Uzunca boylu, buğday tenli, gokcek yuzluydu. Sakalı buyukce boynu uzuncaydı. Boynu nur gibi parlardı. Mehabetliydi. Tatlı dilli ve guzel sozluydu. Halk icinde bulunduğu sırada bile gonlu Hakk ile meşguldu. Turk illerinin saygın murşidiydi.

ŞÂH-I NAKŞİBEND VE NAKŞİLİK:


NAKŞİBENDİ YOLUNUN ONBİR KURALI

ŞĂ‚h-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar "HĂ‚cegĂ‚n Yolu" olarak anılan tarikatı "Nakşbendî" yapan kolbaşı. Veliler serdĂ‚rı bir ulu. Adı Muhammed BahĂ‚uddin b. Muhammed, nisbesi el-BuhĂ‚rî. BuhĂ‚rĂ‚ yakınındaki Kasr-ı Ă‚rifĂ‚n'dan. Burasının eski adı Kasr-ı HinduvĂ‚n. Kendilerine nisbetle "Arifler koşku" anlamına Kasr-ı Ă‚rifĂ‚n denildi. "Nakşbend" lĂ‚kabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın "hafi zikir" ve "rabıta"yı esas almış olmasından kaynaklandığı soylenmektedir. Cunku "Nakşbend" "Nakışcı, nakışbağı" anlamlarına gelmektedir. Başındaki "ŞĂ‚h" kelimeside "Gonul Sultanı" anlamına bir saygı ifadesidir.

ŞĂ‚h-ı Nakşbend, 718 Muharrem'inde (1318 Nisan'ında) Kasr-ı HinduvĂ‚n'da doğdu.

Hace Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri'nin Soy Zinciri
"Muhammed Bahauddın en-Nakşibend, Onun babası Seyyid Muhammed, Onun babası Seyyid Muhammed Celaluddın, Onun babası Seyyid Burhanuddın,
Onun babası Seyyid Abdullah, Onun babası Seyyid Zeynul'abidın, Onun babası Seyyid Kasım, Onun babası Seyyid Şa'ban, Onun babası Seyyid Burhanuddin, Onun babası Seyyid Mahmud, Onun babası Seyyid Balak, Onun babası Seyyid
Takı Sofi-i Halveti, Onun babası Seyyid Fahruddin, Onun babası Seyyid Ali Ekber, Onun babası Seyyid imam Hasan Askeri, Onun babası Seyyid imam Ali
Nakı, Onun babası Seyyid imam Muhammed Takı, Onun babası Seyyid imam Ali Rıza, Onun babası Seyyid imam Musa Kazım, Onun babası Seyyid imam Ca'fer-i Sadık, Onun babası Seyyid imam Muhammed Bakır, Onun babası Seyyid imam Zeynul'-abidin, Onun babası Seyyid imam Huseyn, Onun babası Seyyiduna imam Ali el-Murtaza."

Bu yıllar Osmanlı Devleti'nin kuruluş yılları. ŞĂ‚h-ı Nakşbend'in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, BuhĂ‚rĂ‚yı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve tĂ‚r u mĂ‚r etti. Bundan sonra BuhĂ‚rĂ‚, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir cok defa el değiştirerek siyasi acıdan tam bir keşmekeş icinde kaldı. Bahaûddin BuhĂ‚rî'nin doğduğu zaman BuhĂ‚rĂ‚, İran Moğolları ile muttefikleri Cağatay hĂ‚nedĂ‚nının elindeydi.

ŞĂ‚h-ı Nakşbend hazretlerinin ilk ustadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba SimĂ‚sî'dir. Kendisinin doğumunu "Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor" diyerek mujdeleyen ve onu uc gunluk bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir KulĂ‚l'e havale eden, odur. Ancak seyr u sulûkunu yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı murşidi, Emir KulĂ‚l hazretleridir.


DÎNÎ İLİMLERLE MEŞGULİYETİ

ŞĂ‚h-ı Nakşbend hazretleri, maneviyat yoluna girmeden once bir sure dînî ilimler tahsili icin Semerkand'a gitti. Onsekiz yaşında Semerkant'taki tahsilini tamamlayarak memleketine dondu ve evlendi. Evlenmesinden bir sure sonra ilk şeyhi SimĂ‚sî vefat etti. Bu arada Kasr-ı HinduvĂ‚n'a gelen Emir KulĂ‚l, BahĂ‚eddin'e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun manevi eğitimiyle meşgul olmaya başladı. Şeyhiyle birlikte Nesef'e giden BahĂ‚eddin BuhĂ‚rî yedi yıl kadar orada kaldı.

AbdulhĂ‚lik GucduvĂ‚nî zamanında gizli zikre onem veren "HacegĂ‚n yolu"nda Mahmud İncir Fağnevî ile cehri zikir, hafi ile birleştirildi. ŞĂ‚h-ı Nakşbend hazretleri gizli zikre olan meyilleri sebebiyle bir bakıma AbdulhĂ‚lik GucduvĂ‚ni'nin uveysi muridi oldu. O'nun vaz' ettiği esaslar cercevesinde ve ondan aldığı ruhani uveysi terbiye dairesinde yetişti. Muridinin halindeki farklılığı sezen ve onun cehri zikre katılmayışı dolayısıyla muridlerinin tepkisini bilen Emir KulĂ‚l, bir muddet sonra ona: "Şeyhim Muhammed Baba SimĂ‚sî'nin senin yetişmen konusundaki emirlerini yerine getirdim. Goğsumde ne varsa sana aktardım. Ama senin himmet kuşun beni gecti. Artık kemĂ‚l semasında dilediğiniz gibi ucmağa tarafımdan mezunsun" diyerek icazet verdi. SuhĂ‚r'da bir mescid inşası sırasında beşyuz muridin huzurunda gercekleşen bu icazetten sonra ŞĂ‚h-ı Nakşbend, oradan ayrıldı. Emir KulĂ‚l'in halifesi Arif DikgirĂ‚ni'nin dergahında yedi yıl sohbetine katıldı. Bunun ardından on iki yıl kadar Yesevî şeyhlerinden Kusem Şeyh ile Halil AtĂ‚'nın sohbetlerinde bulundu. Bir ara hukumdar olan Şeyh Halil AtĂ‚'nın bertaraf edilmesinden sonra cok uzulen BahĂ‚eddin Nakşbend, dunya işlerinden busbutun soğuyarak BuhĂ‚rĂ‚ koylerinden Ziverton'a yerleşti. MevlĂ‚nĂ‚ BahĂ‚eddin KışlĂ‚kî'den hadis okuyan BahĂ‚eddin Nakşbend'in Herat, Merv, Nişabur beldelerine muhtelif seyahatleri oldu. Daha şeyhinin sağlığında irşada mezun olduğu icin etrafında geniş bir murid ve muhib kitlesi oluşmuştu.

Şeyhi Emir KulĂ‚l vefatı sırasında (771/1370) muridlerine Muhammed BahĂ‚eddin'e bağlanmalarını vasiyet etmişti. Uc defa hac maksadiyla Hicaz'a gitti. Son haccında halifelerinden Muhammed PĂ‚rsĂ‚'yı muridleriyle Nişabur'a gonderdi. Kendisi Herat'a giderek orada bulunan Zeyneddin Ebû Bekir TĂ‚yibĂ‚dî ile uc gun sureyle sohbetlerde bulundu ve Nişabur'da bulunan Muhammed PĂ‚rsĂ‚ ve diğer ihvanına yetişti. Hac donuşu Bağdad ve Merv'e uğrayan Şah-ı Nakşbend, daha sonra BuhĂ‚rĂ‚'ya geldi ve vefatına kadar irşad hizmetini orada surdurdu. Bir ara Herat hukumdarı Muizzuddin Huseyn tarafından hediyyeler gonderdilerek Herat'a davet edildi. Bu goruşme sırasında Sultan'a pek iltifat etmemesi, onun halk nezdindeki "ŞĂ‚hlığını" yani gonuller sultanı olma ozelliğini daha da artırdı. BuhĂ‚rĂ‚'nın ilim ve irfan cevrelerinde gorduğu husn-i kabul ve saygı, ilmini ve tasavvufî kişiliğini gostermektedir. 791/ 1389 yılında doğdukları Kasr-ı Ă‚rifan'da 73 yaşında hastalandı ve bir sure sonra Hakk'a yurudu.

Zamanın Bereketi, Uzlet Ehlinin Kutbu olan Abdulkuddus Hazretleri buyurmuşlardır ki:
Bizim Hocamız Muhammed Bahauddın Hazretleri'ni kabr-i şeriflerine koyduklarında, "Kabir, cennet bahcelerinden bir bahcedir" hukmuyle mubarek yuzleri tarafından cennetten bir pencere acıldı ve iki melek cıkageldi. Selam vererek: "Lutuf ve keremi yuce olan Allah Teala bizi, şu kadar binlerce sene evvel sizin icin yarattı. Ta o zamandan beri biz, sizin hizmetiniz icin hazırlandık, bekliyoruz" dediler. Bunun
uzerine Hace Hazretleri: "Benim, Yuce Rabbim ile Ruhlar aleminde; O'nun Eşsiz Cemaliyle şereflenmedikce ve bana bağlanıp hak sozu benden işiterek
onunla amel etmiş olanlara şetaat etmedikce hicbir şey ile meşgul olmamak uzere sozleşmem vardır"
diye cevap verdi. Bunun uzerine; Hak Teala tarafından meleklere, geri donmeleri ve cennette beklemeleri ferman buyuruldu.

Hakkında yazılan eserlerden Enîsu't-tĂ‚libin'in verdiği bilgilere gore Hakim Tirmizi'nin eserlerini okumuş ve fikri olgunluğa o eserler sayesinde ermiştir. Hatta yirmi iki yıldan beri onun tarikında olduğunu soylediği kaydedilmektedir. Bu ifadeler, O'nun tasavvufun amelî ve Ă‚hlakî tarafından başka, fikri tarafıylada ilgili bulunduğunun delilidir.

Hace Nakşibend Hazretleri'nin Tarikat Silsilesi
1 -Seyyiduna ve Seyyidu'ı-Alemin Hazret-i Muhammed Mustafa (SAV.)
2 -Seyyiduna ve Seyyidu'I-Umme Ebu Bekri Sıddik-Ekber
3 -Selmanel-Fartsi
4 -Kasım bin Muhammed bin Ebi Bekri-Sıddık
5 - Eş-Şeyh imam Ca'fer-i Sadık
6 - Eş-ŞeyhEbuYezid-i Bistami
7 - Eş-Şeyh Ebu'I-Hasan el-Harkani
8 - Eş-Şeyh Ebu Ali Farmedi et-Tusi
9 - Eş-ŞeyhYusuf Hemedani
10 -Eş-Şeyh Hace-i Hacegan Abdulhalık Gucduvani
11 -Eş-Şeyh Arifer-R'ıvgiri
12 -Eş-Şeyh Mahmud el-Fağnevi
13 -Eş-Şeyh Ali er-Ramiteni
14 -Eş-Şeyh Muhammed Baba-yı Semması..
15 -Eş-Şeyh es-Seyyid Emir Gulal en-Nesefi
16 -Eş-Şeyh es-Seyyid Hace Muhammed Bahauddinen-Nakşibend

Hace Nakşibend Hazretleri'nin, "İmam Ca'fer-i Sadık ve Şeyh Ebu Ali Farmedi" vasıtalarıyla Peygamber Efendimiz'e ulaşan ikinci bir silsilesi vardır:
Eş-Şeyh Ebu Ali Farmedi-i Tusi
Eş-Şeyh Ebu'I-Kasım Gurgani
Eş-Şeyh Ebu Osman Mağribi
Eş-ŞeyhEbu Ali Katib
Eş-ŞeyhEbu Ali Rudbari
Eş-Şeyh Cuneyd-i Bağdadi
Eş-Şeyh Seriyy-i Sakati
Eş-Şeyh Ma'ruf-i Kerhi
imam Ali Rıza
imam Musa Kazım
imam Cafer-i Sadık
imam Muhammed Bakır
imam Zeynul'abidin
imam Huseyn Şehid-i Kerbela
imam Hasan-ı Mucdeba
imam Ali el-Murtaza
imamu'l-Alemin Sultanu'I-Enbiyai ve'I-Murselin (Aleyhissalatu vesselam)

Hace Nakşibend Hazretleri'nin, "Ebu Ali Farmedi Tusi" vasıtasıyla Peygamber Efendimiz'e ulaşan ucuncu bir silsilesi daha vardır:
Eş-Şeyh Ebu Ali Farmedi-i Tusi
Eş-Şeyh Ebu'l-Kasım Kuşeyri Eş-Şeyh EbuAli Dekkak en-Nişaburi
Eş-Şeyh Ebu'I-Kasım Nasrabadi
Eş-Şeyh Ebu Ali Rudbari
Eş-Şeyh Cuneyd-i Bağdadi
Eş-Şeyh Seriyy-i Sakati
Eş-Şeyh Ma'ruf-i Kerhi
Eş-Şeyh Davud-i Tai
Eş-Şeyh Habib-iAcemi
Eş-ŞeyhHasan-ıBasri
imam Ali el-Murtaza
Seyyiduna ve Seyyidu'l-Alemin Hazret-i Muhammed Mustafa (SAV.)
(Allah Onlardan razı olsun ve sırlarını yuceltsin

Şah-ı Nakşbend hazretleri cok mutevazi bir hayat yaşadı. Haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan cok, azimet tarikini ihtiyar ederdi. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye calışırdı. Mahlûkatın tumune şefkat nazarıyla bakardı.


UVEYSÎ USTADI GUCDUVÂNÎ

Bahauddin BuhĂ‚rî ŞĂ‚h-ı Nakşbend yine tasavvuftaki ilk hĂ‚llerini şoyle anlatmıştır: "Tasavvuf hĂ‚llerinden cezbe hĂ‚li coğalıp kararsız duştuğum gunlerde, geceleri ay ışığında kabristanda dolaşırdım. Bir gece, devamlı ziyĂ‚ret edilmekte olan uc buyuk zĂ‚tın mezarını gordum. Her birinin kabrinde yanmakta olan birer kandil vardı. Kandillerin yağı ve fitilleri olduğu hĂ‚lde cok sonuk yanıyorlardı. Fitillerini hareket ettirmek lĂ‚zımdı ki, parlak yanıp, cok ışık versinler. O kandilleri oylece bırakıp, HĂ‚ce Muhammed Vasî'nin kabrinin başına gittim. Bana orada HĂ‚ce Ahmed Eckarnevî'nin kabrine gitmem işĂ‚ret olundu, oraya gittim. Onun kabrinin başına, bellerinde kılıc takılı olan iki kişi geldi. Beni tutup, bir hayvana bindirdiler. Hayvanın yonunu MezdĂ‚hin tarafına cevirip, gittiler. O gece sabaha doğru MezdĂ‚hin mezarlığına ulaştım. Orada da diğer kabirlerdeki gibi bir kandil yanıyordu. Fakat o da sonuk yanmaktaydı. Kıbleye karşı donup oturdum. Bu sırada bana kendimden gecme hĂ‚li geldi. Kıble tarafında bir duvar gordum. Duvar yarılıp, yeşil ortuler ile suslenmiş bir taht ve bu taht uzerinde bir zĂ‚t oturmuş idi. EtrĂ‚fında ise kalabalık bir cemĂ‚at vardı. İclerinde Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî de vardı. SĂ‚dece onu tanıyordum. Bunların vefĂ‚t eden ve bu yolun buyukleri olduğunu anladım. Fakat kursunun uzerinde oturan kimdir diye merak ediyordum. Ben boyle duşunurken, kursu etrĂ‚fında bulunan cemĂ‚atten biri bana şoyle dedi:

"Kursu uzerinde oturan mubĂ‚rek zĂ‚t, HĂ‚ce AbdulhĂ‚lık GoncduvĂ‚nî'dir. EtrĂ‚fındaki cemĂ‚at ise, onun halîfeleri; HĂ‚ce Ahmed Sıddîk, HĂ‚ce EvliyĂ‚ GulĂ‚n, HĂ‚ce Ârif Rîvegerî, HĂ‚ce Muhammed İncirfagnevî, HĂ‚ce Ali RĂ‚mitenî'dir." Sonunda hocam Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî'yi gostererek; "Bunu, sen hayatta iken gordun, o senin şeyhindir. Sana tĂ‚c verdi. Kendisini tanıdın mı?" dedi. "Evet hocamı tanıdım fakat bıraktığı tĂ‚cın nerede olduğunu bilmiyorum." dedim. "O senin evindedir. Onu sana kerĂ‚met olarak verdiler ki, bir belĂ‚ gelecek olsa, onun bereketiyle belĂ‚ def edilir." buyurarak mujdeledi. CemĂ‚atten bana dediler ki: "Dikkat et, kulak ver, şimdi sana AbdulhĂ‚lık GoncduvĂ‚nî nasîhat edecek! O nasîhatten başka bir şeyle Hak yolunda ilerlenemez. HĂ‚ce'nin elini opmek icin izin istedim. Bana izin verildi. Kalkıp yaklaştım. SelĂ‚m verip, edeble elini optum. Sonra huzûrunda edeble ayakta durdum. Tasavvufda ilerlemek husûsunda buyurdu ki:

"Kabirlerin başında kandillerin sana oyle gosterilmesi, senin bu yolda kĂ‚biliyet sĂ‚hibi olduğuna alĂ‚mettir. Fakat, fitil gibi olan kĂ‚biliyeti hareketlendirmek lĂ‚zımdır ki, bu kĂ‚biliyet ortaya cıksın. Hakkın gizli sırları sana acık olsun. Her durumda dînimizin caddesinde yurumek, azîmet ve sunnet-i seniyye uzere olmak lĂ‚zımdır. Emirlere ve yasaklara uymak husûsunda istikĂ‚met uzere olacaksın. Bid'atlerden, Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamĂ‚nında olmayıp sonradan cıkan, ibĂ‚det olarak yapılan şeylerden ve ruhsatla amel etmekten uzak duracaksın. Hadîs-i şerîfleri oğrenip, amel edersin." Sonra cemĂ‚attan bana dediler ki:

"Yarın acele Nesef tarafına gideceksin. Seyyid Emîr KulĂ‚l'in hizmetinde bulunacaksın. Oraya giderken yolda ihtiyar bir zĂ‚t ile karşılaşacaksın. O sana sıcak bir corek verecektir. Ekmeği al, fakat onunla hic konuşma. O ihtiyĂ‚rı gectikten sonra bir kervana, sonra da ata binmiş bir kimseye rastlayacaksın, o kimse senin onunde tovbe edecek. Sen, o evindeki mubĂ‚rek tĂ‚cını al, Emîr KulĂ‚l'e gotur."

Bu konuşmalardan sonra bendeki o hĂ‚l gidip, eski hĂ‚lime dondum. Derhal başında bulunduğum kabrin yanından ayrılıp, Zeyvertûn tarafına gittim. Evime varıp, bana bırakılmış olan tĂ‚cı istedim. Getirip verdiler. Onu giyince hĂ‚lim değişti. Bambaşka bir hĂ‚le girdim. TĂ‚cı alıp yola cıktım. Sabah namazı vaktinde MevlĂ‚nĂ‚ Şemseddîn'in mescidine ulaştım. Sabah namazını orada kılıp, o gun Eyne adındaki koyde kaldım. Ertesi gun guneş doğarken Nesef tarafına hareket ettim. Yolda, onceden buyuklerin işĂ‚ret ettiği gibi, bir ihtiyĂ‚ra rastladım. Bana bir ekmek verdi. Ekmeği alıp, hicbir şey soylemeden gecip gittim. Sonra bir kervana rastladım. Kervanın başı bana; "Ey yiğit, nereden geliyorsun?" deyince; "Eyne koyunden." dedim. Ne zaman yola cıktığımı sordular. "Guneş doğarken." dedim. Kervana rastladığım vakit kuşluk vakti idi. Kervandakiler bu sozumu işitince hayret edip; "Eyne koyu buraya dort fersah, yaklaşık 24 km mesĂ‚fededir. Sabah vakti cıkılsa, ancak buraya ikindiden sonra gelinebilir." dediler. Kervanı da gecip gittim. Kervanı gectikten sonra bir atlıya rastladım. Bana; "Sen kimsin? Seni gorunce icime bir korku duştu." dedi. "Ben oyle bir kimseyim ki, sen benim onumde tovbe edeceksin." dedim. O atlı yanıma gelip tovbe etti. Şarap yuklu bir beygiri vardı. Beygirin uzerindeki şarabı yere doktu. Onu da gecip yoluma devam ettim. Nesef taraflarında bir koye uğradım. Seyyid Emîr KulĂ‚l'in orada olduğunu oğrendim. HĂ‚cegĂ‚n buyuklerinin mubĂ‚rek tĂ‚cını cıkarıp arz ettim. Bir muddet sukût ettikten sonra; "Bu tĂ‚c, HĂ‚cegĂ‚n buyuklerinin mubĂ‚rek tĂ‚clarıdır." buyurdu. "Evet efendim." dedim. DevĂ‚m ederek; "Bu tĂ‚c-ı şerîfi almakta iki şart vardır. Birinci şart; bunu korumak, ikincisi; îcĂ‚bını yerine getirmek. Bu iki şart, buyuklerin (HĂ‚cegĂ‚n'ın) yolunda bulunmak ve bize hizmettir. Bundan sonra ben de bu şartlara uymak uzere tĂ‚cı alıp kabûl ettim." buyurdular.

Yine şoyle anlatmıştır: "Tasavvufda ilerlemek icin calıştığım ilk gunlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini gorsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allah'dan, Resûlullah'tan, Kur'Ă‚n-ı kerîmden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve uzuntu duyarak uzaklaşırdım."

"Hak yolda ilerleyip, gunahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa calıştığım gunlerde, bir gun yolum bir kumarhĂ‚neye uğradı. İnsanların kumar oynadıklarını gordum. Bunlardan iki kişi kumara oylesine dalmışlardı ki, hicbir şeyin farkında değildiler. Boylece bir muddet devĂ‚m ettiler. NihĂ‚yet birisi kaybettikce kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. DunyĂ‚lık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şoyle diyordu: "Bu kadar kaybıma rağmen, bu oyunda başımı dahî versem oyundan vazgecmem." Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyĂ‚n gormesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yuruyup daha da olgunlaşabilmek icin, bende oyle bir gayret hĂ‚sıl oldu ki, o gunden îtibĂ‚ren Hak yolunda talebim her gun biraz daha arttı."

"Tovbe edip, tasavvufa yonelişim şoyle oldu. "Âileme ve cocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve muhabbetim cok fazla idi. Bir gun evimde otururken, Ă‚ileme ve cocuklarıma pek fazla iltifĂ‚t ve muhabbet gosterdim. Bu sırada Ă‚niden kulağıma gizli bir ses geldi. "Her şeyi bırakıp Allah'a donme zamĂ‚nı daha gelmedi mi?" denildi. Bu sesi duyunca hĂ‚lim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rekat namaz kıldım. Bir daha gunah işlememek uzere tam bir tovbe yaptım. Her şeyden el cekip, Allah'a dondum. Nice seneler kıldığım o iki rekĂ‚t namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zeyvertûn koyunde oturdum. Beş vakit namazımı bu koyun cĂ‚misinde kılıyordum. Bir gun nasıl olduysa, bir vakit namazı cemĂ‚atle kılmayı kacırmışım. CĂ‚minin, Ă‚lim ve takvĂ‚ sĂ‚hibi bir imĂ‚mı vardı. Bana; "Ben seni, ibĂ‚det meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin." dedi. Buna karşılık imĂ‚ma; "ZĂ‚t-ı Ă‚liniz, hakkımda boyle duşunuyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum." dedim. Boyle deyince, imĂ‚m efendi şu beyti okuyarak cevap verdi:

"Kalbinin yonunu aşk pazarına cevir,
Demirin hĂ‚lis olması ateş iledir."

Bu soz kalbime ziyĂ‚desiyle tesir etti ve icime oyle bir dert saldı, beni oyle bir aşka duşurdu ki bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allah bana lutuf ve kereminden kapılar actı. Onceki dostlarımdan birkacı, bir gece yoluma cıktılar. Bana her biri bir şeyler soyledi. Boylece benim kendilerine uymam icin cok uğraştılar. Onlara tĂ‚bi olmak isterken, Allah'ın inĂ‚yeti ile bir Ă‚yet-i kerîmede bildirildiği gibi, Allah'ın actığı kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı acmaya kimsenin gucu yetmez dedim. Bu soz, eski dostlarıma cok tesir etti. Onlar da benim bulduğum yola girdiler. Benim butun gayretim, Allah'dan başka her şeyi bırakıp, Allah'ın rızĂ‚sına kavuşmaktı. Allah'a sonsuz hamdu senĂ‚lar olsun ki, bana inĂ‚yet-i RabbĂ‚nî, Allah'ın yardımı erişti ve maksadıma kavuşturdu."

ŞĂ‚h-ı Nakşbend Bahauddin BuhĂ‚rî oyle bir yıldız olarak yetiştirildi ki irşĂ‚d semĂ‚sı onunla suslendi. O, ucu bucağı olmayan bir ilim ve irfan denizi idi. Her nerede cehĂ‚let zulmeti varsa, onu ustun nurları ile orttu, kapattı. Kimin gonlune bir şuphe duştuyse, ozundeki curutulmez belgelerle onu giderdi. İnsanlara ustun şĂ‚nını anlatan nice işĂ‚retler gosterdi. Olu kalbleri diriltti. Ruhlara kuvvet verip canlandırdı. Pekcok kerĂ‚metlerin sĂ‚hibi oldu. İnsanları irşĂ‚d etmeye, doğru yolu gostermeye başladığının haberi butun fezĂ‚yı doldurdu. Doğunun ve batının kalbi onunla sevince boğuldu. KisrĂ‚lar ve sultanlar onun karşısında edeple durdu, ona merhabĂ‚ya geldi. Coldeki vahşi hayvanlar bile yardım istemeye geldi. İşte onun ciltler dolusu tutan kerĂ‚metlerinden ve menkıbelerinden bir kacı:

Bir defĂ‚sında Nesef'te buyuk bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak catlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, gunlerce yağmur bekledi. Fakat bir damla bile duşmedi. Nesef halkı, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin duĂ‚sını almak icin aralarından birini huzûruna gonderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahĂ‚lisi kuraklıktan dolayı mahzûn ve kederlidir, dedi. Bunun uzerine, Bahauddin BuhĂ‚rî buyurdu ki: "Uzulmesinler, Allah onlara yağmur gonderecek." Aradan kısa bir zaman gecti, Nesef'e yağmur yağmaya başladı. Bir gun ve bir gece devĂ‚m etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.

Bir talebesi şoyle anlatmıştır: "Ben kucuk yaşta CenĂ‚nyan denilen yerden BuhĂ‚rĂ‚'ya geldim. Âlimlerin derslerine devĂ‚m ettim. Sonra kalbime KĂ‚be'yi ziyĂ‚ret etme arzusu duştu. Mekke'ye gidip, KĂ‚be'yi ziyĂ‚ret etmek şerefine kavuştum. BuhĂ‚rĂ‚'ya dondum. Fakat nefsim cok azgındı. HattĂ‚ eşkıyĂ‚lık yapacak kadar kotu bir hĂ‚lde idi. Ben bu hĂ‚lde iken, bir cekilme hĂ‚li hĂ‚sıl oldu. Bu hĂ‚l, beni ister istemez, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin huzûruna surukledi. Huzûruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme oyle bir vurdu ki, yediğim sillenin tesirinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek bağırdım. Bahauddin BuhĂ‚rî bu hĂ‚lime ofkelenip; "Sus!" dedi. Sonra da; "Eğer sabredip o nĂ‚rayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamĂ‚m olurdu." buyurdu."

Bahauddin BuhĂ‚rî'nin talebelerinden Şeyh Omer Taşkendî şoyle anlatmıştır: "Benim, Bahauddin BuhĂ‚rî'ye muhabbetim ve talebe olmam şoyledir: Once Taşkend'de talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında bana, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin fazîletini, hĂ‚llerini anlatırlardı. Boylece gormediğim hĂ‚lde ona karşı icimde bir muhabbet hĂ‚sıl oldu. Bir gun Taşkend'deki talebelerinden birinin evine gittim. Hocasını hatırlıyor ve ona rĂ‚bıta ediyordu. Bir muddet oturduktan sonra yemek getirdi. O anda Bahauddin BuhĂ‚rî gozume gorundu ve kulağıma; "Senin Horasan'a gitmen gerekir." diye soyledi. Yemekten sonra Horasan'a gitmek uzere yola cıktım. Horasan'a, oradan da BeheĂ‚ddîn BuhĂ‚rî'nin yakın talebelerinden MevlĂ‚nĂ‚ CelĂ‚leddîn'in bulunduğu yere gittim. Evine varıp kapıda durdum, kendisi tarafından cağrılmamı bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemĂ‚at cıktı. Beni cağırıp huzûruna kabûl ettiler ve; "Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var idi. Fakat seninle başbaşa goruşmek istedim. Onun icin beklettim." dedi. Bundan sonra hĂ‚limi ona anlattım ve cok ağladım, yardımcı olmasını istedim. Yemîn ederek dedi ki: "Bahauddin BuhĂ‚rî sana kĂ‚fidir, teveccuhune kavuşursun." Sonra onun fazîletinden, menkıbelerinden bahsedip, huzûruna kavuşmak icin hemen yola cıkmamı soyledi.

Yolculukta başıma bĂ‚zı hĂ‚diselerin geleceğini de işĂ‚ret etti. DerhĂ‚l Nesef tarafına doğru yola cıktım. Oradan da Horasan'a hareket etmek uzere bir gemiye bindim. Gemi bir muddet yol aldıktan sonra sabah namazının vakti girdi. Gemide bir ezĂ‚n okudum. Hic bir yolcu namaza kalkmadı. Bu duruma uzulup, onlara nasîhat ettim. Fakat bana kızdılar. Bu durum karşısında bende oyle bir hĂ‚l oldu ki, kendimi suya atmak istedim. Ayaklarımı suya uzatıp gemiden ayrıldım, fakat batmadım. Oyle bir hĂ‚l oldu ki, suyun uzerinde yurumeye başladım. Gemidekiler bu hĂ‚limi gorunce ağlamaya başladılar. "Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tovbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız." dediler. Bunun uzerine tekrar bindim. Sabah namazını, gemideki yolcular ile cemĂ‚at olup kıldık. Bir muddet yolculuktan sonra Âmûre kalesine vardık. Orada da acĂ‚ib hĂ‚diseler oldu. Bahauddin BuhĂ‚rî'ye ilticĂ‚ edip, sığındım. Şîrmuşter denilen bir dergĂ‚ha vardım. Yola devĂ‚m ederken bir kervana rastladım. Bana;

"Bu cole dalma, cok buyuk bir coldur, yolunu şaşırırsın. Burada dur, şĂ‚yet yola devĂ‚m edecek olursan sağ tarafa yonel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve helĂ‚k olursun." dediler. Kervan gecip gittikten sonra, kendi kendime; "Ben, Bahauddin Buharî'nin huzûruna gitmek uzere yola cıkmış bulunuyorum. Ona tĂ‚bi olup, hak yola gireceğim icin bana tehlike gelmez." dedim. Cole dalıp yurumeye başladım. Bir muddet yurudukten sonra ac olduğumu hatırladım. Kendi kendime bĂ‚zı nefis yemekleri duşunerek; "Âh o yiyecekler olsa da yesem!" dedim. Ben boyle duşunurken, o anda onume birdenbire bir sofra geldi, uzerinde aklımdan gecen yemekler vardı. Bu durum karşısında hĂ‚lim değişti. Ağlamaya başladım. "Ey Allah'ım, senin rızĂ‚nı arayan kimseye her ne lĂ‚zım olursa ihsĂ‚n ediyorsun. Ben de senin rızĂ‚ndan başka bir şey aslĂ‚ taleb etmeyeceğim." dedim. O yemekleri yiyip, colde yola devĂ‚m ettim. Yolda karşıma bir ceylan surusu cıktı. Beni gorunce sağa sola kacışmaya başladılar."Eğer bu yoldaki arzum ve isteğimde samîmî isem, ceylanlar benden kacmazlar" dedim. Boyle der demez, ceylanlar yanıma toplanıp bana yuzlerini surmeye başladılar. Bu durum karşısında da hĂ‚lim değişti ve cok ağladım. Bahauddin BuhĂ‚rî'ye karşı muhabbetim o kadar arttı ki, huzûruna bir an evvel kavuşmak icin can atıyordum. Ehan denilen yere vardığımda, yine Bahauddin BuhĂ‚rî'nin bereketi ile acĂ‚ib hĂ‚llere kavuştum. Oradan Serahs'a vardım. Kendi kendime;

"Her yerde Allah'ın dostları, sevgili kulları bulunur. Bu civarda da vardır. Onlardan musĂ‚ade almadıkca bu şehre girmeyeyim." dedim. Boyle duşunurken, karşıma dîvĂ‚ne hĂ‚lde bir kimse cıktı. Halk onu gorunce; "DivĂ‚ne DĂ‚vûd geliyor." dediler. Benim yanıma yaklaşınca, onu karşılayıp, selĂ‚mun aleykum diyerek selĂ‚m verdim. "Ve aleykesselĂ‚m." deyip selĂ‚mımı aldı. "Hoş geldin Turkistanlı derviş!" dedi. Beni yanına yaklaştırıp koynundan bir ekmek cıkardı. Ekmeği parcalayıp yarısını bana verdi, ve;

"Ey derviş, bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu mulkun yarısını da sana verdim!" dedi. Bu hĂ‚diseden sonra Serahs şehrine girdim. Carşıya girince, bir başka divĂ‚ne gordum. Cocuklar taşa tutuyorlardı. "Bu divĂ‚nenin adı nedir?" diye sordum."CĂ‚vadĂ‚r'dır. Bu beldenin divĂ‚nelerindendir." dediler. Kendi kendime; "Bundan da izin alayım." dedim. Bir tarafdan da cocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp; "Ey Turkistanlı derviş, soz divĂ‚ne DĂ‚vûd'un soylediği gibidir!" diyerek ilk karşılaştığım kimse ile goruşup kavuştuğumuz şeylere işĂ‚ret etti. Bundan sonra bende guzel bir hĂ‚l, cem'iyyet hĂ‚sıl oldu. Yemek arzu ettim ve;

"Her hĂ‚lde bu şehirde Bahauddin BuhĂ‚rî'nin sevenlerinden bir kimse bulunur ve ilk lokmayı onun elinden yerim." dedim. Bu sırada yanıma biri gelip; "Ben Bahauddin BuhĂ‚rî'nin hizmetcilerindenim. Evime buyur." dedi. Beni evine goturdu. Uc ceşit yemek getirdi. Sonra bana; "Bahauddin BuhĂ‚rî BehrĂ‚b denilen yere gitmişler, oradan burayı teşrif edecekler. Burayı teşrif edinceye kadar sen bizde kalacaksın, senin yerin burasıdır." dedi. Birkac gun sonra Bahauddin BuhĂ‚rî'nin orayı teşrif etmek uzere oldukları haberini aldık. Karşılamak uzere derhĂ‚l dışarı cıktık. Bahauddin BuhĂ‚rî bir merkeb uzerinde ve etrĂ‚fında talebeleri olduğu hĂ‚lde teşrif ettiler. Bir mezarlığa yoneldiler. ZiyĂ‚retinde o kadar insan toplanmıştı ki, kalabalıktan yanlarına yaklaşmak mumkun olmadı. Kendi kendime;

"Cok uzaklardan geldim. Cok zahmetlere katlandım. AcabĂ‚ bana neden hic iltifĂ‚t etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım." diye duşundum. Bu duşunceler hatırımdan gectiği sırada, Bahauddin BuhĂ‚rî merkebden indiler ve yanına yaklaşmamı istediler. Bana;

"Hoş geldin ey Taşkendli Derviş Omer, yanlış anlama, daha sen buraya geldiğin saatte haberdĂ‚r oldum. Şimdi şu gorduğun kalabalık ile bir muddet meşgûlum." buyurdu. Sonra eve gittiler ve kalabalık da dağıldı. Beni huzûruna kabûl edip;

"Başından gecen hĂ‚diselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize inince sana biz yardım ettik. Colde onune sofra bizim tasarrufumuzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divĂ‚ne ile karşılaşman ve vukû bulan diğer hĂ‚diseler hep bizim teveccuhumuz ile oldu." buyurdu. Bu sohbeti sırasında bana oyle teveccuh ve tasarrufda bulundular ki, bambaşka bir hĂ‚le girip, cok ağladım. "Nicin ağlıyorsun?" diye sordu. Ben de; "Şimdiye kadar gecen omru zĂ‚yi etmişim." dedim. "Oyle soyleme; yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki muşĂ‚heden ve teslimiyetin ondan daha buyuktur." buyurdu. Sonra; "Şimdi sen, bulunduğun hĂ‚li mi, yoksa gecen hĂ‚lini mi istersin?" diye sordu. Ben de; "Bu hĂ‚limi isterim." dedim. "Bu iş tĂ‚bi olmadan olmaz." buyurdu. "Ne işĂ‚ret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm. dedim. Ben boyle deyince; "Huyunuz mubĂ‚rek olsun!" buyurdu."

Talebelerinden Emîr Huseyin de şoyle anlatmıştır: "Benim evim Kasr-ı ÂrifĂ‚n'da idi. Yirmi yaşına kadar ciftcilik ile uğraştım. Namazdan ve niyĂ‚zdan uzak idim. Yiyip icip yatmaktan başka işim yoktu. Tam genclik cehĂ‚leti icinde idim. Bahauddin BuhĂ‚rî cĂ‚miye giderken, gelip gectikce beni gorup tebessum ederdi. NihĂ‚yet bir gece ruyĂ‚mda Bahauddin BuhĂ‚ri'yi gordum. MubĂ‚rek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gordum. Uyanınca, beni bambaşka hĂ‚ller kaplamıştı. Âniden Bahauddin BuhĂ‚rî evime geldi. Bana dedi ki; "Aynayı sana kim verdi?" "Siz verdiniz efendim." dedim. "Nicin namaz kılıp, Kur'Ă‚n-ı kerîm okumazsın?" buyurdu. "Kur'Ă‚n-ı kerîm okumayı bilmiyorum." dedim. "Ben sana namazı ve Kur'Ă‚n-ı kerîmi oğretirim." buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pekcok ihsĂ‚na ve nîmete gark etti."

Nakledilir ki, Şeyh ŞĂ‚dî adında bir zĂ‚t, Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a gelip, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin huzûruna girerek, ziyĂ‚retlerine gelmekte kusûr ettiğini soyleyip affetmelerini istedi. Bahauddin BuhĂ‚rî ona şaka yaparak; "BedĂ‚va ozur kabûl edilmez." buyurdu. Gelen zĂ‚t; "Bir okuzum vardır, onu size vereyim." dedi. "Onu kabûl etmeyiz, koyunde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap icinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabûl edilir." buyurdu. Şeyh ŞĂ‚dî; "Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?" diye hayretler icinde kaldı, sonra koyune gidip altınlarını getirdi. Bahauddin BuhĂ‚rî'nin onune koydu. Bahauddin BuhĂ‚rî altınları sayıp, icinden bir tĂ‚nesini ayırdı. Diğerlerini o zĂ‚tĂ‚ geri verdi. "Bunlarla okuz satın alıp ciftcilik yap, kaldırdığın mahsûlu Allah'ın kullarına dağıt." buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını gostererek; "Bu altın haramdır." buyurdu. Daha sonra o zĂ‚ta; "HĂ‚ce'nin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?" dediler. Bahauddin BuhĂ‚rî'yi tanıyıp, ona talebe olmadan once bir kumarda kazanmıştım, dedi.

Bahauddin BuhĂ‚rî , talebelerinden birini, bir işi icin bir yere gondermişti. Talebesi işi gorup donerken, yolda havanın cok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek icin bir ağacın golgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, uyuya kaldı. Uyur uyumaz ruyĂ‚sında hocası Bahauddin BuhĂ‚rî'yi gordu.Elinde bir asĂ‚ ile yanına yaklaşıp; "Uyan, kalk burası uyuyacak yer değildir." dedi. Bunun uzerine hemen uyanıp gozlerini actı ve ayağa kalktı. Birden, iki kurdun kendisine doğru yaklaştığını ve hucûm etmek uzere olduklarını gordu. Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devĂ‚m etti. Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a varınca, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin yola cıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gordu. Yanına yaklaşınca; "Hic oyle korkulu ve tehlikeli yerlerde istirahat edilir mi?" buyurdu.

Bahauddin BuhĂ‚rî bir gun bir yere gitmekte iken, yolları bir akarsuya rastladı. Yanında bulunan talebelerinden Emîr Huseyin'e; "Kendini bu suya at." buyurdu. Daha boyle derdemez, Emîr Huseyin hic tereddut etmeden kendini akan suya attı ve suyun icinde kayboldu. Aradan bir muddet gecti. "Ey Emîr Huseyin, cık gel!" buyurdu. Emîr Huseyin derhĂ‚l sudan dışarı cıktı. Elbisesinde en ufak bir ıslaklık yoktu. Bahauddin BuhĂ‚rî ona; "Ey Emîr Huseyin, kendini suya atınca ne gordun?" diye sordu. Emîr Huseyin dedi ki: "Emriniz uzerine kendimi size fedĂ‚ ederek suya atınca, bende oyle bir hĂ‚l hĂ‚sıl oldu ki, kendimi birden bire gĂ‚yet guzel doşenmiş bir odada buldum. Bu odanın hic kapısı yoktu. Kapı aradım, orada zĂ‚tı Ă‚linizi gordum. Bana bir kapı gosterdiniz. İşte bu kapıdan cık buyurdunuz. Eliniz ile kapıyı actınız, ben de kapıdan cıktım. İşte huzûrunuza geldim." dedi.

Bahauddin BuhĂ‚rî'ye bir gun hediye olarak bir mikdĂ‚r balık getirilmişti. Balığın getirildiği sırada, o mecliste hazır bulunan talebeleri ile berĂ‚ber balığı yemek arzu ettiler. Bunun uzerine balık hazırlanıp, sofra kuruldu. Talebeler, Bahauddin BuhĂ‚rî ile birlikte sofraya oturdular. İclerinden biri, gelip sofraya oturmadı. Bahauddin BuhĂ‚rî ona; "Nicin gelip oturmuyorsun?" dedi. O da orucluyum diyerek, nĂ‚file oruc tuttuğunu bildirdi. Ona; "Gel bize uy!" dedi. Fakat gelmedi. Tekrar; "Gel bize uy! Sana Ramazan gunlerinden bir gunde tutulan oruc sevĂ‚bı kadar hediye edeyim." dedi. Fakat o kimse soz tutmayıp, inadında ısrĂ‚r etti. Bunun uzerine talebelerine; "Bu adam, Allah'dan uzaktır. Siz onu terkediniz." buyurdu. O oruclu kimse, son derece zĂ‚hid bir kimse idi. Fakat Bahauddin BuhĂ‚rî'nin sozune peki demeyip, muhĂ‚lefet gostermesi sebebiyle, zĂ‚hidliğini kaybetti, ne namaz, ne niyaz kaldı. TamĂ‚men dunyĂ‚ya tapmaya başladı ve felĂ‚kete duştu.

Bahauddin BuhĂ‚rî , BuhĂ‚rĂ‚'nın bir koyune gitmişti. Şeyh Husrev adında bir zĂ‚tın evinde misĂ‚fir oldu. O akşam Şeyh Husrev, o koyde bulunan butun Ă‚limleri ve ileri gelenleri evine dĂ‚vet etti. Hep birlikte yemek yediler. Yemekten sonra Bahauddin BuhĂ‚rî , ev sĂ‚hibi Şeyh Husrev'e; "Git kapıya bak kim var?" buyurdu. Gidip baktı ki, koy halkından Yûsuf adında biri, bir kap icinde armut getirmiş kapıda bekliyordu. İceri girmesine musĂ‚ade edildi. O da iceri girip, elindeki armut dolu kabı Bahauddin BuhĂ‚rî'nin onune koydu. Bahauddin BuhĂ‚rî; "Bu armutları nereden aldın?" dedi, o da aldığı yeri soyledi. Bahauddin BuhĂ‚rî bir muddet susup, sonra ev sĂ‚hibine; "Bu armutları buyuk bir kaba boşalt gel." dedi. Ev sĂ‚hibi armutları buyuk bir kaba boşaltıp ortaya koydu. Bahauddin BuhĂ‚rî, armutlardan birini alıp getiren kimseye verdi. Sonra diğer armutların orada bulunanlara dağıtılmasını emretti. Dağıtıldıktan sonra;"Hic kimse kendine verilen armudu yemesin, beklesin." buyurdu. Sonra armutları getiren Yûsuf adlı koyluye donup;

"Armutları getirmekteki maksadın nedir bilir misin?" dedi. Getiren kimse; "Efendim, bana koyumuze keşf ve kerĂ‚met sĂ‚hibi bir zĂ‚t geldi dediler. Ben de sizi gormekle şereflenmek icin, bu armutları satın alıp, size hediye getirdim. Fakat kustahlık edip, armutların icinden birine bir işĂ‚ret koydum ve en alta yerleştirdim. Eğer o zĂ‚t evliyĂ‚ ise, bu armudu bulup bana verir diye duşundum." dedi. "Oyleyse elindeki armuda bak, o işĂ‚ret koyduğun armut mu?" buyurdu. "Evet efendim. O armuttur." dedi. Bundan sonra Bahauddin BuhĂ‚rî buyurdu ki:"Allah'ın evliyĂ‚ bir kulunu, bir kimsenin denemesi uygun değildir. Fakat işĂ‚retlediğin armudu bulup sana vermeseydik, sen bizden uzak kalır ve cok zarar gorurdun. Resûlullah efendimizin bildirdiği yolda bulunan kimseyi imtihĂ‚na hĂ‚cet yoktur." Armutları getiren kimse, yaptığı işten cok pişmĂ‚n olup, Bahauddin BuhĂ‚rî'den af ve ozur diledi.

Talebelerinden biri şoyle anlatmıştır: "Semerkand'da oturuyordum. Bahauddin BuhĂ‚rî'nin keşf ve kerĂ‚met sĂ‚hibi buyuk bir zĂ‚t olduğunu duyunca, ona karşı muhabbetim iyice arttı. Sabrım kalmadı ve sohbetine kavuşmak icin BuhĂ‚rĂ‚'ya gitmeye karar verdim. Yola cıkarken annem hırkamın bir yerine harclık olarak dort altın dikti. BuhĂ‚rĂ‚'ya varınca, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin sohbetine katıldım. Sohbeti sırasında beni oyle bir hĂ‚l kapladı ki, sabrım kalmadı. Orada bulunanlardan birine, Bahauddin BuhĂ‚ri'ye beni talebeliğe kabûl etmesini soylemesi icin ricĂ‚ ettim. Durumumu arz edince, bana cok iltifĂ‚t edip, kabûl ederiz, fakat senden altın alırız buyurdu. "Ben fakirim, altınım yoktur." dedim. Talebelerine donup; "Bunun hırkası icinde dort altını var, yok diyor." dedi. Bahauddin BuhĂ‚rî bunu soyleyince, hayretler icinde kaldım. Hemen hırkamı sokup, icindeki dort altını cıkarıp onlerine koydum. O mecliste bir cocuk vardı. Talebelerinden birine; "Al şu altınları bu cocuğa ver." buyurdu. O talebe alıp cocuğa verdi. Fakat cocuk almadı. Cok ısrar etmelerine rağmen kabûl etmedi. Tekrar bana verdiler. Cok utanıp mahcub oldum. Bu hĂ‚diseden sonra, Bahauddin BuhĂ‚rî , talebeleri ile birlikte başka bir koye gitmek uzere yola cıktı. Ben de onlara katıldım. O koyde buyuk bir sohbet meclisi kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de talebeliğe kabûl etmesini arzettiler. Bu sefer yanımdaki altınları, o mecliste bulunan başka bir cocuğa vermemi soylediler. Verdim fakat, o da almadı. O kadar mahcub oldum ki, utancımdan yerin dibine girecektim. Talebeleri, beni talebeliğe kabûl buyurmaları icin bir daha arz ettiler. O zaman buyurdu ki:

"Hasislik, cimrilik, herkes icin sevimsiz ve iğrenc bir sıfattır. Bilhassa Hak yolunda ilerlemek isteyen bir kimsenin hasislik etmesi cok kotu bir iştir." Bundan sonra beni de talebeliğe kabûl etti. Beni irşĂ‚d ederek, dunyĂ‚ sevgisini kalbimden cıkardı. Hamdolsun tevekkul sıfatı boylece kalbime yerleşti.

Bahauddin BuhĂ‚rî'nin talebelerinden biri, bir yere gitmek istediği zaman kerĂ‚metiyle havada ucarak gider, gideceği yere hemen varırdı. Diğer talebeleri onu bir iş icin Kasr-ı ÂrifĂ‚n'dan BuhĂ‚rĂ‚'ya gonderdiler. Bu talebe ucarak giderken, Bahauddin BuhĂ‚rî onun uzerinden tasarrufunu cekti. Talebe ucamaz oldu. Bu hĂ‚dise uzerine Bahauddin BuhĂ‚rî , "Allah bana talebelerimin gizli acık butun hĂ‚llerini bilmek ve onlar uzerinde tasarruf etme kudreti verdi. Arzu edersem, Allah'ın izniyle talebelerime ceşitli hĂ‚ller veririm ve yine ellerinden hĂ‚llerini alırım. Onları kĂ‚biliyetlerine gore terbiye ederim. Cunku yetiştirici ve terbiye edici, yetiştirmek istediği kimseye yarayan ve en cok faydası olan şeyi yapar." buyurdu.

Yine talebesi Emîr Huseyin şoyle anlatmıştır: "Bir gun hocam beni bir iş icin Kasr-ı ÂrifĂ‚n'dan BuhĂ‚rĂ‚'ya gondermişti. Bu gece BuhĂ‚rĂ‚'da kal, sabaha doğru geri donersin dedi. Ben hemen yola cıktım. Yolda nefsimle mucĂ‚dele edip; "Ey nefsim! AcabĂ‚ sen bir gun ıslĂ‚h olacak mısın ve ben senin elinden kurtulur muyum?" diyordum. Nefsimi boyle azarlarken, karşıma nûr yuzlu bir zĂ‚t cıktı. Bana; "Sen bu yolda ne mihnet, ne meşakkat cektin ki, nefsini ayıplıyorsun? Bu yolda gelip gecen buyukler oyle mihnet ve meşakkat cekmişlerdir ki, senin bir zerresini bile cekmeğe tahammulun yoktur." dedi. Sonra vefĂ‚t etmiş olan buyuklerin isimlerini ve cektikleri meşakkatleri bir bir anlatıp, tĂ‚rif etti. Ben kusurlarımı kabûl edip, ozur diledim. Bundan sonra karşı cıkan o zĂ‚t, bana dağarcığından bir mikdar hamur cıkarıp verdi. "Bu hamuru BuhĂ‚rĂ‚'da pişirip, yersin." dedi. Hamuru alıp yoluma devĂ‚m ettim. BuhĂ‚rĂ‚'ya varınca, hamuru fırıncıya verdim. Fırıncı hamuru gorunce hayret edip;

"Şimdiye kadar boyle hamur gormedim." dedi. Bana kim olduğumu ve hamuru kimin verdiğini sordu. Ben de Bahauddin'nin talebesi olduğumu soyledim. Fırıncı hurmetle hamuru pişirip bana verdi. Bir parca koparıp ona verdim. Sonra hocamın emir buyurduğu işi bitirip, o gece BuhĂ‚rĂ‚'nın GulĂ‚bĂ‚d mahallesindeki mescidde akşam ve yatsı namazını kıldıktan sonra, kıbleye karşı oturdum. Bu sırada canım elma istedi. O anda mescidin penceresinden birkac elma attılar. Elmaları alıp ekmekle yedim. Gece yarısına kadar o mescidde kaldım. Sonra kalkıp yola cıktım. Sabaha doğru Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a vardım. Sabah namazını hocam Bahauddin BuhĂ‚rî ile kıldım. Hocam bana; "Sana hamuru veren kimdi bildin mi?" diye sordu. Bilemediğimi arz ettim. "O, Hızır aleyhisselĂ‚m idi." buyurdu. Sonra mescidin penceresinden bana atılan elmalardan bahsetti. "O fırıncıya ne buyuk saĂ‚det ki, senin verdiğin hamuru pişirdi ve ondan yemek nasîb oldu." buyurdu.

Bahauddin BuhĂ‚rî, Peygamber efendimizin sunnetine tam uyar. O'nun yaptığı şeyleri yapmağa cok gayret ederdi. Resûlullah efendimizin işlediği her sunneti işlerdi. Bir defĂ‚sında Peygamberimiz EshĂ‚b-ı kirĂ‚m ile ekmek pişirmişlerdi. Şoyle ki, EshĂ‚b-ı kirĂ‚mdan bir grup, her biri bir parca hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mubĂ‚rek eline bir parca hamur alıp tandıra koydular. Bir muddet sonra baktılar ki, EshĂ‚b-ı kirĂ‚mın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamber efendimizin koyduğu hamur pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş, Peygamber efendimizin mubĂ‚rek elinin dokunduğu hamura tesir etmedi. Bahauddin BuhĂ‚rî , Resûlullah'a uymak icin, talebeleriyle aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Bahauddin BuhĂ‚rî'nin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da mubĂ‚rek elinin dokunduğu hamura ateş tesir etmedi. Resûlullah efendimize uymaktaki derecesi bu kadar cok idi. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bu hususta; "Her hususta tĂ‚bi olana, tĂ‚bi olunanın kemĂ‚lĂ‚tından buyuk pay vardır." buyurdular.

MevlĂ‚nĂ‚ Abdullah-ı HĂ‚cendî, ŞĂ‚h-ı Nakşbend Bahauddin BuhĂ‚rî'ye talebe olmasını şoyle anlatır: "Bir ara icime oyle bir ateş duştu ki, yerimde duramıyordum. Bana yol gosterecek Ă‚lim bir zĂ‚ta talebe olabilmenin istek ve arzusuyla yanıyordum. İcimdeki arzu dayanılmaz duruma gelince, bulunduğum HĂ‚cend'den ayrıldım ve Tirmiz'e kadar hep bunu duşundum. Oradan Ârif-i Kebîr Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî'nin kabrini ziyĂ‚rete gittim. Sonra Ceyhun Nehri kenarında bulunan mescide geldim. Orada namazı kıldıktan sonra, bir ara uyuya kalmışım. RuyĂ‚da heybetli iki zĂ‚t gordum. Onlardan biri bana: "Ben Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî'yim, yanımdaki de Hızır aleyhisselĂ‚mdır. Sen hoca aramak icin şimdilik zahmet cekme. Cunku hem kimseyi bulamazsın, hem de istifĂ‚de edemezsin. On iki sene sonra BuhĂ‚rĂ‚'ya gidip orada bulunan ve zamĂ‚nın kutbu olan Bahauddin BuhĂ‚rî'ye talebe olur, ondan istifĂ‚de edersin." buyurdu. Bunun uzerine Tirmiz'den HĂ‚cend'e geri dondum. Aradan epey bir zaman gectikten sonra, bir gun carşıda iki Turk gordum. Gayr-i ihtiyĂ‚rî peşlerinden gittim. Bir mescide girdiler. Namazdan sonra, aralarında bir hocaya bağlanmanın kıymeti ile ilgili hususlar konuşuyorlardı. Onlar boyle konuşurlarken, onlara karşı olan ilgim arttı. Hemen acele ile dışarı cıkıp, carşıdan bir şeyler alıp yanlarına geldim. Beni yanlarında gorunce, biri; "Bu, iyi bir insana benzer, bizim hocamızın oğlu İshak'a talebe olabilir." dedi. Bu durum karşısında cok merak ettim ve o zĂ‚tın kim olduğunu sordum. HĂ‚cend'e bağlı bir koyde olduğunu bildirdiler. Bunun uzerine o koye gittim, zĂ‚tı buldum. Fakat bana hic yakınlık gostermedi ve iltifĂ‚t etmedi. Bu hocanın her hĂ‚liyle temizliği yuzunden belli olan bir de oğlu vardı. Bu durum karşısında, bu temiz yuzlu cocuk, babasına dedi ki:

"Babacığım, bu zĂ‚t, sana talebe olmak umidiyle buraya gelmiş, sen ise ona hic yakınlık gostermiyorsun. Neden ilgilenmiyorsun, sebep nedir?" Bunun uzerine ağladı ve; "Ey evlĂ‚dım, bu, ŞĂ‚h-ı Nakşbend Bahauddin BuhĂ‚rî'nin talebelerindendir. Bizim onun uzerinde hic bir hukmumuz yoktur." dedi. Bunun uzerine ben tekrar HĂ‚cend'e, memleketime dondum ve hocamla ilgili bir işĂ‚retin cıkmasını bekledim.Aradan bir zaman gectikten sonra kalbim, beni BuhĂ‚rĂ‚'ya gitmeğe zorladı. O isteği bir an dahi tehir etmeye kĂ‚dir değildim. Hemen kalkıp BuhĂ‚rĂ‚'ya doğru yola cıktım. Bir zaman sonra BuhĂ‚rĂ‚'ya vardım ve Bahauddin BuhĂ‚rî'nin yerini oğrenip yanına gittim. Ne zaman ki huzûr-i şerîfleri ile şereflendim, bana buyurdu ki: "YĂ‚ Abdullah-i HĂ‚cendî, senin daha uc gunun vardır. YĂ‚ni sana bildirilen on iki senenin tamam olmasına daha uc gunun vardır. Bunu unuttun mu?" Bunları duyunca, Ă‚detĂ‚ kendimden gectim. Sohbetinin muhabbeti benim kalbimin ufuklarına yerleşti. Artık hep onlara olan bağlılık ateşi ile yanıyordum. Bir muddet sonra himmet istedim. Bahauddin BuhĂ‚rî; "Himmetin zamĂ‚nı var." buyurdu. Bunun uzerine bir muddet daha sohbete devĂ‚m ettim.

Buyuk Ă‚limlerden birisi anlatır: Genclik zamĂ‚nında, HĂ‚ce Bahauddin BuhĂ‚rî'yi cok severdim. Himmetleri ile bende şaşılacak hĂ‚ller meydana geldi. Bana dĂ‚imĂ‚; "Beni hĂ‚tırından cıkarma!" derdi. Ben de dĂ‚imĂ‚ onları duşunur, hatırlardım. Bu hĂ‚l uzere iken babam hacca gitti. Beni de berĂ‚berinde goturdu. Giderken Hirat'a uğradık. Hirat şehrini seyrederken, HĂ‚ce hazretlerini unuttum, bağlılık hĂ‚tırımdan cıktı. O anda bendeki hĂ‚ller gitti. Sonra İsfehan'a gittim. Orada bir buyuk Ă‚lim var idi. Butun İsfehanlılar ondan himmet ve duĂ‚ isterlerdi. O zĂ‚ttan cok kerĂ‚metler meydana gelmişti. Babam beni alıp, o zĂ‚tın huzûruna getirdi ve benim icin ondan himmet istedi. Fakat ben HĂ‚ce'den cok korktuğumdan, o zĂ‚tın huzûrundan dışarı cıktım. Sonra hacca gittik. Beytullah'ı ziyĂ‚ret ettik. Donuşte HĂ‚ce'nin ziyĂ‚reti ile şereflendiğim zaman, onu unuttuğum icin cok cekiniyordum. Korktuğumu anlayıp; "Korkma, biz kusûru affederiz. Sen benim oğlumsun. Benim oğullarıma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur." buyurup latîfe yollu; "Hirata gidince nicin beni unuttun?" deyip; "Unutmak katiyyen dostluğa sığmaz." mısrĂ‚ını okudular."

Bahauddin BuhĂ‚rî, Tûs şehrine gidip, birkac gun kaldı. Bir gun talebe ve ahbĂ‚bıyla Şeyh MĂ‚şuk-ı Tûsî'nin kabrini ziyĂ‚rete gittiler. Mezarın yanına gelince: "EsselĂ‚mu aleyke, yĂ‚ MĂ‚şuk-ı Tûsî, nasılsın, iyimisin? buyurdu. Kabirden; "Ve aleykesselĂ‚m. İyiyim, cok rahatım." diyen bir ses geldi. Yanındakilerin hepsi, bu cevĂ‚bı duydular. Orada bulunanlardan biri, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin buyukluğune inanmazdı. Bu kerĂ‚meti gorunce, tovbe etti. Bundan sonra talebelerinden ve sevdiklerinden oldu.

HĂ‚ce Bahauddin BuhĂ‚rî'ye, talebelerinden biri bir mikdar elma hediye getirdi. O elmaları hazır bulunanlara boluşturdu ve buyurdu ki: "Bir saate kadar, kimse kendi elmasını yemesin. Cunku bu elmalar, şimdi tesbih ediyorlar." HĂ‚ce'nin mubĂ‚rek ağzından bu soz cıkar cıkmaz, elmalardan tesbîh sesleri gelmeye başladı.

MevlĂ‚nĂ‚ Necmeddîn anlattı: "Birgun HĂ‚ce hazretleriyle BuhĂ‚rĂ‚'nın etrĂ‚fında bir sahrĂ‚da giderken, iki ceylĂ‚nın gezdiğini gorduk. HĂ‚ce bana hitĂ‚ben; "Hak'ın kulları yanına, bu ceylĂ‚nlar gibi vahşî hayvanlar gelir. Sen de bunların yanına gelmesini dile." buyurdu. Ben; "Benim ne haddime, sizin huzûrunuzda kerĂ‚met dileyeyim." dedim. HĂ‚ce buyurdu ki: "Sen onlara teveccuh eyle. Onlar senin yanına gelirler." Ben de onlara doğru iki adım gittim. O ceylanlar, koşarak yanıma gelip durdular. HĂ‚ce buyurdu ki: "Hangisini tutarsan tut!" Ben hangisini tutmak istedimse, diğeri beni tut diye geldi ve onu tutayım dedim. Diğeri geldi. Ben hayretler icerisinde kalıp, birini tutamadım. O esnĂ‚da HĂ‚ce bir ceylanın sırtına mubĂ‚rek elini koyup; "Sana luzum kalmadı, ben tuttum." buyurdular. Sonra o ceylanları orada bırakıp gittik. Onlar ise arkamızdan bakıp durdular."

Talebesinden biri şoyle anlatmıştır: Kasr-ı ÂrifĂ‚n'da bir bostan ektim. Sulama vakti geldi. Fakat sular kesildiğinden, bostanı sulayamadım. HĂ‚ce o gunlerde bostanıma geldi ve buyurdu ki: "Bostanın sulama zamĂ‚nı geldi." Ben de; "Sulama vakti geldi ama, sular kesildi." dedim. HĂ‚ce buyurdu ki: "Yer ve gokleri yaratan, sana su vermeğe kĂ‚dirdir. Sen su yollarını ac." Acele ile su yollarını actım. O gece sabah oluncaya kadar suyu bekledim. Sabah vaktinde su geldi. Bostanı suladım. HattĂ‚ bir mikdĂ‚r soğan ve sarımsak var idi. Onları da suladım. Sonra su kesildi. Dağlara yağmur mu yağdı diye duşundum. Gittim, ırmak tarafına su akıyor mu diye baktım. AslĂ‚ sudan bir iz goremedim. AcabĂ‚ bu su nereden geldi, diye şaştım kaldım. Sonra HĂ‚ce'nin ziyĂ‚retine gittim. "Bostanı suladın mı?" buyurunca; "Evet, suladım." dedim. "Su kesildikten sonra ne yaptın?" buyurdu. "Irmağa gittim ve hic su gormedim. Şaştım kaldım. Suyun nereden geldiğini anlayamadım." dedim. HĂ‚ce , "Bunu sen gordun, kimseye soyleme." buyurdu.

Talebesinden biri şoyle anlatmıştır: "HĂ‚ce bir gun bu fakirin hĂ‚nesini şereflendirdi. Cok sevindim. Pazardan bir cuval un aldım, geldim. Bahauddin BuhĂ‚rî unu gorunce; "Bu unu, coluk cocuğun ile pişirip yiyin ve bunun sırrını kimseye soylemeyin." buyurdu. HĂ‚ce o zaman evimde iki ay misĂ‚fir oldu. Talebelerinden bir kısmı da onun yanında idi. Coluk cocuk ve diğer ahbĂ‚blarım, hepimiz, hattĂ‚ HĂ‚ce gittikten sonra, o undan cok zaman yedik. Un hĂ‚lĂ‚ ilk aldığımız gibi duruyordu. AslĂ‚ eksilmedi.

Sonra HĂ‚ce'nin mubĂ‚rek sozunu unutup, o sırrı coluk cocuğuma anlattım. Bunun uzerine o undan bereket kesilip, un tukendi."

Bahauddin BuhĂ‚rî , birgun İshĂ‚k isminde bir talebesinin evine teşrif etmişlerdi. Orada bulunan talebeler, yemek pişirmek icin tandıra cok odun koyup, ateş yakmışlardı. Her biri bir işle meşgûl oldukları sırada, tandırın ateşi alevlenip, tandırdan dışarı cıktı. Bunun uzerine hazret-i HĂ‚ce mubĂ‚rek ellerini tandıra sokunca, Allah'ın inĂ‚yeti ve yardımı ile tandırın ateşi sĂ‚kin oldu. MubĂ‚rek ellerini tandırdan cıkardığı zaman, ne elbisesine bir şey olmuş, ne de ellerinden bir tuy yanmış idi.

Derviş Muhammed ZĂ‚hid şoyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda, HĂ‚ce ile bir gun sahrĂ‚da gidiyorduk. Bahar gunlerinden bir gun idi. Canım karpuz yemek istedi. HĂ‚ce hazretlerinden bir karpuz istedim. Bunun uzerine bana; "Muhammed, cay kenarına git!" buyurdu. Ben de, o sahrĂ‚da akan bir cayın kenarına gittim. Suyun uzerinde, Baba Şeyh karpuzu denilen sulu karpuzları gordum. Su uzerinde yuzen karpuzlardan biri, kenara yanaşıp durdu. Aldım, henuz bostandan kopmuş gibi olduğunu gordum. HĂ‚ce'nin huzûruna bıraktım. "Bu karpuzu kes de yiyelim." buyurunca kestim. HĂ‚ce ile yedik. Bu buyuk kerĂ‚meti hazret-i HĂ‚ce'den gorduğumde, onun, vilĂ‚yet ve tasarrufun en yuksek derecesinde olduğuna îtikĂ‚dım arttı. Bu yuzden de cok şeylere kavuştum."

HĂ‚ce'nin talebelerinden birisi şoyle anlatmıştır: "Bir gun HĂ‚ce'nin sohbetlerine kavuşma arzusu icime doğdu. O arzu ile Taşkend vilĂ‚yetinden BuhĂ‚rĂ‚'ya hareket ettim. Hanımım bir mikdĂ‚r altın getirip bana verdi ve; "Bu altınları HĂ‚ce hazretlerine ver!" dedi. Nicin gonderiyor diye merak edip sordum, fakat soylemedi. Hazret-i HĂ‚ce'nin sohbeti ile şereflendiğim zaman, o altınları onune koydum. Gorunce, tebessum ederek buyurdu ki: "Bu altınlardan cocuk kokusu geliyor. Umid ederim ki, cenĂ‚b-ı Hak sana bir cocuk verecektir." HĂ‚ce'nin bereket ve himmetlerinden Hak subhĂ‚nehu ve teĂ‚lĂ‚ bana bir sĂ‚lih oğul ihsĂ‚n etti."

Talebelerinden biri anlatır: "Merv'de, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin huzûrunda idim. BuhĂ‚rĂ‚'daki ehlimi, akrĂ‚bamı gormeyi cok arzûladım. Kardeşim Şemsuddîn'in vefĂ‚t haberi geldi. Hazret-i HĂ‚ce'den izin istemeğe cesĂ‚ret edemedim. Yakınlarından olan Emîr Huseyin'e, bana izin almasını ricĂ‚ ettim. CumĂ‚ namazını kılıp mescidden cıkınca, Emîr Huseyin, kardeşimin olum haberini hazret-i HĂ‚ce'ye arz etti. "Bu nasıl haberdir! Onun kardeşi sağdır. Onun kokusunu alıyorum, hem de pek yakından." buyurdu. Sozleri biter bitmez, kardeşim BuhĂ‚rĂ‚'dan cıkageldi. Bahauddin BuhĂ‚rî'ye selĂ‚m verdi. Bunun uzerine hocam; "Ey Emîr Huseyin! İşte Şemsuddîn." buyurdu.

DĂ‚mĂ‚dı ve yuksek talebelerinden Alaeddîn-i AttĂ‚r anlattı. Hazret-i HĂ‚ce BuhĂ‚rĂ‚'da idi. EshĂ‚bının ileri gelenlerinden MevlĂ‚nĂ‚ Ârif, Harezm'de idi. Bir gun eshĂ‚bı ile, gorme sıfatı uzerinde konuşuyordu. Soz arasında; "MevlĂ‚nĂ‚ Ârif, şu anda Harezm'den SerĂ‚'ya doğru yola cıktı ve filĂ‚n yere ulaştı." buyurdu. Bir muddet sonra; "Kalbime geldi ki, MevlĂ‚nĂ‚ Ârif, SerĂ‚'ya gitmekten vaz gecti. Şu anda Harezm istikĂ‚metine doğru geri dondu." buyurdu. Talebeleri, bu konuşmanın olduğu gun, saat ve tĂ‚rihi bir yere yazdılar.

Bir zaman sonra, MevlĂ‚nĂ‚ Ârif, Harezm'den BuhĂ‚rĂ‚'ya geldi. Bahauddin BuhĂ‚rî'nin buyurduklarını ona anlattılar. "Tam buyurduğu gibi olmuştur." dedi. Talebeleri hayretler icinde kaldı.

Talebelerinden biri anlatır: "Hazret-i HĂ‚ce'nin sohbeti ile şereflendiğimde, talebelerinin buyuklerinden olan Şeyh ŞĂ‚dî, bana cok nasîhat etti ve edebden bahsetti. Bana emrettiklerinden biri; hazret-i HĂ‚ce'nin bulunduğu yere doğru hicbirimiz ayağımızı uzatmayız nasîhati idi. Bir gun hava cok sıcaktı. Gazyût'tan Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a HĂ‚ce hazretlerini ziyĂ‚rete geliyordum. Bir ağacın golgesinde dinlenmek icin yattım. Bir hayvan gelip, ayağımı iki kere kuvvetlice tekmeledi. Fırladım kalktım. Ayağım cok fazla ağrıyordu. Tekrar yattım. Yine o hayvan gelip beni tekmeledi. Kalkıp oturdum ve sebebini duşunmeğe başladım. NihĂ‚yet Şeyh ŞĂ‚dî'nin nasîhatın&#30