Hz. Ali bin Ebi Talib (r.a)

Hz. Ali, Peygamber Efendimizin amcası Ebû TÂlib’in oğluydu. Ebû TÂlib, maddi durumu iyi olmamasına rağmen, uzun yıllar Peygamber Efendimizi ken*di yanında buyuttu. Hatt o sofraya gelmeden ailesinden kimseyi yemeye baş*latmazdı. Cok tecrubelerle, Peygamberimizin “bereket sebebi” olduğunu biliyor*du.

Re*sû*lul*lah (a.s.m.), Hz. Hatice’yle evlendikten sonra, “amcasının yukunu hafif*let*mek ve ona minnet borcunu odemek” duşuncesiyle Hz. Ali’yi yanına aldı. O sı*ralar Hz. Ali henuz 4-5 yaşlarında bir cocuktu. Bu sebeple, cocukluk yılları Pey*gamber Efendimi*zin terbiyesi altında gecti.

KÂinatın Efendisi peygamberlikle vazifelendirildiğinde, Hz. Ali 10 yaşında bulunuyordu. Ona ilk iman etme şerefine, kadınlardan Hz. Hatice, cocuklardan da Hz. Ali ermişti.

Hz. Ali bir gun Peygamberimizle Hz. Hatice’yi namaz kılarken gormuş, hay*ranlıkla seyre koyulmuştu. Namaz bitince hayranlığını gizleyemeyerek cocuk*su bir edayla, Peygamberimize:

“Nedir bu yaptığınız?” diye sordu. Peygamber Efendimiz:

“Ey Ali!” dedi, “Bu, Allah’ın beğendiği dindir. Seni, bir olan Allah’a imana davet edi*yorum. İnsanlara ne faydası, ne de zararı dokunmayan putlara tapmaktan sakındırıyorum!”

Boyle bir teklifle karşılaşan Hz. Ali:

“Bunu babam Ebû TÂlib’e bir danışmam gerekir.” dedi.

Fakat Peygamberimiz henuz davasını acıklamakla emredilmemişti. Bunun duyulmasını istemiyordu:

“YÂ Ali, soylediğimi kabul edersen et, etmezsen kimseye soyleme!” buyurdu.

O geceyi duşunerek geciren Hz. Ali, sabah olunca Re*sû*lul*lah’ın huzuruna cıktı ve yaşından beklenmeyecek bir şekilde şoyle dedi:

“Allah beni yaratırken Ebû TÂlib’e sormadı ki, ben de O’na ibadet etmek icin gidip babama danışayım!”

Hz. Ali bu sozleriyle, Re*sû*lul*lah’ın terbiyesinde yeti*şen bir kişiden beklenen olgunluğu gostererek imanla şereflendi.

Artık bundan sonra Hz. Ali, Re*sû*lul*lah’ı bir golge gibi takip etti. Fakat anne ve babası başına bir iş gelir duşuncesiyle durumdan endişeye kapıldılar. Fakat Ebû TÂlib, Re*sû*lul*lah ile goruşup onu dinledikten sonra, kendisine hak verdi. Kendisi Musluman olmamakla beraber, Hz. Ali’nin Peygamberimize tabi olmasına rıza gosterdi. Nitekim muşriklerin işkencesinden dolayı endişe eden hanımına Ebû TÂlib şu cevabı verdi:

“Eğer nefsim, AbdulmuttÂlib’in dinini bırakmak hususunda bana itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tabi olurdum. Cunku o halimdir, emindir, tahirdir.”[1]

Hz. Ali daha once hic puta tapmamıştı. Onlardan hep nefret ederdi. Mekke devri bo*yunca Peygamberimizin yanından hic ayrılmadı. Hicret sırasında da Peygamber Efendimizin yatağına yatmakla muhim bir vazife gordu.

Re*sû*lul*lah (a.s.m.), Hz. Ebû Bekir’le birlikte Mekke’yi terk etmeden once Hz. Ali’den o gece kendi yatağında yatmasını istemişti. Yanında bulunan muşrikle*re ait ema**netleri de kendisine bıraktı. Emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine’ye hicret etmesini soyledi.

Muşrikler o gece Re*sû*lul*lah’ın evinin cevresini kuşattılar. Mevzilendikleri yerden, gu*nun ışıyıp Peygamber Efendimizin evinden cıkacağı Ânı gozetlemeye başladılar. Cun*ku o zamanın Âdetlerine gore, bir insanı evinin icinde oldurmek buyuk bir korkaklık sayılırdı.

Re*sû*lul*lah, yatağına Hz. Ali’yi yatırıp gece yarısı evden cıktı. Yerden bir avuc toprak alıp muşriklerin uzerlerine attı ve YÂsin Sûresi’nin ilk sekiz Âyetini okuyarak gozleri onunden cekip gitti. Muşriklerden hicbiri kendisini gormemişti.

Muşrikler hÂl bekliyordu. Bir ara Re*sû*lul*lah’ın evden cıkmış olabileceğini duşunduler. Hane-i Saadet’in penceresinden baktılar. Hz. Ali’yi Peygamberimiz sandılar, “İşte Muhammed yatıyor.” diyerek beklemeye devam ettiler.

Sabah olunca, daha fazla beklemeye tahammul edemeyip iceri daldılar. Ya*takta Hz. Ali’yi gorunce şaşkına donduler. Peygamberimizin nerede olduğunu sordularsa da, Hz. Ali cevap vermedi. Muşrikler fazla ustelemediler, zaman kaybetmemek icin etrafa adamlar saldılar.

Oradan ayrılan Hz. Ali, emanetleri sahiplerine teslim etti. Uc gun sonra o da Medine’nin yolunu tuttu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı. Oyle ki, ayaklarının altı yarılıp kabarmıştı. Peygamberimiz onun bu acıklı hÂlini gorunce şefkatin*den gozyaşlarını tutamadı. Sonra da ayaklarının altını mubarek eliyle meshetti. İyileş*mesi icin duada bulundu. O anda Hz. Ali’nin butun ağrı ve sızıları gecti, şifa buldu.[2]

Hz. Ali’nin en mumtaz vasfı, cesaret ve şecaatiydi. Katıldığı butun savaşlarda kah*ramaklık ve cesaretin en guzel orneklerini gostermişti.

Mesela Uhud Savaşı’nda muşriklerin butun gucleriyle Peygamberimizi şehit etmek icin saldırdıkları sırada vucudunu ona siper edenlerden biri de oydu. Bir ara muşriklerden bir grup, Re*sû*lul*lah’a (a.s.m.) doğru geliyordu. Re*sû*lul*lah, Hz. Ali’ye, muşrikleri karşılamasını emretti. Hz. Ali hucum edip hepsini darmadağın etti. Birisini de oldurdu. Az sonra bir başka grup daha saldırdı. Peygambe*rimiz onları da Hz. Ali’ye havale etti. Hz. Ali onlardan Şeybe bin MÂlik’i oldur*du.



Bunun uzerine Cebrail (a.s.), Peygamber Efendimize geldi ve:

“YÂ Re*sû*lal*lah! Ali’nin yaptığı buyuk bir iyilik ve civanmertliktir.” dedi. Peygamberimiz de:

“O bendendir, ben de ondanım.” buyurarak Hz. Ali’yi taltif etti. Cebrail,

“Ben de her ikinizdenim.” buyurarak bu taltifi daha da latifleştirdi. Bu sırada semadan şoyle bir ses işitildi:

“Ali gibi yiğit, ZulfikÂr gibi kılıc olmaz.”

Hz. Ali, Uhud Savaşı’nda muşrikler tarafından birkac defa yere duşurulmuş, ama her defasında Cebrail (a.s.) tarafından ayağa kaldırılmıştı.[3]

Hayber’in fethi guclukle gercekleşmişti. Cunku Hayber, volkanik bir arazi uzerinde sağlam kalelerden meydana gelmiş bir yerleşim yeriydi. Medine’den surgun edilen Yahudilerin coğu burada oturuyordu. Muhasara devam ederken, bir gun Peygamber Efendimiz şoyle buyurdu:

“Yarın sancağı oyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resûlu onu sever, o da Al*lah ve Resûl’unu sever. Allah, onun eliyle fethi gercekleştirecektir.”

Bu soz uzerine mucahitleri bir merak sardı. Kimdi bu buyuk şerefe nail ola*cak insan? Sahabilerden bircoğu bu şerefe kendilerinin erişmesini arzuluyordu. Bunlardan biri de Hz. Omer’di. Bu hadise icin, “Kumandanlığı o gunku kadar hicbir zaman arzu etmedim. Sancak icin cağırılırım umidiyle bekledim.” demiş*tir.

Herkes dort gozle sabahı bekliyordu. Nihayet beklenen an geldi. Peygambe*rimiz:

“Sancağı getirin.” buyurdu. Sancağı getirdiler. Re*sû*lul*lah (a.s.m.):

“Ali nerededir?” buyurdu. Hz. Ali geldi, fakat gozlerinden rahatsızdı. Re*sû*lul*lah mu*barek eliyle gozlerini meshetti:

“Allah’ım! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını Ali’den gider” diye dua etti. Sonra da: “Allah sana fethi nasip edinceye kadar yuru!” buyurdu. Gozlerinin ağrısı gecen Hz. Ali he*defe doğru ilerledi.[4]

Hz. Ali, Re*sû*lul*lah’ın beyaz sancağını Hayber Kalesi’nin onune dikti. Bu arada Hayberlilerin kuvvetli ve cesur bir adamı kabul edilen Merhab, askerleriyle bir*likte kaleden cıktı. İki kat zırh giymiş ve iki adet de kılıc kuşanmıştı:

“Ben,” diye kukredi, “arslanları bile kılıc ve mızrakla yere seren biriyimdir!” Hz. Ali ise:

“Ben de annemin bana ‘Haydar’ adını taktığı insanım. Cesarette ormandaki en heybetli arslanlar gibiyim. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!” diye haykır*dı.

Yapılan teke tek mucadelede Hz. Ali, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab’ı ikiye bolerek yere serdi. Manzarayı goren Re*sû*lul*lah:

“Sevininiz, artık Hayber’in fethi kolaylaştı!” buyurdu.

Bunun uzerine mucahitler hep birden hucuma gecip kaleyi ele gecirdiler. Hz. Ali, pek ağır olan kalenin demir kapısını yerinden sokup kalkan olarak kullandı. Harp bitince kapıyı yere bıraktı. Fakat sekiz kişi kapıyı yerden kaldıramadı…[5]

Hz. Ali, Tebuk Savaşı haric, Peygamberimizle birlikte butun savaşlara katıl*dı. Bu savaşa katılmamasının sebebi de, Re*sû*lul*lah’ın Medine’de, yerine onu ve*kil bırakmasıydı.

Cihat ordusundan geri kalmak, Hz. Ali gibi bir kahramana cok ağır gelmişti:

“YÂ Re*sû*lal*lah,” dedi, “siz beni cocuklar ve kadınlar arasında mı bırakıyorsu*nuz?!”

Bunun uzerine Peygamber Efendimiz:

“Harun’un MûsÂ’ya vekÂlet ettiği gibi, sen de bana vekÂlet etmeyi istemez misin? Ne var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.” buyurdu.

Hz. Ali bu ifadeler uzerine rahatladı ve Peygamberimizin vekili olarak Me*dine’de kaldı.[6]

Hz. Ali’nin en bariz vasıflarından biri de, ihlasıydı. Her işinde Allah’ın rızasını esas maksat yapmıştı. Bir işe nefsi ve duyguları karıştığı zaman hemen ondan yuz cevirirdi.

Bu mevzuyla ilgili bir hadiseyi Bediuzzaman Hazretleri şoyle nakleder:

Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, bir kÂfiri yere atmış. Kılıcını cekip keseceği zaman o kÂfir ona tukurmuş. O kÂfiri bırakmış, kesmemiş. O kÂfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”

Dedi: “Seni Allah icin kesecektim. Fakat bana tukurdun, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı icin ihlasım zedelendi. Onun icin seni kesmedim.”

O kÂfir ona dedi: “Beni cabuk kesmen icin seni hiddete getirmekti. Madem di*niniz bu kadar safi ve hÂlistir; o din haktır.”[7]

Hz. Ali, butun amelinde takvayı esas alırdı. Başkalarına da takvayı tavsiye ederdi. Bununla ilgili olarak şoyle derdi:

“Takvaya dikkat edin ve onu amellerinizin Allah katında makbul olmasına vesile ya*pın. Takvayla yapılan ibadet hicbir zaman az sayılmaz. Makbul amel hic az olur mu?…”

Hz. Ali (r.a.), tevekkul ve kadere rızanın saadet kaynağı olduğuna inanırdı. Bu hususta da şoyle derdi:

“Kadere razı olmayan, imanın tadını alamaz. Kişi Allah’ın takdir ettiği şeye razı olsa da, olmasa da mutlaka o başına gelecektir. Fakat kaderine razı olan se*vap kazanır, razı olmayan ise gunahkÂr olur.”

Hz. Ali, her hususta Peygamberimizden en cok istifade eden sahabilerdendi. Peygam*ber Efendimiz onun ilminin buyukluğunu ifade icin:

“Ben ilmin şehri*yim, Ali de kapısıdır. İlim oğrenmek isteyen, onun kapısından gelsin.”[8]buyurmuştur.

Hz. Ali (KerremallÂhu Veche), Kur’Ân ilmine en cok vÂkıf olan zattı. Han*gi Âyetin nerede, hangi hadise uzerine, kimin icin indiğini cok iyi bilirdi. Bir ko*nuşma esnasında, kalabalık bir topluluğa şoyle hitap etti:

“Bana sorunuz. Vallahi bana sorduğunuz her şeye cevap vereceğim! Bana Al*lah’ın Kitabı’ndan sorunuz. Vallahi hicbir Âyet yoktur ki, ben onun gece mi gun*duz mu, dağda mı ovada mı indiğini bilmeyeyim…”[9]

Hz. Ali’nin bu faziletlerinin yanı sıra Peygamber Efendimizin en kucuk ve en sevgili kızı Hz. FÂtıma’yla evlenmesi de onun icin pek buyuk bir şereftir. Pey*gamber Efendimizin Medine’yi teşriflerinden beş ay sonra Hz. Fatıma, Hz. Ali’yle nikÂhlanmış, Hicret’in 2. yılında Bedir Savaşı’ndan sonra da evlenmişler*dir.

Duğun icin Re*sû*lul*lah (a.s.m.), Hz. BilÂl-i Habeşî’ye, “Dort-beş avuc un ek*mek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin!” diye emretmiş. BilÂl-i Habeşî Haz*retleri der ki:

“Ben yemeği getirdim, mubarek elini ustune vurdu. Sonra Sahabiler taife taife gelip yediler, gittiler. O yemekten geri kalan miktar icin de dua etti. Butun hanımlarına birer kÂse gonderildi. Ayrıca emretti ki: ‘Hem yesinler, hem de yanlarına gelenlere yedirsinler.’ Evet, boyle mubarek bir evlilikte, elbette boyle bir bereket lazımdır ve vukuu katidir.”[10]

Birer sene arayla bu mubarek evlilikten Hz. Hasan ve Huseyin’in dunyaya ge*lişi, Peygamber Efendimizi cok sevindirdi. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), nur torunları Hz. Hasan ve Huseyin’i son derece sever, onları omuzlarına alır, taşır*dı. Ve haklarında şoyle buyururdu:

“Onlar benim dunyada opup kokladığım iki reyhanımdır.”[11]

* * *

Bir gun Hz. Hasan ve Huseyin hastalanmıştı. Hz. Ali ile Hz. FÂtıma, sevgili yavruları iyileşirse Allah rızası icin uc gun oruc tutmayı adadılar. CenÂb-ı Hak yavrulara sıhhat ve afiyet verince, adaklarını yerine getirmek uzere oruca başla*dılar. Akşam olmuş, iftar vakti gelmişti. Fakat yiyecek olarak ancak bir parca ekmekleri vardı. O sırada kapıda bir yetim belirdi. Ekmeği ona verip ken*dileri suyla iftar ettiler. İkinci ve ucuncu gun de ust uste bir fakir ve esir geldi. Yi*yeceklerini onlara verdiler. Uc gun ust uste ac kalmanın tesiriyle gucsuz duştuler. Sabah olunca yavrularını da alarak Peygamber Efendimizin huzuruna gitti*ler. Renklerinin solgunluğu Peygamberimizin dikkatini cekti:

“YÂ Ali!” dedi. “HÂliniz nedir?”

Hz. Ali, başlarından gecen hadiseyi anlattı. Derken Cebrail gel*di ve İnsÂn Sûresi‘nin şu mealdeki 5-10. Âyetlerini vahyetti:

“İyiler, şuphesiz guzel kokulu ve serin kÂfur dolu bir kadehten icerler. O bir pınardır ki, ancak ondan Allah’ın veli kulları icer. Onu nereye isterlerse peşle*rinden akıtırlar, fışkırtırlar. Onlar adaklarını yerine getirirler. Şerri yaygın olan gunden korkarlar. Yemeğe olan sevgi ve iştihalarına rağmen fakiri, yetimi, esiri doyururlar. Biz size ancak Allah rızası icin yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkur istemeyiz. Cunku biz Rabb’imizden ve yuzlerin ekşiyeceği o cetin gunden korkarız, derler.”

Peygamber Efendimiz, gelen bu vahyi kendilerine bildirdiğinde o kadar cok sevindiler ki, uc gunluk aclığın verdiği bitkinliği unuttular.[12]

* * *



Hz. Osman’ın şehit edilmesi uzerine karışıklık surup gidiyordu. Asiler, Hz. Osman’ın yerine kime halife olmasını teklif etmişlerse hep ret cevabı aldılar. Kimse boyle bir zamanda hilafeti almak istemiyordu. Nihayet fitnenin daha faz*la yayılmaması icin Medineliler bir araya gelerek “Hz. Ali’nin halifeliği”nde ittifak ettiler. Hz. Ali kabul et*mek istemediyse de, karışıklığın onunu almak, fitne ve fesadı onlemek icin bu ağır mesuliyeti kabul etmek zorunda kaldı.

Hz. Ali’yi bekleyen muşkiller pek coktu. İlk once her tarafa kendi tayin ettiği valileri gonderdi. Tayin ettiği valilerin hepsi de idarecilik hususunda liyakatliy*di. Hz. Ali, valilerine guveniyordu. Onları vazifelerine gonderirken birtakım tavsiyede bulundu. Onun bu tavsiyeleri her zaman aynı canlılığı korumakta*dır. Mesela bunlardan Mısır Valisi MÂlik’e yaptığı şu konuşma, cok ibretli*dir:

“Ey MÂlik! Ben seni oyle memleketlere gonderiyorum ki, bircok hukûmet senden once oralarda adalet surdu, zulmetti. Sen vaktiyle nasıl onceki valilerin icraatını gozden geciriyorsan, halk da şimdi oylece senin icraatını gozetecek. O zaman senin onlar hakkında soylediklerini halk da şimdi senin hakkında soyle*yecek. Kimlerin iyi ve doğru olduğu, ancak Allah’ın kendi kulları dilinden soy*lettiği sozlerle anlaşılır. Onun icin en sevimli azığın, doğru ve adil işlerin olsun. Hevesatına hÂkim ol.

“Halkın icin kalbinde sevgi ve merhamet duyguları, lutuf meyilleri besle. Sa*kın bicarelerin başına, kendilerini yutmayı bekleyen bir cani kesilme! Cunku bunlar iki sınıftır: Ya dinde kardeşin, ya yaradılışta bir benzerin… Evet, kendile*rinden hata sadır olabi*lir, birtakım arızalar cıkabilir. ‘Ben mutlak guce sahibim, emrederim, itaat ederler.’ de*me. Cunku bu, kalbi fesada vermek, dini zaafa uğrat*mak ve felakete yaklaşmaktır. Şayet elindeki kudret sana bir buyukluk duygusu veriyorsa, derhÂl melekutun azametine bak ve senin kendi kendine guc yetiremediğin şeylerde, Allah’ın sana karşı Kadîr olduğunu duşun. İşte bu duşunce, senin o yukseklerde ucan nazarını yere indirir, şiddetini giderir; seni bırakıp gi*den aklını başına getirir.

“Allah’a ve insanlara karşı adaletten ayrılma. Boyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Kullara zulmetmenin davacısı Allah’tır. Birinin hasmı Allah oldu mu, o kimsenin tutunabileceği butun huccetler batıldır. Dunyada zulum kadar Al*lah’ın lutfunu değiştirip kahrını cabuklaştıracak bir şey yoktur. Allah, zulum al*tında inleyenlerin iniltisini işitir ve zalimleri de gorur.

“İnsanlar hakkında butun kin duğumlerini coz. Seni intikama doğru surukle*yecek iplerin hepsini kes. Şunu bunu cekiştiren gammazların sozune carcabuk inanma. Cunku gammaz, ne kadar saf gorunurse gorunsun, yine dessastır. Ne cimriyi, ne korkağı, ne de sana ihtirası hoş gosterecek hırslı kimseleri meclisine sokma.

“Muşavirlerin icinde en ziyade beğeneceğin, sana acı hakikatleri herkesten cok soyle*yen olsun. Sadık ve Allah’tan korkan adamları kendine sırdaş edin. Se*ni alkışlamaları*na, yapmadığın şeyleri sana isnat ederek keyfini getirmelerine musaade etme. Cunku al*kışın coğu insanı gurura yaklaştırır. Sakın, adamın iyisi ile kotusu, yanında bir olmasın! Zira bu ceşit bir eşitlik, iyileri iyilikten soğutur, kotulerin de fenalığa meylini artırır.

“Memurları secerken sadece simalarını tetkik ve husn-u zannın kÂfi gelme*sin. Cunku insanlar daima yapmacık davranıp guzel hizmet gostererek, zahire gore hukmeden valilerin gozune girebilir. HÂlbuki işin otesinde ihlas namına bir şey yoktur. Onun icin, senden once halkın arasında iyilikleriyle tanınanları sec.

“Her turlu careden mahrum fukara ve felaketzedeler, koturumler hakkında Allah’tan kork, hem cok kork! Bunlar arasında hÂlini soyleyen de olur, soyleyemeyen de… Hepsinin hakkını gozetmek senin vazifendir. Sakın buyukluk, seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın! HÂsılı oyle calış ki, huzur-u İlahiye cıktığın zaman, ‘Gucumun yettiği kadarını yaptım.’ diyebilesin.

“Ben, AleyhissalÂtu VesselÂm Efendimizden birkac yerde işittim: ‘Zayıfın hakkının kuv*vetlisinden rahatca alınamayan bir millet, hicbir zaman kuvvetlenemez.’ buyurmuştu.

“Her gunun işini o gun gor. Cunku diğer gunlerin kendine mahsus işi var*dır.

“Valinin hususi ve yakın adamları bulunur. Bunların iltiması, zulmu ve mua*mele*ler**de insafsızlığı gorulebilir. Sen onların zararını, bu gibi durumların se*beplerini kokun*den kaldırmakla kes. Etrafındakilere, yakınlarına, akrabana katiyen toprak verme. Bunlardan hicbiri, senden cesaret alıp etrafındakileri sı*kıntıya sokacak şekilde mal biriktirmeye tamah etmesin. Bunun kÂrı senin ol*madığı gibi, Ârı hem dunyada hem de ahirette senindir.

“Sakın kendini beğenme! Sakın nefsinin sana hoş gelen cihetlerine guvenme! Sakın yuzune karşı ovulmeyi isteme! Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa, hepsi*nin mahvı icin şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sakın halkına etti*ğin iyiliği başına kakma, yaptığın işleri mubalağalı gosterme yahut kendileri*ne olan vaadinden donme… Cunku minnet etmek, iyiliği bitirir; mubalağa, hakikati sondurur; sozunden donmek ise, Yaratıcı‘nın da, halkın da nefretini celbeder.

“Sakın bir işe vaktinden once atılma, vakti gelince de tembellik etme! Acıklı*ğa kavuşmamış işlerde inat etme, acıklığa kavuştuğu zaman da gevşeme, her işi yerli yerince yap. Herkesin eşit olduğu noktalarda kendine imtiyaz tanımak*tan cekin. Calıştırdığın adamların ortaya cıkmış kotuluklerinden dolayı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma.

“Hiddetine, gazabına, eline, diline hÂkim ol. Bunların hepsinin kotuluğunden masun kalabilmek icin şiddetini geciktir ki, ofken gecsin de iradene sahip ola*sın.”[13]

Hz. Ali, adaletin mutlaka yerini bulması cok titiz davranırdı. Makam ve mev*kileri ne olursa olsun, hukuk ve hÂkim karşısında insanların eşit olduğunu biz*zat kendi hayatıyla ispatladı. Muminlerin halifesi olduğu hÂlde, bir Yahudi’yle muhakeme edilmekten cekinmedi. Şoyle ki:

Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’na giderken yolda zırhını kaybetmişti. Harp bitip Kûfe’ye don*duğunde, zırhını bir Yahudi’nin elinde gordu. Yahudi’ye şoyle dedi:

“Bu benim zırhımdır. Onu ne birine sattım, ne de hediye ettim.” Yahudi:

“Bu benim zırhımdır ve benim elimdedir.” dedi.

Hz. Ali, isteseydi zırhı ondan hemen alabilirdi. Fakat kesin olarak kendisi haklı da ol*sa, meselenin hÂkim onunde halledilmesini teklif etti:

“O hÂlde hÂki*me gidelim.” dedi. Birlikte hÂkime gittiler.

HÂkim, adaletiyle tanınan Kadı Şureyh idi. Hz. Ali huzura girdiğinde, hÂkimin ya*nı*başına gecip oturdu ve bu hareketinin sebebi olarak da:

“Hasmım Yahudi olmasaydı elbette onunla aynı yerde otururdum. Fakat ben Re*sû*lul**lah’tan, ‘Al*lah’ın onları kuculttuğu yerde siz de onları kucultun!’ buyurduğunu işittim.” de*di.

KÂdı Şureyh, Hz. Ali’ye:

“Ey muminlerin emîri! Aranızdaki mesele nedir?” dedi. Hz. Ali:

“Şu Yahudi’nin elindeki zırh benim zırhımdır. Ben onu ne birine sat*tım, ne de hediye ettim.”

Meseleyi anlayan kadı, Hz. Ali’ye:

“Bu iddianı ispat edecek delilin var mı?” diye sordu. Hz. Ali:

“Evet, var.” dedi, “Hizmetcim Kanber ve oğlum Hasan, bu zırhın be*nim olduğuna iki şahittir.” Kadı Şureyh:

“Oğulun baba icin şehadeti caiz değildir.” dedi. Hz. Ali:

“Cennet ehli birinin şehadeti nasıl kabul olmaz?! Ben Re*sû*lul*lah’ın, ‘Hasan ve Huseyin, cennet genclerinin efendileridir.’ buyurduğunu işittim.” dedi.

Neticede Şureyh, delil yetersizliğinden davayı Yahudi’nin lehine neticelen*dirdi. Bu buyuk adalet karşısında Yahudi daha fazla dayanamadı ve şoyle demekten kendini alamadı:

“Muminlerin emîri, beni hÂkime goturdu, kendi tayin ettiği hÂkim de kendi aleyhinde hukum verdi. Ben şehadet ederim ki, bu din haktır. Ve yine ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de onun Resûl’udur. Bu zırh senindir. Devenden duşmuştu, ben de almıştım.”

Hz. Ali, bu neticeye cok sevindi:

“Mademki Musluman oldun, ben de zırhı sana hediye ediyorum” dedi.[14]

Hz. Ali, kendisinden onceki uc halifeye butun gucuyle destek oldu. Uc halife de, muhim meselelerde Hz. Ali’yle istişare ederek onun fikrine değer verdi*ler.

Diğer taraftan Hz. Ali, Hz. Osman zamanındaki fitne hareketlerinin onlen*mesi icin elin*den gelen gayreti gosterdi. Fakat kaderin bir tecellisidir ki, Hz. Os*man’ın şehade*tiy*le neticelenen hadiselere mÂni olamadı.

Hz. Ali’nin kendi hilafet doneminde de tamamen bir ic karışıklık hukum surdu. Muslumanlardan bir kısmı Hz. Ali’yi, bir kısmı Hz. MuÂviye’i halife olarak ta*nıdı. Hz. MuÂviye, Hz. Osman’la akraba olduğu icin kanını dava etti. Katillerin cezalandırılmasını istedi.

Fakat Hz. Osman’ı kimin oldurduğu bilinmiyordu. Sadece birkac kişiden şupheleniliyordu. Hz. Ali zaman istedi. Şuphe uzerine kısas yapamayacağını soyledi. Katil belirlendiğinde gerekli cezanın verileceğini vaat etti. Ancak Hz. MuÂviye acele ediyordu. Neticede iki sahabi arasında, ictihat farklılığı yuzun*den kanlı savaşlar oldu. Bircok Musluman şehit edildi. Bunun icin Musluman*lar arasındaki birlik ve beraberlik bir turlu temin edilemedi.

Nihayet Hz. Ali, Hicret’in 40. yılında Kûfe’de şehit edildi. Muslumanların tamamı MuÂviye’ye biat ettiler.

Peygamberimizin yanında Hz. Ali’nin apayrı bir yeri vardı. En sevgili kızını ona nikÂhlaması bunu gosterdiği gibi, Peygamberimizin (a.s.m.) onun hakkın*daki şu mubarek hadisleri de bunu gosterir:

“O, Allah ve Resûl’unu sever, Allah ve Resûl’u de onu sever.”[15]

“Ali’yi seven beni sevmiş, beni seven Allah’ı sevmiş olur. Ali’ye kızan bana kızmış, bana kızan da Allah’a kızmış olur.”[16]

“Ben Ali’denim, Ali de bendendir.”[17]

“Munafık olan, Ali’yi sevmez; mumin olan da, ona kin duymaz.”[18]

“YÂ Ali, sen dunyada ve ahirette benim kardeşimsin.”[19]

“Ali’ye soven, bana sovmuş olur.”[20]

Hz. Ali’den 586 hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan birkacının meali şoy*ledir:

“Re*sû*lul*lah: ‘Cennette oyle odalar vardır ki, iceriden dışarısı, dışarıdan da icerisi gorunur.’ buyurdu. Bunun uzerine bir zat: ‘YÂ Re*sû*lal*lah, bu odalar kim*ler icindir?’ diye sordu. Re*sû*lul*lah: ‘Tatlı konuşan, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uyurken geceleri namaz kılan kimselere aittir.’ buyurdu.”[21]

“Her kim Kur’Ân’ı okur, ezberler, helalini helal, haramını haram bilirse, Allah onu cennete koyar ve ailesinden cehennemlik 10 kişiye de şefaatci yapar.”[22]

“Ey Ali! Uc şeyi geciktirme: Vakti giren namazı, hazır olan cenazeyi ve dengi*ni bulan kız veya dul kadını evlendirmeyi…”[23]

Hz. Ali’nin bize kadar ulaşan bircok hikmetli sozu vardır. Bunlardan birka*cı şoyledir:

“Cenneti arzulayan kimse, dunyada nefsin arzu ettiği şeylerden uzak dur*sun.”

Hz. Ali bir defasında:

“Kurtuluş imkÂnı elinde olduğu hÂlde mahvolan insa*na şaşarım doğrusu!” demişti. Dinleyenler:

“Ey Ali, kurtuluş imkÂnı nedir?” diye sordular. Hz. Ali:

“Allah’tan af dilemek.” cevabını verdi.

“Az konuş ki, selamette olasın. Susmak, cennete girmek icin bir vesiledir. Sırrını soyleme dostuna; dostunun dostu vardır, o da soyler dostuna!”

CenÂb-ı Hak, ondan razı olsun ve bizleri şefaatine nail eylesin!
__________________