Tasavvuf bir cicek bahcesidir. Kar gibi beyaz sarıklı hocaların ders verdiği camilerdeki cinilerde bile tasavvufu, ummetin sevdasını bulursunuz.
Cinilerde lale, tevhidi; gul, Efendimizi; karanfil ise murşidi simgeler. Lale’ye aşık, gule meftun karanfilleri bulmak, tanımak o kadar zordur ki. Ancak nasibi olanlar, Hak aşıklarını tanıma ve sevme bahtiyarlığına erişebilirler.
Nasıl Osmanlı ecdadımızın İznik Cinileri hala sırrını koruyorsa; Hak Aşıkları da kendilerini cinilerin sırları gibi saklarlar. Ancak vazife-i irşad icin tasavvuf imbiğinden sızanların icinde kimler yoktur ki?
Tevazu, vefa, muhabbet, sevgi, sevda dolu bu sırlar dunyasından kimler geldi, kimler gecti? Osmanlı’nın yaşlı cınarları, Fatih Camii’nin o geniş kubbeleri, kim bilir hangi Hak aşıklarının zikrini duymakla bahtiyar oldu? Ummetin koklu ve derin tarihini gecin; son asırda bu koca dunya, kimlerin ayak izlerine şahit oldu? Kimlerin; hangi Hak aşıklarının gozyaşları seccadeleri ıslattı?
Şeyhinin sağlığında hilafetinin acıklanmamasını isteyecek kadar tevazu sahibi Seyyid Muhammed Huseyni Hazretlerinden bahsedebiliriz mesela. Yada mahdumu Gavs-ı Kasrevi olarak tanınan Seyyid Abdulhakim Arvasi’ye Suriye yollarında rastlarız. Kacakcıların gectiği yollardan mayın tehlikesine aldırmadan yapılan ondort seferin sonunda gelen makamı, Gavs-ı Azamlık’tan dem vururuz…
Kacakcıların da amacı ticaretti, Seyyid Abdulhakim el-Huseyni Hazretlerinin amacı da... Ama bir tarafın ticareti dunyalık icindi, Gavs’ın ticareti ise ahiret icin. Bir taraf ucuz mal peşinde koşuyordu; Gavs ise dunya ve ahiretten daha hayırlı olan Muhabbet-i İlahi’nin… Kacakcılar, sonunda bir mayın patlaması sonucu olurken; Seyyid Abdulhakim Huseyni’nin Şah-ı Hazne’ye giden yolda marifetullah sırrına erip veliyullah oluşuna şahit oluyoruz.
Yalova’ya gidelim mesela. Guneykoy’de, Şeyh Ziyaeddin Dağistani Hz.lerini buzlu havalarda soğuk su ile erbainde guslederek, bin bir meşakkate rağmen, hakkın rızasını aramasının hikayesini dinleriz.
Bayburt’a uzanırsak belki, Dede Paşa Hazretlerinin ağzından dokulen hikmet yuklu inci tanelerini şaşkınlıkla dinleyebiliriz. Rufai Şeyhi Hacı Mevlud Baba’nın aşktan yanmasını gorebiliriz. Belki Giresun’a gecersek, Halveti-Şabanî Şeyhi Mehmed Emin Efendi Baba’nın Keşap’taki evinde şirin Şabanî tacıyla; gul yuzlu, nur sozlu dervişleri ile hemhal oluruz.
Bakınız; Şabanilikte sarık, yani tac-ı şerif cok onemlidir. Tacsız, yani sarıksız gelen, derse alınmadığı gibi tac-ı şerifin rengi dahi onemlidir. Yeşil Allah Resulune tahsis edilmiştir ve dahi varis-i enbiyalık makamına, yani irşad haline ermemiş dervişÃ‚nın yeşil rengi giymesi yasaktır. Halvetiliğin diğer kolu Cerrahi Şeyhi Muzaffer Ozak’tan; kitaba sevdalı sahaflar şeyhinden ve eliyle Musluman olan yabancıların devranına girmek, insanı nasıl bir cezbeye surukler, bir duşunsenize!..
Ramazanoğlu Sami Efendi’yi zikretmeden, Hak aşıkları anlatılabilir mi hic? Osmanlılardan daha eski bir aile olan; Ramazanoğullarına mensup bu şehzade, mirat-ı Resulullah’tır. Ailesinden kalan altı asırlık mal varlığını, haram endişesi ile reddedecek kadar hassas bir yapıya sahip olan Sami Efendi Hazretleri; uzun yıllar eserlerini yeni harfler ile bastırmaya musaade etmeyecek kadar Osmanlı’ya tutkundur.
Suriyelilere Hac yolculuğu esnasında “edep Turklerdedir.” dedirtecek kadar edep ve haya numunesi olan Sami Efendi (ks), son hastalığında dahi ayaklarını uzatıp yatmayacaktır. Hani derler ya; “Yol, baştan aşağı edeptir” işte, Sami Efendi’de yolu, yani edebi gorursunuz. Kapısında yemek bekleyen kopeğe bile ‘kopek’ demez. Koca Sultan; damadı ve Halifesi Musa Efendi’ye “birisi yemek istiyor” diyecek kadar yaratılanı sever. Bu haliyle, hayvan hakları savunucularına nasıl da guzel bir ibret oluyor değil mi?
Otuzyedi ilin muftusune tarikat talim ettiren Şeyh Muhammed Masum Norşini’yi; Ehl-i Sunnet karşıtı akımlara karşı son devrin ciddi eser veren alimlerinden Molla Sadreddin Yuksel Hocaefendi’yi, Hz. Ebu Bekr gibi halim, Hz. Osman gibi comert Musa Topbaş Efendi’yi burada anmamak olur mu?
Halil Nurullah Zağrevi Hazretlerinin haftada bir Kur’an-ı Kerimi hatmettiğini soylemeden gecmek de olmaz. Haftada bir hatim dedim de; aklıma Mehmed Ruhi Kulevî (r.aleyh) geldi. Halveti-Uşşaki yolunun bu kutlu murşidi de haftada bir hatmeder ki; takvası, zuhdu; Ege ovalarında; Gediz nehrinin kenarlarında hala dillere destandır.
Mehmed Ruhi Efendi’nin buyuk şeyhi Saruhanlı Abdurrahman Sami Efendi (ks) da son asrın sultanlarındandır. Abdurrahman Sami Efendi, irşadını Uşşaki’den yapar ama başta Nakşi-Halidi olmak uzere pek cok tarikattan da icazetlidir. Fatih Medreselerinden gelen bir allamedir. Dini ilimlerde zirvede olduğu gibi dunyevi ilimlerden kimyada uzmandır aynı zamanda. Ustelik son devrin onde gelen divan şairlerinden birisidir. Aruz veznine hakimdir. Şimdi bakmayın siz; kapı gıcırtısına; mide gurultusuna benzer dortlukleri ‘şiir’ diye yutturmaya kalkanlara; Abdurrahman Sami Efendi’nin Divanı, sizi Arşın otesine; kalbin zumrut tepelerine goturur…
Arapca, Farsca, Turkce, Kurtce şiirler yazan; Divan Edebiyatının doruklarına uzanan Erbilli Esad Efendi’den (r.aleyh) bahis acmamak olmaz. Esad Efendi buyuk şairdir; lakin o, vaktini şiire değil irşada verir. Halidi şeyhidir cunku. Halidi şeyhidir ama aynı zamanda Meclis-i Meşayih (Osmanlı zamanındaki resmi Şeyler Meclisi) reisidir. Şeyhlerin hangisinin altın; hangisinin ‘mangır’ olduğunu belirleyen heyetin reisidir Erbilli Esad Efendi.
Aruz vezni ve divan edebiyatına soz gelince Erzurum’a uzanmamak; Alvarlı Muhammed Lutfi Efendiyi (ks); dadaşların deyimiyle Efe Hazretlerini hatırlamamak, o meşhur beytini;
Herkes yahşi men yaman,
Herkes buğday men saman
deyişini; divan şiirindeki maharetini zikretmemek mumkun mudur?
Erzurum gibi karın kalkmadığı; imkansızlığın silinmediği bir coğrafyada, boyle bir Enderun alimi nasıl yetişti diye şaşırırsınız. Bu işlere yabancıysanız şaşarsınız; ama biraz kalp ikliminden nasibinizi almışsanız; boyun buker; ‘Efe Hazretleri de Nakşi Halidi şeyhidir ne de olmazsa’ dersiniz.
Koku Asrı Saadete Uzanan Yol; Halidiyye
Dergimizin yayın yonetimi, bizden Ekim sayısı icin Halidiliğin seyri ve son donem Gonul Sultanları, konulu bir yazı talep ettiğinde, şoyle bir durdum... Beş-on saniyelik bu duruşumun altında; koca bir tarihin nasıl yazılacağı duşuncesi vardı. Halidiliği anlatmaya kalkışmak; yaşlı dunyamızın en uzun ve en cetin son iki asrını anlatmaktır. Miladi 19. ve 20. asırlar; insanoğlunun belki de en zor devreleri. Bu en zor devrenin; en onemli odaklarından birisi de hic kuşkusuz Halidilik’tir.
Televizyonlarda gormuşsunuzdur; sosyologlarımız, araştırmacılarımız Turkiye’deki cemaat/tarikat yapılanmalarını değerlendirirken, coğunlukla Nakşileri toplumun “varoşlarına”(!) hitap eden bir hareket olarak gosterirler. Halbuki işin aslı bundan cok daha farklıdır.
İşin detaylarına girildiğinde, Halidiliğin tesir etmediği, İslami manada hitap etmediği, muhatap almadığı herhangi bir toplumsal katman yoktur, dense yeridir. Cunku onlar her eve ve cadıra İslam’ı sokmanın derdindedirler.
Halidilik; gerek yayıldığı coğrafi alan, gerek etki alanı acısından musluman toplumlar icerisindeki en buyuk dini, fikri, kulturel, iktisadi ve sosyal harekettir. Kafkas Dağlarından Yunanistan’daki Yanya şehrine; Mekke-i Mukerreme’den Komor Adalarına kadar cok geniş bir saha da nufuz bulan Nakşi-Halidi yolunun izleri; ummetin soluk aldığı her yerde mevcuttur.
Bu kadar geniş bir coğrafyada; fıkıhtan hadise kadar tum İslami ilimlerde, buyuk ve derin izler bırakan Halidi ekolunu biraz da olsa anlamak icin gelin Halidi Tekkelerine bakalım. Rastladıklarımızı değerlendirmeye tabi tutalım.
Her Halidi Tekkesi; aynı zamanda bir medresedir. Buyuk Selcuklu Veziri Nizamu’l Mulk’un temelini attığı medrese sistemi; Hoca (Seyda) yetiştirmeyi hedefleyen ve bu hedefe uygun yetişen hocalar ile ummet-i Muhammed’in kalplerine itikadi viruslerin; ibadetlerine de ameli bidatlerin girmesine engel olmaktır.
Alemlerin Efendisine (sav) dayanan silsileleri ile Halidi Meşayihleri; bu medreselerde oniki temel ilmi tahsil ederek, hocasının onayı olan ilmi icazetle yani, diploma ile olgunluğunu ispat etmemiş kişilere, tasavvuf icazeti (irşad izni) vermemeyi temel prensip olarak benimsemişlerdir.
Boylelikle hem Tarikat-i Aliyye vasıtasıyla toplumun itikadi sapmalarına engel olunmuş; hem ibadet hayatına karışmış bidatler temizlenmiş; hem de irfani mektep olarak ahlak tezhibi ve kalbin safileşmesi sağlanmıştır. Mevlana Halid-i Bağdadi (ks)’dan beri binlerce ‘ummi’ (yeteri kadar zahiri ilmi olmayan) veli yetiştiren Halidilik; ummi şeyh cıkarmamıştır. İrşad musadesi verilen şeyhlerin yanında da muhakkak kuvvetli hocalar bulundurulmuştur.
Bu noktadan hareketle bir misal verecek olursak; Mevlana Halidi Bağdadi (ks) Hazretlerinin halifelerinden ve cenaze namazını kıldıran, ‘Reddu’l Muhtar’ın yazarı İbn-i Âbidin (ks)’yu ve ‘Ramuzu'l-EhÂdis’ ve ‘LevÂmiul-Ukûl’ kitaplarının muellifi Ahmed Ziyauddin Gumuşhanevi Hazretlerini zikretmek mumkundur.
__________________