların sohbetlerine katılıyor, bir işaret bekliyordu.
İşaret geliyor
Beklediği işaret, Seyyid TahÂ-yı Hakkarî’nin halifelerinden Şeyh Muhammed Kufrevî hazretlerini ziyarette, onun bir sohbeti esnasında geldi. Şeyhi dinlerken birden bir istiğrak hali ile gozleri kapanmış, kendinden gecmişti. Uykuyla uyanıklık arasında kıyametin koptuğunu, insanların dehşet icinde oradan oraya koşuştuklarını gordu. Şeyh Kufrevî o kargaşa icinde elinden tutmuş, kendisine cennete giden yolu tarif ediyordu. Gozlerini acınca bunun manevi bir hal yahut ruya olduğunu anladı. Bu sırada Kufrevî hazretleri ona dondu, hicbir şey sormadan, “Abdurrahman Tağî’ye git!” buyurdu. “Abdurrahman Tağî’ye git ve gorduklerini ona anlat!”
Daha sonra gorduğu ruyalarda da aynı işareti alınca yola duştu. Abdurrahman Tağî hazretlerinin huzuruna gelerek tabi oldu. Abdurrahman Tağî, Gavs-ı Hizanî’den emaneti devralıp Nurşin’de irşat halkasını kurunca, uzerine titreyediği bu talebesine kısa zamanda seyr u sulûkunu tamamlatarak hilafet verdi. Onun Fethullah Verkanisî’ye gosterdiği ozel ilgi, bir mektubunda da belirttiği gibi sadece kendi tasarrufu değildi. Yolun buyukleri boyle ilham etmişler, gelecekte emaneti yukleneceği bildirilen bu gence daha fazla ozen gostermesini istemişlerdi. Abdurrahman Tağî hazretleri de SÂdÂt silsilesiyle gelen manevi feyz ve marifeti oncelikle onun goğsune aktarmıştı. Kızı Tayyibe Hanım’ı bu halifesiyle evlendirmiş, oğlu Muhammed Ziyauddin’i yetiştirmek uzere ona havale etmişti. Vefatından hemen once de butun bağlılarını Şeyh Fethullah Verkanisî’ye ısmarlamıştı.
Şeyh Fethullah irşat faaliyetinde bulunduğu her yerde muderrisliğinin etkisiyle zÂhir ilimlerini de oğretti. Sofilerin ozellikle fıkıh oğrenmelerine cok onem veriyordu. Seyda-i Tağî’nin vefatından sonra epey bir muddet Nurşin dergÂhında kaldı. Muhammed Ziyauddin’i yetiştirip ona, “Sana verebileceğim her şeyi verdim. Artık babanın makamına gec ve irşada başla.” diyerek Nurşin’den ayrıldı. Once Pirnaşin koyune taşıdı dergÂhını, omrunun sonlarına doğru da Bitlis’e yerleşti.
‘ÂdÂp’ kitabı
İrşada başladığı ilk yıllarda murşidi Seyda-i Tağî’nin emri uzerine koy koy dolaşan Şeyh Fethullah Verkanisî, gittiği her yerde tasavvuf zannedilen bid’atlerle karşılaşıyordu. Doğu ve Guneydoğu Anadolu’da tasavvuf anlayışı ve usulleri coğalmış, tarikatler yaygınlaşmış, fakat bu durum bir seviye kaybını beraberinde getirmişti. Bolgenin aşiret ağırlıklı yapısı ve aşiretler arasındaki duşmanlıklar sebebiyle, tasavvufî tercihler zaman zaman catışmalara gerekce olarak gosteriliyordu. Tarikatlerin coğalarak sıradanlaşması, sofilerin ÂdÂba aykırı tutum ve davranışlarını neredeyse normalleştirmişti.
Seyda-i Tağî de bu durumdan şikayetciydi. Bazı sohbetlerinde Şeyh Fethullah’a doner, “Keşke Kur’an ve Sunnet olculerini esas alarak tasavvufu ve sofilerin yanlış anladığı konuları anlatan bir kitap yazsan…” temennisinde bulunurdu. Şeyh Fethullah kendisinin de fark ettiği bu ihtiyaca cevap vermek uzere oğlu Şeyh Alaeddin Farukî hazretlerini gorevlendirdi. Alaeddin Farukî, babasının yaptığı sohbetlerden notlar alarak, yazdığı mektuplardan faydalanarak, “ÂdÂb-ı Fethullah” adı verilen bir risale derledi. Abdurrahman Tağî hazretleri, incelemesi icin kendisine sunulan bu risaleyi okumuş ve “Eğer bu kitabı ben yazsaydım, belki bir iki kelime değişikliği ile aynısı olurdu.” buyurmuştur.
Zaten rabıta gibi, zikir gibi yolun amelleriyle ilgili bahisler haric, kitabın ağırlığını teşkil eden ÂdÂp kısmını Seyda-i Tağî hazretleri “El-Hadikatu’n-Nediyye ve’l-Behcetu’l-HÂlidiyye” adlı bir eserden daha once kendisine okutmuştu. Şeyh Muhammed b. Suleyman el-Bağdadî’nin yazdığı ve Halidîliğin temel kaynaklarından sayılan bu eserde anlatılan edepler, “Âdab-ı Fethullah”ta daha anlaşılır hale getirilmiş, muridin murşidi karşısında, diğer muritlerin yanında ve toplum icinde nasıl davranması gerektiği maddeler halinde sıralanmıştı.
Sofilerin babası
Şeyh Fethullah hazretleri, “ÂdÂb” kitabında da belirttiği gibi tasavvuf terbiyesini ihlÂsı elde etmenin vasıtası olarak gorur, bunun icin de ruhsat ve bid’atlerden kacınarak Şeriat-ı Muhammediyye’ye uymak ve kalpten gafleti uzaklaştırmak gerektiğini soylerdi. Ona gore Nakşibendî tarikatı Sunnet’e ittiba ile gafletten kacınmaktan ibaretti. Seyda-i Tağî’nin vefatından sonra on uc yıl suren irşat hayatı boyunca bağlılarına bunun nasıl yapılacağını oğretti. Gittiği her yerde edep uzerinde cok duruyor, ÂdÂba riayet etmeden yol alınamayacağını hatırlatıyordu. O da yolun diğer buyukleri gibi istikametin onemine dikkat cekerek insanları keşif ve keramet arayışından uzak tutmaya calıştı. Bu konuda “Şeriata uymayan keşiflere zaten itibar edilmez. Sahih olmaları halinde de bunlar uzerine hukum bina edilemez.” buyururdu.
Omrunun son aylarında vefat edeceğini sezmişti. Bir yandan ahiret yolculuğu icin hazırlıklarını yapıyor, diğer yandan hastalığının verdiği ızdırapları dindirmek icin siyer okuyordu. Hz. Peygamber s.a.v.’in muhabbeti butun dertlerini unutturuyordu ona. Bu sebeple İmam-ı KastalÂnî’nin, Efendimiz s.a.v.’in hayatı ve şahsiyetine dair meşhur eseri “MevÂhibu’l-Ledunniyye” ile meşgul oluyordu.
Son zamanlarında vasiyet icin oğullarını yanına cağırdı. Onların ağlayıp uzulduğunu gorunce:
– Ağlamayınız! Allah TeÂla hastalığıma şifa verirse babanız benim. Eğer şifa bulamazsam, babanız Muhammed Ziyauddin’dir, buyurdu.
Boylece onları murşidinin evladı, kendisinin de hem talebesi hem halifesi olan Muhammed Ziyauddin hazretlerine emanet etti. Oğullarına manevi nispetin maddi babalıktan once geldiğini daha evvel oğretmişti. Sık sık onlara Bilal-i Habeşî r.a. ve Selman-ı Farisî r.a. hazretlerinin manevi yakınlıkla Ehl-i Beyt’ten sayıldığını, Peygamber s.a.v.’in amcası olan Ebu Talib’in ise Ehl-i Beyt’in dışında kaldığını anlatırdı. Kendisi de hayatı boyunca bağlılarını evladı gibi bildi. 1899’da Bitlis’te Hakk’a yuruduğunde arkasında Ehl-i Beyt cizgisinde yuruyen on binlerce evlat bırakmıştı. Bundan sonra onlar da Muhammed Ziyauddin hazretlerinin kılavuzluğunda aynı cizgide yurumeye devam edeceklerdi.
__________________