EBU HANİFE (80/150 - 700/767)

İmam Âzam (buyuk İmam) lĂ‚kabıyla bilinen, Ebû Hanife kunyesiyle meşhur NumĂ‚n b. SĂ‚bit b. Zevta (Zûta) mutlak muctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı.

Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında doğdu. NumĂ‚n ve ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Turk olduğu şeklinde değişik goruşler vardır. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeoğulları kabilesinin Ă‚zatlısı olup, Hz. Ali zamanında KĂ‚bil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerleşti. Zûta'nın oğlu SĂ‚bit de Kûfe'de ipek ve yun kumaş ticaretiyle uğraştı. İslĂ‚m'ın hĂ‚kim olduğu bir ortamda yetişen NumĂ‚n b. SĂ‚bit kucuk yaşta Kur'Ă‚n-ı Kerîm'i hıfzetti. KırĂ‚atı, yedi kurrĂ‚dan biri olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı rivĂ‚yet edilir (İbn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) NumĂ‚n gencliğini ticaretle gecirdikten sonra İmam Şa'bî (20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle oğrenimine devam etti. Arapca, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir oğrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve butun Irak bolgesi muslim-gayrimuslim bircok duşuncenin, itikĂ‚dı fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife'nin de bu itikĂ‚dı tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şoyle anlatmaktadır: "Gunun birinde Şa'bî'nin yanından geciyordum. Beni cağırdı ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Carşı pazara' dedim. O, 'Maksadım o değil, ulemĂ‚dan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hicbirinin' diye cevap verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemĂ‚ ile goruşmeyi sakın ihmal etme. Ben senin uyanık ve aktif bir genc olduğunu goruyorum' dedi. Onun bu sozu benim icimde iyi bir etki yaptı. Ticareti bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah'ın inĂ‚yetiyle Şa'bî'nin sozunun bana cok faydası oldu." Kendisinin de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun icin bir donum noktası olmuştur. Bundan boyle ticaret işini ortağı Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dukkĂ‚nına uğrayacak, asıl işi ilim meclislerine devam etmek olacaktır. O zaman Numan henuz yirmiiki yaşındadır (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Cev.: Osman Keskioğlu. İstanbul 1970. 43).

Ebû Hanife'nin yaşadığı yer ve cağda itikĂ‚dı fırkalar coğalmış, bir suru sapık fırkalar ortaya cıkmış, Emevi hukumdarlarının Ehl-i Beyt'e zulmu devam etmiştir. Mantığı cok kuvvetli olan NumĂ‚n b. SĂ‚bit hicbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelĂ‚m ilmine yoneldi. Tartışmak (cedel) icin sık sık Basra'ya gitti, ancak kelĂ‚m ve cedel'in din dışı olduğunu gorerek fıkh'a yoneldi. "Arkadaşını tekfir etmek isteyen ondan once kufre duşer" diyordu (Hatib el-BağdĂ‚dî, TĂ‚rihu BağdĂ‚d, XIII, 333). Kendisi bunu şoyle anlatır: "SahĂ‚bi ve tĂ‚biin, bize gelen konuları bizden iyi anladılar. Aralarında sert munĂ‚kaşa ve mucĂ‚dele olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha teşvik ettiler; fetvĂ‚ verdiler, birbirinden fetvĂ‚ sordular. Bunu anlayınca ben de munakĂ‚şa, cedel ve kelĂ‚mı bıraktım; selefin yoluna dondum. KelĂ‚mcıların selefin yolunda olmadığını; cedelcilerin kalpleri katı, ruhları kaba, nasslara muhĂ‚lefetten cekinmeyen, verĂ‚ ve takvĂ‚dan uzak kimseler olduklarını gordum" (İbnu'l BezzĂ‚zı, MenĂ‚kîbu Ebî Hanife, I, 111).

NumĂ‚n, babasıyla onaltı yaşında hacca gittiğinde ortada tĂ‚biînden AtĂ‚ b. Ebî RebĂ‚h, Abdullah İbn Omer ile tanışarak onlardan hadis dinlediği, rivĂ‚yet edilir (Abnu'l Esir, Usdu'l-ĞĂ‚be, III, 133). Kendisi, tĂ‚biînden sayılır ve etbau 't-tĂ‚biînin buyuklerindendir. Onun, gencliğinde cağının butun duşunce akımlarını izlediği, ihtilĂ‚fları cok iyi tesbit ettiği zikredilmektedir (Şa'rĂ‚nı, Tabakatu'l-KubrĂ‚, I, 52-53). Fıkıhta karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra geleneğe uyarak kendisine bir ustad Ă‚lim secti. Onsekiz yıl Irak'ın buyuk fakihi HammĂ‚d b. Ebî Suleyman (o.120/737)'ın derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yıllık oğrencilikten sonra kendi kursusunu acmak istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının HammĂ‚d tarafından tasvib edildiği ve yirmisinin duzeltildiğini gorunce bundan vazgecerek onun olumune kadar vekĂ‚letinde bulundu. Ozellikle o sırada varolan şu dort fıkhı oğrendi: İstinbat, Hz. Omer fıkhı, Abdullah b. Mes'ud fıkhı, Abdullah b. AbbĂ‚s fıkhı. Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp ortaya koymaya, ikincisi maslahata, ucuncusu tahrice, dorduncusu Kur'Ă‚n ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, İslĂ‚m'da Fıkhı Mezhepler TĂ‚rihi, Cev: Abdulkadir Şener, II, 132).

Hocası HammĂ‚d b. Ebî Suleyman, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi iki buyuk Ă‚limden fıkıh okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fıkhına sahip Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'ın fıkhından faydalandı. Ebû Hanife'nin fıkhında daha ziyĂ‚de İbrahim en-Nehaî okulunun tesiri gorulur. Dehlevî, "Hanefi fıkhının kaynağı, İbrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il BĂ‚liğa, 1, 146). Ayrıca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartışılmaz bir ilim elde etmiştir. Onun tĂ‚cir olarak halkın gunluk hayatıyla ic ice oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip bircok Ă‚lim ile duşunce alışverişinde bulunması, bu alanda saygınlığına sebep olmuştur. Hac seyahatlerinde tĂ‚biîn Ă‚limlerinin ileri gelenleriyle goruşmuş, ilmî sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis dinlemiştir. AtĂ‚ b. Ebî RebĂ‚h, Atiyye el-Avfı, Abdurrahman b. Hurmuz el-A'rec, İkrime, NĂ‚fi', KatĂ‚de bunlardan bazılarıdır (Zehebî, MenĂ‚kibu'l-İmĂ‚m Ebı Hanife ve Sahiheyni Ebı Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Mısır). Kendisi şoyle der: "Hz. Omer'in fıkhını, Hz. Ali'nin fıkhını, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah İbn AbbĂ‚s'ın fıkhını onların ashĂ‚bından aldım" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).

Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de butunuyle bırakmadı. Bu, onun helĂ‚l rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaclarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf'un parasının bittiğini soylemesine ihtiyac bırakmadan o Ebû Yusuf'u murĂ‚kabe eder, yardımda bulunurdu. Gucu yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Bircokları ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; cunku o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emĂ‚net kĂ‚idesine uyar, kotu malı uste, iyisini alta koyardı, muhtac satıcıyı somurmezdi. Bir defasında bir kadın, satmak uzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu. Kadın yuz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yuz dirhemden fazla ettiğini soyledi. Kadın yuzer yuzer artırarak dort yuze cıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini soyleyince kadın, "Benimle eğleniyor musun?" demişti. Ebû Hanife de, "Ne munasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam cağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yuz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında gunumuze kadar anlatılarak, ticarette durustluğe dĂ‚ir bir darb-ı mesel haline gelmiştir.

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkuru cok, konuşması az, Allah'ın hudûdunu olabildiğince gozeten, dunya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sozlerden hoşlanmayan, sorulara az ve oz cevap veren cok zeki bir muctehiddi. Fıkhı sistematik hale getirip butun dunyevî meselelerin leh ve aleyhteki bicimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası cıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı muctehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, MenĂ‚kıbu'l-İmĂ‚m Ebû Hanife, II, 218). Muctehid oğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf (158), Muhammed b. Hasan es-ŞeybĂ‚nî (189) DĂ‚vûd et-TĂ‚; (165), Esed b. Amr (190), Hasan b. ZiyĂ‚d (204), Kasım b. Maan (175), Ali b. Mushir (168), Hibban b. Ali (171)'dir. Ebû Hanife'nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvĂ‚ istemeye gelen halk icin verdiği fetvĂ‚lardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlu eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes goruşunu soyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cumleler halinde yazdırırdı. Bu sozleri en yakın muctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişĂ‚re, bir diyalog merkezi, bir hur duşunce okulu idi. Ebû Hanife'nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvĂ‚larının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine verdiği oğutlerde, ilimde hur duşunce ve araştırmanın yollarının tutulması, cĂ‚hil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi onemli kayıtlar vardır: "Halka yaklaş, fĂ‚sıklardan uzaklaş. İnsanlığında kusur etme, kimseyi kucuk gorme. Bir meselede goruşunu sorana bilinen goruşu tekrarla ve sonra o meselede şu veya bu şekilde başka goruşler de bulunduğunu zikret. Halka yumuşak davran, bıkkınlık gosterme, onlardan biriymişsin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim goruşum en doğrudur" demedi; hattĂ‚, kendisinin de bir goruşu olduğunu ama daha iyi bir goruş getirene uyacağını soylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, cunku yarın goruşunu değiştirebileceğini ifade ederdi. Demek ki, hic bir zaman kendisi mezhebî taassub icinde olmamıştır. Aktif bir şekilde olmasa da doneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bolumu Emevilerin, bir bolumu AbbĂ‚silerin hĂ‚kimiyetinde gecti. Her iki donemde de siyĂ‚sal iktidara karşıydı. Onun siyĂ‚setini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt'e buyuk muhabbeti vardı. AbbĂ‚sîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gozeteceklerini soylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir sure sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini gorunce, onlara da karşı cıktı. Derslerinde fırsat buldukca iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şuphelenilmiş, onu kendi taraflarına cekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak icin kendisine kadılık gorevini teklif etmişlerse de o, her iki donemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir (İbnu'l-Esir, el-KĂ‚mil fi't-TĂ‚rih, V, 559). İmam, takvĂ‚sı, firĂ‚seti, ilmî durustluğu ve goruşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın buyuk sevgisini kazandı. AbbĂ‚si yonetimi ile hicbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı. Ticaretten kazandığı helĂ‚l rızıkla ilmini destekledi. HattĂ‚ o, Zeyd b. Ali'nin imamlığına zımnen bey'at etmişti. Hz. Ali'nin torunları, kendisi gibi birer birer isyan edip şehid edilirken İmam Zeyd icin Ebû Hanife şoyle diyordu: "Zeyd'in bu cıkışı -HişĂ‚m b. Abdulmelik'e isyanı- Rasûlullah'ın Bedir gunundeki cıkışına benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve AbbĂ‚si yonetimlerine karşı tavrı dikkat cekici bir tavırdır. 145 yılında Hz. Ali (r.a.)'in torunlarından Muhammed en-Nefsu'z Zekiye ile kardeşi İbrahim'in AbbĂ‚silere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak'ta, İmam MĂ‚lik Medine'de acıkca iktidarı telkin etmişler, bu yuzden ikisi de kırbaclatılmış, işkence gormuş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt'e yardıma cağırdığı icin hapsedildi ve her gun kırbaclatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehidler gibi oldu. Zehirletildiği de rivĂ‚yet edilir (en-Nemeri, el-İntika, 170). Bağdat'ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.

Olumunden sonra ders halkasını Ebû Yusuf surdurdu. VefĂ‚tından sonra fetvĂ‚ları yazılıp, doktrini sistemleştirildi. Hanefilik kanun ve asıllarıyla İslĂ‚m dunyasının dort bucağına yayılmıştır. Mezhebi sistematik hale getiren, İmam Muhammed eş-ŞeybĂ‚nî'dir. el-Asl, el-CĂ‚mi'u's Sağır, el-CĂ‚mi'u'l-Kebîr, ez-ZiyĂ‚dĂ‚t, es-Siyeru'l-Kebû'i yazan odur. Bu kitaplar guvenilir rivĂ‚yetler olarak zikredilerek "ZĂ‚hiru'r RivĂ‚ye" veya "MesĂ‚ilu'l-Usûl" adıyla mezhebin ana kaynakları sayılmıştır (Bk. Hanefi mezhebi). Talebelerinin toparladığı "el-Fıkhu'l Ekber", kesin olarak İmam Âzam'a aittir ve ehli sunnet akidesinin temel kitabıdır (İmam Fahru'l İslĂ‚m Pezdevî, Usûlu'l-Fıkh, I, 8; İbnu'n-Nedîm, KitĂ‚bu'l-Fihrist, I, 204). Ayrıca el-Fıkhu'l EbsĂ‚t, KitĂ‚bu'l Alim ve'l Muteallim, KitĂ‚bu'r RisĂ‚le, el- Vasiyye, el-Kasîdetu'n NumĂ‚niye, Marifetu'l-MezĂ‚hib, Musnedu'l-İmam Ebî Hanife adlı eserler de imamdan rivĂ‚yet edilmiştir. Bunların yanısıra kaynak ve araştırmalarda nushaları bulunamayan başka eserlerden de soz edilmiştir.

Ebû Hanîfe onceleri KelĂ‚m ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı uslûbundan uzak kalmıştır. İctihadlarını değerlendirirken kendisi şoyle demiştir: "Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuctur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz. Bizim gucumuz buna yetiyor, bize gore en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, a.g.e., 21). Kendisine tĂ‚bi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: "Nereden soylediğimizi (verdiğimiz hukmun delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvĂ‚ vermek hicbir kimse icin helĂ‚l olmaz." O, bir tek kişi ya da mezhebin İslĂ‚m'ı kuşatmasının mumkun olmadığını biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi ictihadı hakkında boyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sunnetin asıl olduğunu, sahih sunnet ile sozleri catıştığı takdirde sahih sunnet ile amel edilmesi gerektiğini oğrenci ve izleyicilerine ozenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.

Mezhepleri gunumuze kĂ‚dar varlığını surduren Ehl-i Sunnet mezheplerinden dordu arasında ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmuştur. Irak'ta doğan bu mezhep hemen hemen butun İslĂ‚m dunyasında yayıldı. AbbĂ‚siler doneminde kadıların coğu Hanefi idi. Selcukluların, Harzemşahların mezhebi de Hanefilik idi. Osmanlı doneminde de resmi mezhep Hanefilik olmuştur (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i KelĂ‚m, Ankara 1981, 127).

Ebû Hanife yetmiş yıllık omrunu fetvĂ‚ vermek, ders halkasında talebe yetiştirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geciren, İslĂ‚m Ă‚leminin yetiştirdiği buyuk muctehidlerden biridir. Elli beş defa hacca gittiği nakledilir (İzmirli, İ. Hakkı, a.g.e. 127). Bu duruma gore o her sene hac yapmıştır.

İmĂ‚m-ı Âzam usûlunu şoyle acıklamıştır: "Rasûlullah (s.a.s.)'den gelen baş ustune; sahĂ‚beden gelenleri secer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan başkalarına ait olan hukum ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız."

"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'ın guvenilir, Ă‚limlerce mĂ‚lum ve meşhur sunnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashĂ‚bından dilediğim kimsenin re'yini alırım... Fakat iş İbrĂ‚him, ŞĂ‚'bi, el-Hasen, AtĂ‚... gibi zevĂ‚ta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, MenĂ‚kıb, I, 74-78; Zehebî, MenĂ‚kıb, 20-21; M. Ebû-Zehra, TĂ‚rihu'l-fıkh, II, 161; A. Emin, Duha'l İslĂ‚m, II, 185 vd).

İmam Muhammed de "İlim dort turdur: Allah'ın kitabında olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)'in sağlam bir senetle nakledilen sunnetinde sĂ‚bit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'ın ashĂ‚bının icmĂ‚'ı ile sĂ‚bit hukumler ile onlara benzeyenler ve nihĂ‚yet İslĂ‚m fukahĂ‚sının coğu tarafından sahih ve guzel olduğu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (İbn Abdilber, el-CĂ‚mi', II, 26) demiştir.

Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kısım tenkidler yapılagelmiştir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayıftır (İbn Sa'd, Tabakatu'l-Kubra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M. ZĂ‚hidu'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayısı onyedi veya elli civarındadır (İbn Haldûn, Mukaddime, 388,) şeklinde ozetlenebilir.

Gercekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meşhur muhaddisler kadar mutehassıs değilse de, "ictihad şûrĂ‚sı"nda bu konuda kendisine yardımcı olan hadis hĂ‚fızları vardır (M. ZĂ‚hidu'l Kevserî, a.g.e., 152). İctihadında, bizzat ustadlarından oğrendiği dortbin kadar hadis kullanmıştır (Mekkî, MenĂ‚kıb, II, 96). Bazı hadisleri Hz. Peygamber'e ait oluşunda şuphe bulunduğu, başka bir deyişle hadisin sıhhatini tesbit icin ileri surduğu şartlara uymadığı icin reddetmiştir (İbn Teymiyye, Raf'u'l-MelĂ‚m, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, değil sahih hadisleri reddetmek, mursel ve zayıf hadisleri dahi kıyasa tercih ederek tatbik eylemiştir. (İbn Hazm. el-İhkĂ‚m. 929).

Diğer taraftan, Kıyas yuzunden Ebû-Hanife'ye tenkit yoneltenler haksızlık etmiştir. Cunku sahĂ‚beden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer imamlar da az veya cok miktarda bu metodu kullanmışlardır. Ebû Hanife: 1-Kıyası kĂ‚ideleştirmiş, 2- Sık kullanmış, 3- Henuz vuku bulmamış hĂ‚diselere de tatbik etmiştir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148; İbnu'l-Kayyım, İlĂ‚mu'l-Muvakkim, 1, 77-277, M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, 187).

Yine, "İstihsan" metodu başta ŞĂ‚fii olmak uzere bircok Ă‚lim tarafından ağır bir şekilde mahkum edilmiş ve bazı kimseler tarafından da yalnız Ebû Hanife'ye nisbet edilmiştir. Halbuki mesele mukayeseli bir şekilde incelendiğinde istihsanı reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mĂ‚nĂ‚nın cok farklı olduğu gorulecektir.

İmam ŞĂ‚fii'ye gore İstihsan; "Bir kimsenin keyfine gore bir şeyi beğenmesi, guzel bulmasıdır." Bir kolenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gozonune alarak bu işi yapar. Eğer benzerine aldırmadan bir değer bicerse, tutarsız ve haksız bir iş yapmış olur. Allah'ın helĂ‚l ve haramı ise bundan cok daha onemlidir. Bir kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hukum verirse gunahkĂ‚r olur (er-RisĂ‚le, 507-508). İstihsan ile hukmeden, Allah'ın emir ve nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış olur (el-Umm, VII, 267-272).

İbn Hazm'da İstihsan, nefsin arzuladığı, beğendiği şekilde hukmetmektir (el-İhkĂ‚m, 42). "Bu bĂ‚tıldır, cunku delili yoktur, arzuya tĂ‚bi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana değişir" (İbtĂ‚lu'l-Kıyas, 5-6) demiştir.

Bu imamlara gore istihsan; Kitab, sunnet, icmĂ‚ ve kıyas gibi mûteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hukum verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsanı nasıl anladığına dĂ‚ir sarih bir ifade nakledilmemişse de, onun benimsediği hukum ve ictihad usûlunun, yukarıda zikredilen mĂ‚nĂ‚larda bir istihsana uymadığı sĂ‚bittir. Kaldı ki onun istihsana gore verdiği hukumlere dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsan tarifleri yukarıdakilerden tamamen ayrıdır (Hayreddin Karaman, İslĂ‚m Hukukunda İctihad, s.137).

İstihsanın iki anlamı vardır:

1- İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi.

2- Kıyası bundan daha kuvvetli bir delil ve delĂ‚lete terketmek, RĂ‚zî bu ikincisini de ikiye ayırarak geniş izah ve misaller veriyor ki bunlardan cıkan neticeye gore istihsanın ikinci turu: Nass, icmĂ‚, zaruret veya daha kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibaret oluyor.

Bu anlamıyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalnız Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan cıkmış oluyor. İmam ŞĂ‚fii, istihsan lĂ‚fzını birinci mĂ‚nĂ‚da kullanmıştır (el-Mekkî, MenĂ‚kıb, I, 95). İmam MĂ‚lik, "İstihsan ilmin onda dokuzudur" demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir (Amidî, el-İhkĂ‚m, 242; el-Mekkî, MenĂ‚kıb, I, 95 vd.).

İmam Ebû Hanife'nin ictihĂ‚dından bazı ornekler:

1- Ebû Hanife'ye, EvzĂ‚ı soruyor:

-Namazda rukûa giderken ve doğrulurken nicin ellerinizi kaldırmıyorsunuz?

-Cunku Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptığına dĂ‚ir sahih bir rivĂ‚yet gelmemiştir.

-Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zuhfi, SĂ‚lim'den, o babasından, "Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza başlarken, rukûa varırken ve doğrulurken ellerini kaldırdığını" haber verdi.

-Bana da HammĂ‚d, İbrĂ‚him'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'ın yalnız namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir daha da kaldırmadığını" haber verdi.

-Ben sana Zuhrî, SĂ‚lim, babası yoluyla Hz. Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, HammĂ‚d ve İbrĂ‚him haber verdi diyorsun?

-HammĂ‚d b. Ebî Suleyman, Zuhrî'den, İbrĂ‚him de SĂ‚lim'den daha fakihtir. İbn Omer'in sahĂ‚bî oluşu ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta Alkame ondan geri değildir. el-Esved'in bircok meziyetleri vardır. Abdullah'a gelince; o Abdullah'tır!

Bu cevap uzerine EvzĂ‚î, susmayı tercih etmiştir (Karaman, a.g.e., 138-139).

Bu istinbĂ‚tında Ebû-Hanife, hadise dayanmış, fakat ustadları olduğu icin rĂ‚vilerini daha yakından tanıdığı bir hadisi diğerlerine tercih etmiştir.

2- Bir kimse diğerine kĂ‚rı ortak olmak uzere satması icin bir elbise veya aynı şartla yapıp kiraya vermesi icin bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudĂ‚rebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye gore fĂ‚sittir. Cunku sozkonusu akidde mechul bir bedel karşılığında bir adam kiralanmış oluyor. İmam-ı Âzam'a gore bu bir ortaklık akdi değil isticĂ‚r (kira) akdidir ve şartlarına uygun olmadığı icin fĂ‚sidtir (Ebû Yusuf, İhtilĂ‚fu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî LeylĂ‚, 30; es-Serahsı, el-Mebsût, XXII, 35 vd.).

Aynı akid, "muzĂ‚raa" akdine benzetilerek, İbn Ebî LeylĂ‚ tarafından cĂ‚iz gorulmuştur.

Bu kıyas ictihĂ‚dında iki muctehid, makisûn aleyhleri farklı olduğu icin iki ayrı hukme varmışlardır.

3- Keza bir kimse, diğerine mahsulun yarısı, ucte yahut dortte biri kendisinin olmak uzere arazisini veya hurmalığını teslim etse yani muzĂ‚raa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye gore bu akidler bĂ‚tıldır. Cunku arazinin sahibi adamı mechul bir ucret karşılığında kiralamıştır. Ebû Yusuf'un rivĂ‚yetine gore İmam şoyle derdi: "Tarla veya bahceden hicbir şey cıkmazsa bu adam boşa calışmış olmayacak mı?" Ebû Yusuf ve İbn Ebî LeylĂ‚ ise sahĂ‚be goruşlerine dayanarak ve mudĂ‚rabe akdine kıyas ederek bu işlemi cĂ‚iz gormuşlerdir (Ebû Yusuf, a.g.e., 41-42).

4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklı din sĂ‚liki gayr-i muslimlerin birinin diğerine şĂ‚hid veya vĂ‚ris olması, Ebû Hanife'ye gore cĂ‚izdir; "cunku butun kĂ‚firler tek bir millet gibidir". Halbuki İbn Ebî LeylĂ‚, onların iki ayrı din sĂ‚liki iki ayrı millet olduklarını kabul ederek birinin diğerine şĂ‚hit ve vĂ‚ris olmasını cĂ‚iz gormemiştir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).

İmam-ı Azam'ın fıkıh tedvinindeki onculuğu

İslĂ‚m ilimlerinde fıkhın konularının duzenli olarak belirlenmesiyle bunların kitap, bĂ‚b, fasıllara ayrılarak yazılması İslĂ‚m hukukunda cok onemli bir donum noktasıdır. İmam Muhammed eş-ŞeybĂ‚nî'nin telifiyle ortaya cıkan bu duzenli metinler (asl), vahyî hukumlerle dinî-dunyevî hayatı ince ayrıntılarıyla icine alan beşyuzbin meseleyi hukme bağlamıştır. Bunlar yazılı kullî fıkıh kĂ‚ideleri olarak İslĂ‚m kultur ve hukukunun vazgecilmez kaynakları olmuş, yuzyıllarca şerhleri yapılmıştır. Cağdaşlarının Ebû Hanife'yi aşırı rey taraftarlığı ile suclamaları bile daha sonraları onun goruşlerinin başka kavramlar adı altında kabulunu engellememiştir. Ebû Hanife'nin bir diğer ozelliği, kendisinden oncekilerin nakillerinin yarısını butun meseleleri yeni baştan edille-i şer'iyye kaynaklarından cıkarmasıdır. İslĂ‚m'ın esaslarına uymayan "haber-i vĂ‚hid"leri reddeder. Ashabın goruşunu bircok musnedden tercih eder. TĂ‚biinin goruşunu almak yerine kendi reyini koydu, cunku o da tĂ‚biîndendi. Ebû Hanife, hilĂ‚fet 132 yılında AbbĂ‚silere gecinceye kadar Irak'tan HicĂ‚z'a gitti; orada MĂ‚lik b. Enes (179) ve SufyĂ‚n b. Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla goruştu; hacca gelen ceşitli merkezlerin Ă‚limleriyle irtibat kurdu, 136 yılında AbbĂ‚si yoneticisi Ebû CĂ‚fer el-Mansur'un başa gecmesiyle Kûfe'ye dondu. Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvĂ‚ verdi (M. Zemahşerî, el-KeşşĂ‚f, 11, 232). Cağdaşı İmam CĂ‚fer el-SĂ‚dık ile mutĂ‚bakatı vardır. İki yıl onun meclisinde bulunmuş ve, "bu ikiyıl olmasa NumĂ‚n helĂ‚k olurdu" demiştir. Hicrî 150 yılında vefĂ‚t ettiğinde yakınlarına, "Halifenin gasbettiği hicbir yere gomulmemesini" vasiyet etmiştir.

İmĂ‚m-ı Azam bazı rivĂ‚yetlere gore işkence edilirken, zehirlenerek oldurulmuştur. DĂ‚vûd b. el-VĂ‚sitî'nin nakline gore her gun hapiste ona başkadı olması teklifi yapılır, o her defasında reddeder, boylece sonunda yemeğine zehir katılarak şehid edilir. İbn el-BezzĂ‚zı de Ebû Hanife'nin hapisten cıkıp evine donduğunu, ancak devletin onu halkla temastan engellediğini ve evinde gozetim altında tutulduğunu zikreder (el-BezzĂ‚zı, MenĂ‚kıbu'l-İmĂ‚mi'l-A'zam, II, 15). Ebû Hanife'nin cenaze namazında ellibin kişi bulunmuş, hattĂ‚ halife Ebû Mansur'un da namaza katıldığı soylenmiştir.

Cağdaşları icinde değişik okullara mensup MĂ‚lik, EvzĂ‚î, Abdullah b. MubĂ‚rek, İbn Cureyh, CĂ‚'fer-i Sadık, VĂ‚sil b. AtĂ‚ vs. buyuk imamlar bulunan İmĂ‚m-ı Âzam ile buyuk İmam Muhammed BĂ‚kır arasında gecen şoyle bir olay anlatılır: Muhammed BĂ‚kır, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?" diye sormuş; Ebû Hanife, "Sen, sana lĂ‚yık olan bir şekilde yerine otur. Ben de bana lĂ‚yık olan şekilde yerime oturayım. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e hayatında sahĂ‚bîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum. Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu soyler misin? " diye sormuş. İmam BĂ‚kır da kadının mirasta iki hissesi olduğunu; erkekten zayıf olduğunu; namazın oructan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu soyledi. Ebû Hanife ona, "Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni cıktıktan sonra sadece abdest alınmasını soylerdim. Kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım" (Muhammed Ebû Zehra, İslĂ‚m'da Fıkhı Mezhepler TĂ‚rihi, II, 66-67).

Ebû Hanife, meseleleri olmuş gibi farzederek takdîrî fıkıh hukumleri ortaya koymuş, orfu ve istihsanı sık sık kullanmış, ticĂ‚rî akidlerdeki ictihadlarında ilk defa ortaya hukumler cıkarmıştır. Onun en onemli ozelliklerinden birisi, şahsı hak ve hurriyetleri savunmasıdır. Âkil bir insanın şahsı tasarruflarına hic kimsenin mudĂ‚hale edemeyeceğini savunarak fıkıhta buyuk bir reform yapmıştır. Âkile ve bĂ‚liğe bir kızın/kadının evlenme hususunda velĂ‚yetinin kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hic kimsenin şahsı velĂ‚yet hakkına mudĂ‚halede bulunamayacağını soylemiştir. KezĂ‚, bunak, sefih ve borclunun hacredilmesini reddeder. Coğu goruşlerinde ve bu hurriyet bahsinde o goruşunu yalnız başına cumhura karşı -hatta Ebû Yusuf da ona muhĂ‚lefet eder-durmaktadır. Ona gore velĂ‚yet, hurriyeti kısıtlar ve zedeler. Genc erkeğin nasıl hur velĂ‚yeti varsa, genc kızın da olması gerekir. Maslahat dışında bu mutlĂ‚ka şarttır. Yine Ebû Hanîfe, mulkiyet ile hurriyeti birbirine bağlamış, insanın mulkundeki tasarruf hurriyetini sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hurriyete mudĂ‚halesinin onu kayıt altına almasının karşısında yer almıştır. İnsanın kendi mulkî tasarrufu eğer başkasına zarar verici olursa, o zaman bu meselede şuurlu bir dinî vicdana başvurur. Cunku bu gibi meselelerde mahkeme mudĂ‚halesi daha fazla duşmanlık ve cekişme, dinî duyguların zayıflamasına, hattĂ‚ fitne ve zulme yol acar. İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu hicbir şey telĂ‚fi edemez, kalp katılaşır, dinden uzaklaşılır, buğzetme ve duşmanlık yaygınlaşır, tecĂ‚vuz ve cekişmeler artar, iyilikler kaybolur, kotulukler ortaya cıkar. İşte kısaca, Ebû Hanîfe yoneticilerin zorbalığına karşı kişisel ozgurlukleri savunurken, aynı zamanda dinin sivil gelişim tarzını da ilk defa boyle sistemli bir fıkıhla ortaya koymuştur.

Ebû Hanife'nin bir başka onemli goruşu, DĂ‚ru'l-Harb'e izinli giren bir muslumanın fĂ‚iz almasını cĂ‚iz gormesidir. Cunku ona gore orada İslĂ‚mî hukumler tatbik edilmediğinden, muslumanın duşman rızasıyla onların mallarını alması cĂ‚izdir. EvzĂ‚î bu konuda karşı cıkarak, fĂ‚izin her yerde her zaman haram olduğunu soylemiş, kĂ‚firlerin mal ve canlarının muslumanlar icin haram olduğunu istihrac etmiştir. Ebû Yusuf ile İmam ŞĂ‚fii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu goruşune katılmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak şeyleri mubah kılması ilkesidir. Zarûret bulununca ozel ve istisnĂ‚î hallere gerek vardır. Bu bakımdan o bir cok meselede kolaylık getirmiştir. Onun DĂ‚ru'l-İslĂ‚m'ın Daru'l-Harb'e donuşmesi icin getirdiği şartlar da Cumhurun goruşunden farklıdır. O, duşman istilası ile birlikte ayrıca DĂ‚ru'l-Harb'in şirk ahkĂ‚mını uygulaması, başka bir DĂ‚ru'l-Harb'e bitişik olması, o devlette emniyet icinde olan bir musluman veya zımmî kalmış olması halinde oranın DĂ‚ru'l-Harb olmadığını soylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, sadece orada kufur ahkĂ‚mının uygulanmasını yeterli gormuşlerdir (Bk. DĂ‚ru'l-islĂ‚m, Daru'l-Harb.).

Vakıf konusunda da Ebû Hanife, mĂ‚likin mulkunde hicbir kayıtla mukayyed olmadığını savunurken, mĂ‚likin kendisinin yaptığı vakıfta ne kendisi ne mirascıları hakkında lĂ‚zım bir vĂ‚kıf olmamakta, vakıf Ă‚riyet hukmunde olmaktadır. Yani vĂ‚kıf, Ă‚riyetin cĂ‚iz olduğu kadar cĂ‚izdir. Rakabesi vĂ‚kfın mulku hukmunde kalmakla beraber geliri ve hasılatı vĂ‚kıf cihetine sarfolunur. VĂ‚kıf, sağlığında vĂ‚kıftan donerse kerahatle beraber bu cĂ‚izdir. Ebû Hanife bu konuda, İbn AbbĂ‚s'tan rivĂ‚yet edilen hadislere gore hukum vermiştir. O şoyle demiştir: "NisĂ‚ sûresi nĂ‚zil olup da orada miras hukumleri bildirildikten sonra Rasûlullah'ı şoyle derken işittim: "Allah'ın ferĂ‚izinden hapis etmek yoktur. " Yani mirascılar mirastan mahrum edilemezler, buyurmuştur. Yine Hz. Omer demiştir ki: "Eğer bu vĂ‚kfımı Hz. Peygamber'e anmamış olsaydım, ondan donerdim." Ucuncu delili, malı vĂ‚kıf ile hapsedip tasarruftan alıkoymanın fıkıh kĂ‚idelerine karşı gelmek şeklindeki aklı delilidir. Mulkiyet tasarruf ve hurriyete bağlıdır, hurriyeti men eden her turlu tasarruf sarih bir şer'î nass bulunmadıkca bĂ‚tıl olmaktadır. Birşey bir kimsenin mulkune girdikten sonra onun mulkiyetinden mĂ‚liksiz olarak cıkmaz.

__________________