Babası Şamlı Omer Efendi uzun muddet Trabzon’da kĂ‚dılık yaptı. YahyĂ‚ Efendi orada dunyĂ‚ya geldi. KĂ‚nûnî Sultan SuleymĂ‚n da Trabzon’da aynı sene aynı haftada doğdu. KĂ‚nûnî ile sut kardeşi oldular. KĂ‚nûnî dunyĂ‚ya geldiğinde, annesi Âişe Hafsa Sultanın sutu kesilmişti. Bunun uzerine KĂ‚nûnî’yi YahyĂ‚ Efendinin annesi emzirdi.
İlk tahsîlini, babasından ve oradaki başka Ă‚limlerden yapan YahyĂ‚ Efendi, kucukluğunden îtibĂ‚ren ilim ve ibĂ‚dete rağbet ederek yetişti. Cok riyĂ‚zet ve mucĂ‚hede yaptı. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak icin cok calıştı. ZĂ‚hirî ve bĂ‚tınî ilimlerde yuksek derecelere, mĂ‚nevî olgunluklara kavuştu. İlimdeki kemĂ‚lĂ‚tını arttırmak ve daha yukseklere kavuşmak maksadıyla, hilĂ‚fet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli şohretiyle meşhûr, Muftiy-ul-enĂ‚m Ali CemĂ‚lî Efendinin hizmet ve sohbetlerine kavuştu. VefĂ‚tına kadar sohbetlerine devĂ‚m etti.
Ali CemĂ‚lî Efendinin vefĂ‚tından sonra muderris oldu. YahyĂ‚ Efendi, ceşitli medreselerde vazîfe yaptıktan sonra, 1553 senesinde, Sahn-ı semĂ‚n medreselerinden birinde muderrislik yaptı. İki sene sonra da emekli oldu. Emekliliğinden sonra inzivĂ‚yı, yalnız kalıp, hep ibĂ‚det ve tĂ‚at ile meşgûl olmayı tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz kenarındaki bahcesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları evin etrĂ‚fında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları odalar ve yol uzerinde herkesin gelip gectiği bir yerde de cok guzel bir ceşme yaptırdı. Pek mahĂ‚retli olup, inşĂ‚at işlerini bizzat kendisi yapardı. Yaptığı ceşmenin tĂ‚rihî olması bakımından, kitĂ‚besi icin yazdırdığı şu beyt meşhûrdur:
“BinĂ‚ tĂ‚rihi bu inşĂ‚lar olsun
Konup icenlere sıhhĂ‚lar (safĂ‚lar) olsun”
Askerî ve mulkî erkĂ‚n, ahĂ‚linin ileri gelenleri, cevredeki ve uzak yerlerdeki insanlar, tuccĂ‚rlar ve bilhassa gemiciler, YahyĂ‚ Efendiyi ziyĂ‚ret ederler, hediye ve adak gonderirler, hĂ‚cetleri icin duĂ‚ isterlerdi. YahyĂ‚ Efendi, yanına gelen ziyĂ‚retcilere ceşit ceşit yemekler, şerbetler ve meyveler ikrĂ‚m eder, geleni boş cevirmezdi. İyilik, ikrĂ‚m ve ihsĂ‚nları pekcoktu. BĂ‚zan şehrin ileri gelen zĂ‚tları ile ilim sĂ‚hiplerini dĂ‚vet eder, ceşit ceşit ikrĂ‚mlarda bulunurdu. BĂ‚zan da fakir ve yoksullara ziyĂ‚fet ceker, gonullerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dunyĂ‚ya teşriflerinin sene-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha cok iyilik ve ikrĂ‚mlarda bulunur, daha geniş ziyĂ‚fetler verirdi. İlim talebelerinden, fakirlerden ve zayıflardan ziyĂ‚retine gelenlere cok sadakalar verir, en aşağı hediyesi kayık ucreti olurdu. Bahcesinde bulunan meyvelerden KĂ‚nûnî Sultan SuleymĂ‚n HĂ‚na takdîm ve hediye eder, SultĂ‚n da ona, maddî yardımda bulunurdu.
YahyĂ‚ Efendi, ceşitli ilimlerde soz sĂ‚hibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahĂ‚ret ve ihtisas sĂ‚hibi idi. DuĂ‚sı Allahu teĂ‚lĂ‚nın izniyle hastalara şifĂ‚ olurdu. Kendisi, hem zĂ‚hirî, hem de bĂ‚tınî kemĂ‚lĂ‚ta sĂ‚hipti. Uveysî idi. Dil ve gonul ehli, şĂ‚ir, tabîb, hakîm, comert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi huylu, takvĂ‚ ve guzel ahlĂ‚k sĂ‚hibi bir zĂ‚ttı. ZiyĂ‚retine gelenler, onun kereminden, kerĂ‚metinden, hikmetli sozlerinden, tıbba dĂ‚ir bilgilerinden, ilim ve fazîletinden istifĂ‚de ederler, feyz almış olarak donerlerdi. Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitĂ‚b ederdi. Sohbetlerinde din buyuklerinden bahseder, onların menkıbelerini, guzel hĂ‚llerini anlatırdı.
YahyĂ‚ Efendinin iyilik, ikrĂ‚m ve ihsĂ‚nları pekcok olmakla birlikte, kendisi gĂ‚yet sĂ‚de bir hayat yaşar, her turlu luzumsuz Ă‚detten kacınır, resmiyetten uzak dururdu. Tekelluf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sĂ‚deydi.
Ceşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların coğunu, binĂ‚ yapmakta ve bahcelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binĂ‚lar yapardı. Yaptığı inşĂ‚atın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, hĂ‚nekĂ‚h, hamam gibi binĂ‚lar inşĂ‚ ederdi. İnşĂ‚at işinde cok mĂ‚hir idi. Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sĂ‚hillerini doldurur, oralara yeni binĂ‚lar yapardı. Boyle cok binĂ‚ yapmasının hikmeti suĂ‚l edildiğinde; “Bekara sûresi 36. ve A’rĂ‚f sûresi 24. Ă‚yet-i kerîmelerinde meĂ‚len; “...Yeryuzunde sizin icin bir vakte (omrunuzun, ecelinizin sonuna) kadar, yerleşmek, gecinmek ve menfaatlenmek vardır.” buyruldu. Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar icin, en guzel kalma yerleri, en munĂ‚sip ve lĂ‚zım olan yerler boyle binĂ‚lardır. Bunun icin bu tip binĂ‚ların inşĂ‚sına bu kadar gayret ediyoruz.” buyururdu.
KĂ‚nûnî Sultan SuleymĂ‚n, sultan olunca, ona cok yakın alĂ‚ka gosterdi. Cok yardım edip, İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi.
KĂ‚nûnî Sultan SuleymĂ‚n Han bir gun YahyĂ‚ Efendiye hatt-ı şerîf gonderip; “BirĂ‚derim YahyĂ‚ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır goruşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Boylece kırık gonlumuz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerîf, YahyĂ‚ Efendiye ulaşınca, kĂ‚ğıt kalem istedi ve KĂ‚nûnî’ye cevap yazıp onun goruşme isteğini kabûl etti. DergĂ‚hına dĂ‚vet etti. Sohbette bulundular.
YahyĂ‚ Efendi hazretlerinin cok kerĂ‚metleri goruldu. KĂ‚nûnî Sultan SuleymĂ‚n Han sık sık kendisini ziyĂ‚ret eder nasîhatlerini ister, duĂ‚sını alırdı.
Bir gun YahyĂ‚ Efendi hazretleri Sahn-ı semĂ‚n Medresesine gitmek icin yola cıkmıştı. Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey Ă‚lim zĂ‚t! Ey YahyĂ‚ Efendi! Size bir suĂ‚lim var. Bu muşkul işi bana îzĂ‚h edin. Soracağım şeyin cevĂ‚bı acabĂ‚ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor. Olen kalan kim bilinmeden olmuş bir gayr-i muslimden devletce harac isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. YahyĂ‚ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde olmuş bir gayr-i muslim vatandaştan harac alınmaz. Sonra cok fakir kazandığıyla guc gecinen kimseden ve cok yaşlı olanlardan da harac alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. SultĂ‚nımız ona muhtac değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden olen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. İslĂ‚m dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan SuleymĂ‚n Hana arzedin, haber verin, sorun?” dedi.
Bunları işiten YahyĂ‚ Efendi celĂ‚llendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan once hemen kalem kĂ‚ğıt istedi ve Sultan SuleymĂ‚n Hana hitĂ‚ben; “Ey cihĂ‚n sultanı SuleymĂ‚n Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmun olen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki boyle bir zulmu senin ecdĂ‚dın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, muminleri bir kĂ‚fir ilzĂ‚m ediyor, susturuyor, cĂ‚resiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu mektubu verip Sultana gonderdi. Mektup, KĂ‚nûnî’nin eline ulaştığında, KĂ‚nûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir uzuntu kapladı. Tahtından indi ve bir adamını YahyĂ‚ Efendiye gondererek geleceğini bildirdi. Cok gecmeden saltanat kayığına binip YahyĂ‚ Efendinin dergĂ‚hına vardı. Hurmetle selĂ‚m verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gonderdiniz? Ey guzel haslet sĂ‚hibi! Nedir sucumuz? Bize bunu beyĂ‚n edip acıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu.
O zaman YahyĂ‚ Efendi hazretleri ona; “PĂ‚dişĂ‚hım! Bu ne iştir. Defterleri her sene nicin yenilemezsiniz? Olmuş olan gayr-i muslimlerden memurlarınız harac toplarlar. Boyle ele gecen mal sana hic helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi.
Hayretler icinde kalan KĂ‚nûnî; “HĂ‚limi Allahu teĂ‚lĂ‚ biliyor ki, bu soylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. YahyĂ‚ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahu teĂ‚lĂ‚nın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i muslim malı alırlar. Bu kĂ‚fir hakkı, kul hakkı olur. Ergec Allahu teĂ‚lĂ‚nın huzûruna cıkacaksın. Yakanı kĂ‚firin eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. CihĂ‚n pĂ‚dişĂ‚hının kĂ‚firle birlikte gelmesi lĂ‚yık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur îmĂ‚n gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahu teĂ‚lĂ‚nın rızĂ‚sı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gosterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hic rızĂ‚ gosterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Nicin adĂ‚letle işlerini gormezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihĂ‚n pĂ‚dişĂ‚hı! Şohret zînetinin hepsi burada bu dunyĂ‚da kalır. Bu apacık bir iştir. Eğer adĂ‚letle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu.
KĂ‚nûnî Sultan SuleymĂ‚n Han bu sozleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i muslimlerden olen kalanları yazın. Harac hesĂ‚bını iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızĂ‚m yoktur.” diye ferman etti. Sonra da YahyĂ‚ Efendi hazretlerine donup; “Sen bizim doğru yolu gosteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allahu teĂ‚lĂ‚ senden rĂ‚zı olsun. Suc bizdeymiş.” dedi. YahyĂ‚ Efendi de ona; “Ey cihĂ‚n pĂ‚dişĂ‚hı! Tovbe edin ki, Allahu teĂ‚lĂ‚ affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulum etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. KĂ‚nûnî ona; “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta gecmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman YahyĂ‚ Efendi, KĂ‚nûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi cıkabilirsin.” buyurdu.
YahyĂ‚ Efendinin sevdiklerinden Baba Tarak anlatır: “Balıkcı idim. Balık avlar, onunla gecinirdim. Bir seher vakti YahyĂ‚ Efendi hazretlerinin dergĂ‚hına vardım. Beni gordukte; “Gel, teknen ile beni denizde bir gezdiriver. Allahu teĂ‚lĂ‚nın kudretini duşunelim. DeryĂ‚yı bir guzel seyredelim.” buyurdu. Ben de; “Başustune efendim!” dedim. Hemen gidip kayığa bindik. YahyĂ‚ Efendi hazretleri kayığa oturdu. Kıyıdan biraz ayrılınca, gonlumu bir uzuntu kapladı. Gam ile doldum. ZîrĂ‚ hanımım bana o gece fakirlikten yakınıp; “Evin ihtiyĂ‚cını karşılayamıyorsun. Bak kızın yetişti. Ceyizi bile yok. Sen ise durmadan YahyĂ‚ Efendiye gidersin. O da boylece seni işten alıkoymaktadır. Kuru kuruya gezmek hangi akıl îcĂ‚bıdır." demişti. Gece soylediği bu sozleri hatırıma gelmişti. Kimseye bir şey soylememiştim. Birden YahyĂ‚ Efendi hazretleri bana; “EvlĂ‚dım! Yanında balık tutmaya ağın var mı?” diye sordu. Ben de; “Efendim, denizde balık olmayınca, ağ olmuş neye yarar.” diye cevap verdim. YahyĂ‚ Efendi yine; “Balık yok ise uzulme. Allahu teĂ‚lĂ‚ sana rızkını elbet ihsĂ‚n ediverir. Ağı bana ver. Şimdi sana Allahu teĂ‚lĂ‚nın kudretini gostereceğim.” buyurdu. YahyĂ‚ Efendi bu sozu soyler soylemez denizin yuzu balıkla dolup kaynamaya başladı. Ağı attı, ici balıkla doldu. Onları kayığın icine boşalttı. Herbiri iri iri, tĂ‚ze kefallerdi. Bana donup; “EvlĂ‚dım! Şimdi beni kenara bırak, sen de balıkları satmaya git. Bu balıklar ne kadar para ederse, onunla kızına babalık yap. Ceyizini alıp, hazırla. Hanımının da istedikleri boylece yerine gelsin.” buyurdu. O zaman ben hayretler icinde kaldım. ZîrĂ‚ benim uzuntu sebebimi anlamıştı. Hemen YahyĂ‚ Efendi hazretlerini kıyıya bıraktım ve balıkları pazarda satmaya gittim. Balıkları satıp parasını getirerek, durumu hanıma anlatıp parayı saydım. Hanım buna cok sevindi. Butun ihtiyacları karşıladım. Ceyizi aldık. Hanım ondan sonra bana karşı hic huysuzluk yapmaz oldu. Sonra koşarak YahyĂ‚ Efendi hazretlerinin huzûruna geldim. Beni tebessum ile karşıladı ve; “Balığı şu kadara sattın ve ihtiyaclarını da karşıladın herhalde.” buyurdular. Ben de; “Evet efendim. Size canım fedĂ‚ olsun. Bize kereminizle yardım ettiniz.” dedim. Sonra bana; “Ey Baba Tarak! Sen bu sırrı kimseye soyleme. Allah icin yayma. Bizdeki yardım doğrudur. Kısmetmiş ve senin hakkın olmuştur.” buyurdu.”
YahyĂ‚ Efendi hazretlerinin elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. İsmi Kusta Usta idi. YahyĂ‚ Efendi ona zaman zaman; “Ey Kusta Usta! Kufur hĂ‚linde olman uygun değil. ÎmĂ‚na gelsen de seninle bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak, daha iyi değil mi?” derdi. O da; “Sozleriniz doğrudur. Bir gun gelir başımızın yazısını elbet goruruz. Hak nasîb ederse oluruz.” diye cevap verirdi. YahyĂ‚ Efendi bir zaman terziye dikmesi icin bir elbise verdi. O da kısa zamanda bicip dikti ve YahyĂ‚ Efendi hazretlerine getirdi. YahyĂ‚ Efendi onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı. Terzi Kusta Usta; “Bir noksanı mı var?” diye sordu. YahyĂ‚ Efendi de; “Onun bir noksanı yoktur. AcabĂ‚ bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu. Bunun uzerine Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim. Cep ağızları dikişlidir. Verin bana ağızlarını acayım.” dedi. O zaman YahyĂ‚ Efendi, ona; “Ellerini ceplerine sok ne cıkar, ne bulursan senin olsun.” buyurdu. Terzi Kusta bu soze bir mĂ‚nĂ‚ veremeyip şaşırdı ve ellerini, ipliklerini soktuğu ceplere soktu. Bir avuc altın cıkardı. Kusta Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini bir titreme aldı. Sonra YahyĂ‚ Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın sevgili kulu! Bana yardım edin. Mumin olma zamĂ‚nım geldi. ÎmĂ‚n etmek istiyorum. Bana îmĂ‚nı oğretiniz.” dedi. YahyĂ‚ Efendi onun başına kendi tulbendini sardı ve; “Artık ismin Ali Usta oldu.” buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehĂ‚deti soyleyip YahyĂ‚ Efendinin talebeleri, sevdikleri arasına girdi ve dergĂ‚hta omur boyu hizmet etti.
YahyĂ‚ Efendinin torunu Azîz İbrĂ‚him Efendi anlatır: “Dedemin yanında oturmuştum. Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi Hind’den de.” dedi. Sozunu tamamladığında kapı calındı. Bana; “Kapıyı calan kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Caldığın bu kapıdan istediğin nedir?” dedim. Sonra geri donup ceddime; “Dedeciğim birisi sizinle kapıda goruşmek istiyor.” diye haber verdim. O da bana; “Onu iceriye dĂ‚vet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi. Derhal gidip kapıyı actım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. O da eşyĂ‚sıyla birlikte iceriye girdi. SelĂ‚m verdi ve dedemin elini optu. Koynundan bir mektup cıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin icin tĂ‚ Hindistan’dan geldim. Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size gonderdiler.” dedi. Dedem YahyĂ‚ Efendi hazretleri de tebessum edip, o kişiyi misĂ‚fir ettiler ve sonra geri gonderdiler.”
YahyĂ‚ Efendinin Boğaz’da cok guzel bir bahcesi vardı. Orada Mustafa Efendi adında biri hizmet ederdi. Bir gece YahyĂ‚ Efendi ona; “Bana biraz su getir.” buyurdu. O sırada hic su yoktu. Mustafa Efendi testiyi alıp dışarı cıktı. Dışarısı cok karanlık olup, goz gozu gormez derecedeydi. Ustelik su getirilecek yer de oldukca uzak ve tehlikeliydi. Mustafa Efendi bir turlu gitmeye cesĂ‚ret edemedi. Geriye de donemedi. Neticede; “YahyĂ‚ Efendiye fedĂ‚ olsun, diye gonlunden gecirip yola koyuldu. Birden gideceği yer gunduz gibi aydınlandı. SelĂ‚metle gidip testiyi doldurup getirdi. LĂ‚kin bu aydınlığa şaşıp kaldı. Tekrar dışarı cıkıp bu aydınlığı gormek istedi. Dışarı cıktığında her tarafı kapkaranlık gordu. Bu hĂ‚li YahyĂ‚ Efendiden sormak istedi. İceri girdiğinde Yahya Efendi ona; “Bak Mustafa Efendi! Bu gorduğunu kimseye soyleme. Bizi de ellere verme. Bir kimsede yakîn nûru varsa, o kimse zulmette, karanlıkta kalmaz.” buyurdu. Bu hal onun bir kerĂ‚metiydi.
BelbĂ‚n isminde gayr-i muslim bir cobanın surusunden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, YahyĂ‚ Efendinin dergĂ‚hının bahcesine gelmişlerdi. Coban, koyunlarını butun aramalara rağmen bulamadı. NihĂ‚yet orada bulunduklarını oğrenip, doğruca dergĂ‚ha geldi. YahyĂ‚ Efendinin, muslumanların buyuk bir Ă‚limi ve velîsi olduğunu işitmişti. “AcabĂ‚ bana nasıl alĂ‚ka gosterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, ac ve yorgun olduğumu anlayıp; tĂ‚ze ekmek, tereyağı ve bal ikrĂ‚m ederse, onun hakîkaten buyuk bir zĂ‚t olduğunu anlarım.” gibi duşunceler ile YahyĂ‚ Efendinin huzûruna girdi. YahyĂ‚ Efendi onu gorunce, o daha hicbir şey soylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp cok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tĂ‚ze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye hizmetciye emretti. Emredilen yiyecekler, derhĂ‚l hazırlanıp getirildi. Ortaya konunca, YahyĂ‚ Efendi BelbĂ‚n’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal ve tĂ‚ze nĂ‚n (ekmek), Dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve tebessum ederek, yemesi icin işĂ‚ret etti. BelbĂ‚n da o yiyeceklerden yedi. Gonlu ve kalbi yumuşadı. EvliyĂ‚nın lokması kalp hastalığına şifĂ‚ olmuştu. Bunun uzerine BelbĂ‚n îmĂ‚n etmekle şereflenip musluman oldu. Bu nîmetin şukrĂ‚nesi olarak, Allah rızĂ‚sı icin, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrĂ‚m edilmesini istedi. Bunun uzerine YahyĂ‚ Efendi, şu şiiri soyledi:
Sabahleyin iki ganem (koyun),
Menzile mihmÂn (misÂfir) geldi.
Her gorenler dediler,
“Tekkeye kurbĂ‚n geldi.”
Yolda cokdur calıcı,
Onları, caylak gibi,
Her ac olan ona der;
“Derdime dermĂ‚n geldi.”
Bir koyundan kucuktur,
İki koyunu penceler,
Cekip orada yutar,
Der: “Bize ihsĂ‚n geldi.”
Ey “Muderris” ola gor,
RĂ‚’î (coban) bugun bunlara sen!
Enbiy zumresi hep
Âleme coban geldi.
Yalova’da bir imĂ‚m vardı ki, YahyĂ‚ Efendiyi buyuk bilir ve cok severdi. Zaman zaman ziyĂ‚retine gelirdi. Bu imĂ‚mın coluk cocuğu kalabalık olup, maddî sıkıntı icindeydi. Fakat o sabreder fakirliğini gizler, kimseye bir şey soylemezdi. Bir gun yine YahyĂ‚ Efendi hazretlerini ziyĂ‚rete geldi. SelĂ‚m verip huzûrunda oturdu. O sırada dergĂ‚h tenhĂ‚ olup, kimseler yoktu. YahyĂ‚ Efendi ona; “Ey temiz insan! Gel seninle bahcede biraz dolaşalım. Allahu teĂ‚lĂ‚nın lutfunun sonu yoktur.” buyurdu. BerĂ‚berce cıktılar. Bir yere geldiklerinde, YahyĂ‚ Efendi; “Sen bize candan bağlısın. Şimdi sana Allahu teĂ‚lĂ‚nın lutfuyla bir iş gostereceğim. Boylece gonlundeki fakirlik sıkıntısı kalmayacak. Fakirlik ateşini sondurmuş ve seni sevindirmiş olacağız.” buyurdu. Sonra yere asĂ‚sını vurdu ve; “Burasını kaz!” dedi. İmĂ‚m Efendi orasını actığında, icinden bir kup altın cıktı. Ona; “Ne durursun, fakirlik hastalığına cĂ‚redir. Bunları sana sonsuz hazîneler sĂ‚hibi Allahu teĂ‚lĂ‚ gonderdi. İstediğin kadar al.” buyurdu. İmĂ‚m Efendi bunları heybesine doldurdu. YahyĂ‚ Efendi ona; “Ey İmĂ‚m Efendi! DunyĂ‚ uzuntusunu gonlune sakın koyma. Bunları hayırlı işlere sarfedersin. Yalnız bu sırrı kimseye soyleme. ŞĂ‚yet anlatırsan o zaman bunlar elinden cıkar, aldırırsın.” buyurdu. İmĂ‚m Efendi de; “Efendim, ben bu işe cok şaştım! Bu kadar altınla memleketime nasıl donerim. Yollarda haramîler, eşkıyĂ‚lar var. Korkarım ki bunları benden alırlar. Nasıl varacağımı bilemiyorum.” dedi. Bunun uzerine YahyĂ‚ Efendi; “Sana kimse zarar veremez. Bu senin nasîbindir. Var selĂ‚metle git.” buyurdu. İmĂ‚m Efendi vedĂ‚ edip yola cıktı. Hakîkaten başına hicbir şey gelmeden Yalova’ya vardı. Kendisini hanımı karşıladı. Heybedeki altınları gorunce, hayretler icinde kaldı ve; “Bunları nereden buldun?” diye sordu. O da; “Bu işi sana acıklayamam. SĂ‚dece Allahu teĂ‚lĂ‚nın ihsĂ‚nı olarak bil!” dedi. İmĂ‚m Efendi bundan sonra etrĂ‚fına yardım etmeye başladı. Hem yedi hem yedirdi. Omru hayır yapmakla gecti. İnsanlar onun hakkında; “Nereden buluyor bunları?” demeye başladı. BĂ‚zısı da; “Birisinden emĂ‚net almış gĂ‚libĂ‚!” Kimisi de; “Anlaşılan defîne bulmuş.” dedi. Herbiri bir şey soyledi. Netîcede İmĂ‚m Efendi hastalandı. Hastalığı ilerleyince, komşularını başına cağırdı ve onlara; “Size bu malı nereden bulduğumu acıklamak istedim. Bunun elime girmesine sebep, YahyĂ‚ Efendi hazretleridir. Bugune kadar kimseye soylemedim. ZîrĂ‚ bana, soyleme gizle demişti. Şimdi ise omrumun sonu yaklaştığından onun kerĂ‚meti unutulmasın diye soyluyorum.” dedi ve Kelime-i şehĂ‚det getirerek vefĂ‚t etti.
Torunu TĂ‚ceddîn Efendi anlatır: “Bir gece uyuyordum. Gece yarısı dedem beni uyandırdı ve; “TĂ‚ceddîn! Şimdi git. DergĂ‚hta hizmet edenleri uykudan uyandır. Denizde bir işim var, kayığı denize indirsinler.” buyurunca, gidip haber verdim. Cocuk olduğum icin beni dinlemediler ve; "Gormedin mi dışarısı fırtına. Kayık bu havada denize iner mi?” dediler. Ben de gidip soylediklerini dedeme anlattım. O zaman dedem hemen gidip kendisi kayığı denize indirdi. İcine postunu yayıp oturdu. Sonra dergĂ‚htakiler kayığın denize indirildiğini anladılar. YahyĂ‚ Efendi kayıkla denize acıldı. Biraz yol aldıktan sonra kucuk bir kayık icinde iki papazın suya batmak uzere olduğunu gordu. Hemen yetişip onları kayığa aldı ve Yenikoy’e goturup kıyıya cıkardı. Tekrar Beşiktaş’a dergĂ‚hına geldi. Sonra bu papazlar metropolitlerine başlarından geceni anlattılar. Metropolit de, YahyĂ‚ Efendiye ceşitli hediyeler gonderip, ona sevgi, saygı ve hurmetlerini bildirdiler.
YahyĂ‚ Efendiyi seven ve dergĂ‚ha odun taşıyan bir kayıkcı vardı. O anlatır: “Bir gun YahyĂ‚ Efendi bana; “Ey reis! Sen bize candan hizmet edersin. Seni severiz. Bize bir kayık meşe odunu getiriver.” buyurdu. Ben de gidip bir kayık odun getirdim. Kayığı iskeleye yanaştırdım. Hizmetciler dergĂ‚ha odunu taşımaya başladılar. O gun YahyĂ‚ Efendiye pekcok muhtac ve borclu geldi. YahyĂ‚ Efendi hazretleri her birine yardım edip, ihtiyĂ‚cını karşıladı. Hepsi sevincliydi. Hayır duĂ‚ ederek dergĂ‚htan ayrıldılar. YahyĂ‚ Efendi hazretleri hayĂ‚tında para kesesi kullanmazdı. Onun bir kucuk el sepeti vardı. Nereye gitse onu yanından ayırmazdı. Bir başkasının da ona dokunmasına, icine elini sokmasına izin vermezdi. Kim bir şey istese, ister ekmek, ister meyve ne olursa olsun mubĂ‚rek elini icine sokar, istenilen şeyi cıkarır verirdi. YahyĂ‚ Efendinin huzûruna vardığımda beni tebessumle karşıladı ve; “Reis, biz senden odun istemiştik. Ne yaptın?” dedi. Ben de; “Efendim odun iskeleye geldi. Hizmetciler taşıyorlar.” dedim. O zaman YahyĂ‚ Efendi hazretleri, yanındaki kapalı sepetine elini soktu, icinde dolaştırıp bir miktar altın cıkardı ve bana uzattı. O zaman ben; “AcabĂ‚ para kesesi kullanmamasının sebebi nedir?” diye gonlumden gecirdim. YahyĂ‚ Efendi bana bakıp guldu ve; “Reis! Bizim kesemiz yoktur. LĂ‚kin yedi iklim bize keselik yapıyor. Altın ve gumuş bizde misĂ‚fir olmaz. Hem de bir gece bile kalmaz. Yerine ulaştırılır.” buyurdu.
Kocaeli’nde Hacı Ali Efendi isminde takvĂ‚ sĂ‚hibi, dergĂ‚hı olan bir zĂ‚t vardı. Hacı Ali Efendi, YahyĂ‚ Efendi hazretlerinin buyukluğunu ve guzel hallerini işitmişti. Bir gun onu gormek icin yola cıktı. Beşiktaş’a, oradan da YahyĂ‚ Efendinin dergĂ‚hına geldi. Hizmetcilere hitĂ‚ben; “YahyĂ‚ Efendiyi ziyĂ‚rete geldik.” dedi. Onlar da; “Şu anda burada değildir.” diye cevap verdiler. Hacı Ali Efendi tekrar; “O halde nerede bulabiliriz, soyleyin.” dedi. Hizmetciler de; “Efendim, YahyĂ‚ Efendi hazretlerinin Yenikoy yakınında bir bağı var, oraya gitti.” dediler. Hacı Ali Efendi bunun uzerine yanındakilere; “Gidip onu bulalım.” dedi. Sonra Yenikoy’e gectiler ve YahyĂ‚ Efendinin bağını buldular. Hacı Ali Efendi bahcıvana; “YahyĂ‚ Efendiye haber verin. Onu ziyĂ‚ret icin geldik.” dedi. Bahcıvan; “Efendim, YahyĂ‚ Efendi hazretleri seher vakti buraya gelip, bir muddet kalıp kayıkla Kavak tarafına gittiler.” dedi. Hacı Ali Efendi bunları duyunca; “Tovbeler olsun! Bu kişi deli olsa gerek. Kendisinde evliyĂ‚lıktan bir eser goremiyoruz. Bağdan bağa dolaşan kişi velî olur mu? Arzusu peşinde koşuyor. Bu işler hic evliyĂ‚nın işi mi? Hani zikirler, hani dergĂ‚hta sohbet, hani ibĂ‚det, hani virdler, zikirler, hani elbise ve kulĂ‚h? O ise tenhalarda yollara duşup bağdan bağa koşuyor. Bu dunyĂ‚ya bu derece heves bir velîde olur mu? Biz onu daha gormeden niyetlerini bir guzel anladık. ÂşikĂ‚re apacık ne olduğu meydana cıktı. DunyĂ‚ya duşkun olan, Ă‚hiret adamı olamaz. Âhiret adamı olan cok kere fakir olur. Nerede YahyĂ‚ Efendide bunlar?” diye soylendi. Geriye donmeyi duşundu. Fakat vazgecti. “Bu kadar zahmet cekip tĂ‚ Kocaeli’nden buralara kadar geldim. Gormeden gitmek, bu kadar zahmeti boşa cekmek olur. Emeğim boşa gitmesin. Onu gormeden donmek akıllıca bir iş olmaz. Onu bir bulup imtihan edeyim.” dedi ve kayık ile Kavak yonune doğru yola cıktı. Kayıkla giderken yolda YahyĂ‚ Efendi ile karşılaştı. YahyĂ‚ Efendi onu gorunce, tebessumle; “Kardeşim hoş geldiniz. Bir kimsenin gonlunde dunyĂ‚ sevgisi olmazsa, onun elinde bulunan dunyĂ‚lıklar Ă‚hirette şeref ve îtibĂ‚r bulmasına mĂ‚ni olmaz. Biz dunyĂ‚ ehlinden uzak olmak icin bu dağ ve bahceleri mesken edindik. LĂ‚kin biz nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fırsat vermiyorlar.” buyurdu. Sonra şu beyti okudu:
“YĂ‚ İlĂ‚hî! Kulunum. Emrine itĂ‚at ederim, anarım seni
Beni ne yaparsan yap, yeter ki yapma dunyĂ‚ delisi.”
Hacı Ali Efendi bu sozleri duyunca, onun gercek hĂ‚lini anladı ve soylediklerine bin pişman oldu. Geri kalan omrunu Allahu teĂ‚lĂ‚nın bu sevgili kuluna muhabbet ederek gecirdi.
KĂ‚nûnî Sultan SuleymĂ‚n Hanın vefĂ‚tından sonra yerine oğlu İkinci Selîm Han pĂ‚dişĂ‚h olup tahta gecmişti. Bir gun saltanat kayığı ile Boğazı gezmek icin cıktı. Giderken Boğaz’daki bĂ‚zı yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde, kendisine; “Efendim burası Beşiktaş’tır ve YahyĂ‚ Efendi hazretleri oturur. Buralarını o ihyĂ‚ etmiştir.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “YahyĂ‚ Efendi nasıl biridir?” diye sordu. Ona; “Sultanım! YahyĂ‚ Efendi, babanız CennetmekĂ‚n hazretlerinin sut kardeşi idi. Babanızla cok iyi goruşurlerdi.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Evet, babamla olan yakınlığını ve dostluğunu bilirim. O babama her ne derse babam şuphesiz yerine getirirdi. YahyĂ‚ Efendi saraya bir defĂ‚ olsun gelmemişti. LĂ‚kin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona cok iltifat ettiğine gore gorelim nasıl zĂ‚ttır. EvliyĂ‚lığı nicedir. İmtihan icin onu bir yere dĂ‚vet edelim.” dedi. Kale bahcesi denilen guzel bir yere geldi. Sultan bir adamıyla YahyĂ‚ Efendiyi buraya dĂ‚vet etti. YahyĂ‚ Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi gonlunden gecirdi. Cok gecmeden YahyĂ‚ Efendi kayığıyla cıkageldi. Sultan Selîm Han, YahyĂ‚ Efendiyi gorunce tahtından inip hurmetle onu karşıladı ve iltifat etti. YahyĂ‚ Efendi ona; “Sultanım! Nicin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.” buyurdu. Sultan, el opmek isteyince, YahyĂ‚ Efendi, Sultanın iki kulağını tutup buktu ve; “Abdestin var mı? Soyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan; “Abdest alayım.” dedi. YahyĂ‚ Efendi; “Dediğim namaz abdesti değildir. Soylediğim tovbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han mahcûb oldu ve YahyĂ‚ Efendinin ellerinden opup, hurmet gosterdi. Onun buyuk bir velî olduğuna iyice inandı.
YahyĂ‚ Efendinin, Apostol isminde hıristiyan bir komşusu vardı. Bir gun bu Apostol, denizde fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan olduğu hĂ‚lde, YahyĂ‚ Efendinin hurmetine duĂ‚ ederek kurtuldu. Evine gelince, YahyĂ‚ Efendiye hediye goturmek istedi. Kendi Ă‚detlerince, muhim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap alarak YahyĂ‚ Efendinin dergĂ‚hına gitmek icin yola cıktı. Getirdiği şarap, dergĂ‚hın yokuşunda, daha oraya varmadan nar suyu hĂ‚line dondu. Bu apacık kerĂ‚metleri goren Apostol, musluman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. Arsasını YahyĂ‚ Efendiye hediye etti ve kendisi de onun talebeleri arasına katıldı. Bu zĂ‚t, YahyĂ‚ Efendi ile aynı turbede, onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır.
Bir zaman Sultan İkinci Selîm Han bir donanma hazırlayıp sefere cıkılmasını ferman buyurdu. Donanma hazırlandığında donanma komutanı Kaptan-ı deryĂ‚ Beşiktaş’a geldi ve YahyĂ‚ Efendiden duĂ‚ istedi. O zaman YahyĂ‚ Efendi hazretleri uzuntulu ve sıkıntılı bir halde; “Allahu teĂ‚lĂ‚ bir şeyin olmasını takdir ettiyse, onu hayır duĂ‚ değiştiremez. LĂ‚kin sizden gelecek kotu bir haberi işitmememiz icin gece-gunduz Rabbime duĂ‚cıyım.” buyurdu ve donanma kaptanını uğurladı. Donanma o yıl duşmana karşı zafer kazanamadı. Bu haber İstanbul’a gelmeden once YahyĂ‚ Efendi hazretleri Hakk’ın rahmetine kavuştular. Buyurdukları gibi bu haberi duymadan Ă‚hirete gittiler.
BeşiktĂ‚şî Muderris YahyĂ‚ Efendi, omrunun sonuna kadar Beşiktaş’taki yerinde, ibĂ‚det ve mucĂ‚hede ile vakit gecirdi. 1569 (H.977) Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi vefĂ‚t etti. VefĂ‚tında seksen yaşına yaklaşmıştı. Kurban bayramı gunu, SuleymĂ‚niye CĂ‚miinde, bayram namazından sonra cenaze namazı kılındı. CenĂ‚ze namazını ŞeyhulislĂ‚m Ebussu’ûd Efendi kıldırdı. Bahcesi yakınında bulunan ve daha onceden hazırladığı kabrine defnolundu. CenĂ‚zesinde vezîrler, Ă‚limler, zenginler ve fakirlerden muteşekkil cok kalabalık bir cemĂ‚at hazır bulundu. Bu cemĂ‚at, onun hĂ‚linin iyi olduğuna, sonunun hayırlı olduğuna, tam ve Ă‚dil bir şĂ‚hitti. VefĂ‚t gecesinde; Ă‚limler, hĂ‚fızlar, vĂ‚izler, imĂ‚mlar, tasavvuf buyukleri Kur’Ă‚n-ı kerîm okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihyĂ‚ edip, sevĂ‚bını o buyuk zĂ‚tın rûhuna hediye ettiler. Kabri uzerine İkinci Selim HĂ‚n tarafından turbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı sultanları, YahyĂ‚ Efendinin turbesinin, cĂ‚mi ve zĂ‚viyesinin ve diğer kulliyĂ‚tının bakım ve tĂ‚mirini buyuk bir hassĂ‚siyetle ve aksatmadan yapmışlardır.
YahyĂ‚ Efendinin iki oğlu olup, her ikisi de babaları gibi ilim, irfan Ă‚şığı kimseler idi. Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefĂ‚tlarında aynı turbeye defnolunmuşlardır.
YahyĂ‚ Efendi hazretlerinin şĂ‚irliği de kuvvetli idi. “Muderris” mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve muretteb DîvĂ‚n'ı vardır.
O KENDİNİ TANITTI
KĂ‚nûnî, bir gun kayıkla Boğaz’da gezmeye cıkmıştı. Ortakoy hizĂ‚sına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam gondererek YahyĂ‚ Efendiyi cağırttı. O da yanında bir ahbĂ‚bı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, YahyĂ‚ Efendinin ahbĂ‚bı, devamlı olarak KĂ‚nûnî’nin parmağında bulunan cok kıymetli bir yuzuğe bakıyor ve bu bakış dikkati cekiyordu. KĂ‚nûnî bu hĂ‚li farkedince, parmağındaki o kıymetli yuzuğu cıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz.” dedi. O zĂ‚t yuzuğu aldı. Evirip cevirdikten sonra, denize atıverdi. YahyĂ‚ Efendi hĂ‚ric, kayıkta bulunanlar cok hayret ettiler. Bir muddet gittikten sonra, o zĂ‚t inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zĂ‚t, ineceği sırada denizden bir avuc su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz once denize attığı yuzuk vardı. YahyĂ‚ Efendi hĂ‚ric, kayıkta bulunan herkes, yine cok hayret ettiler. KĂ‚nûnî, elini uzatıp yuzuğu alınca, o zĂ‚t birdenbire gozden kayboluverdi. KĂ‚nûnî, YahyĂ‚ Efendiye donup; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gorduğunuz Hızır aleyhisselĂ‚m idi.” dedi. Bunun uzerine KĂ‚nûnî; “O hĂ‚lde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, YahyĂ‚ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta gec kaldınız.” buyurdu.
OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE OLACAK?
Bir gun cihĂ‚n pĂ‚dişĂ‚hı KĂ‚nûnî Sultan SuleymĂ‚n Han, YahyĂ‚ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gonderdi ve; “Ağabey! Sen ilĂ‚hî sırlara vĂ‚kıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının Ă‚kıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan YahyĂ‚ Efendi eline kalem kĂ‚ğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp KĂ‚nûnî’ye gonderdi. KĂ‚nûnî, YahyĂ‚ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler icinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sozun mĂ‚nĂ‚sını anlamak icin YahyĂ‚ Efendinin dergĂ‚hına geldi. YahyĂ‚ Efendiyi gorur gormez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suĂ‚lime cevap veriniz. Biz de ona gore hareket edelim.” dedi. YahyĂ‚ Efendi bunun uzerine tebessum edip; “Biz cevap verdik. Bu sozumuzu anlayamamana şaşarız.” dedi. KĂ‚nûnî; “Nasıl?” deyince, YahyĂ‚ Efendi; “Zulum, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu onlemeye calışmasalar, sonra koyunu kurt değil de coban yese, bilenler de bunu soylemeyip gizlese, fakirler, muhtaclar, gariplerin feryĂ‚dı goklere cıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felĂ‚kettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itĂ‚at etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. KĂ‚nûnî bunları işitince, goz yaşlarını tutamadı. YahyĂ‚ Efendiye olan sevgisi daha da arttı.
KİMSE KİMSENİN RIZKINI YİYEMEZ
YahyĂ‚ Efendi bir zaman sevdiklerinden birkacıyla yolculuğa cıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden birini cağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip tĂ‚ze yumurta alalım. Yiyelim ve şukredelim.” buyurdu. Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci, guzel huylu biriydi. YahyĂ‚ Efendi değirmenciye; “Efendi bize tĂ‚ze yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tĂ‚ne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi, hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun uzerine YahyĂ‚ Efendi; “Kimse kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kumesi ac. Bize de kalmıştır.” buyurdu. Kumesi actığında her taraf yumurta doluydu. O zaman YahyĂ‚ Efendi; “Bak Hasan Efendi! Allahu teĂ‚lĂ‚ bizim rızkımızı da yaratmış.” buyurdu ve bir avuc altına bir sepet yumurta alıp yola devĂ‚m ettiler.
GORDUĞUN HIZIR İDİ
Osmanlı pĂ‚dişĂ‚hı, KĂ‚nûnî zamanında,
YahyĂ‚ Efendi diye, vardı ki bir evliyĂ‚.
Sultan, Ağabey diye, ona hitab ederdi,
Buyuk zĂ‚t olduğunu, bilir ve cok severdi.
Velî YahyĂ‚ Efendi, hazret-i Hızır ile,
Sık sık goruşur idi, Allah'ın izni ile.
PĂ‚dişĂ‚h bu durumu, cok iyi biliyordu,
Kendisi de Hızır’la, goruşmek istiyordu.
Cıktı sultan bir gece, kayıkla gezintiye,
Yanaştırıp kayığı, bir ara Ortakoy’e.
Yahy Efendiye de, gonderdi ki bir haber;
O da gelip bulunsun, kendisiyle beraber.
Yahya Efendi dahi, onun ricĂ‚sı ile,
Gelip bindi kayığa, yanında birisiyle.
Sultanın parmağında kıymetli yuzuk vardı.
O kişi, dikkatlice o yuzuğe bakardı.
İyice farkedince, bunu Sultan SuleymĂ‚n,
O kıymetli yuzuğu, cıkarıp parmağından,
Dedi ki: “Siz gĂ‚liba, bunu merak ettiniz,
Alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz.”
O zĂ‚t aldı yuzuğu, evirip cevirerek,
Atıverdi denize, hem de gulumseyerek.
YahyĂ‚ Efendi haric, kayıkta bulunanlar,
Cok hayret ettiler ki, acab bu ne yapar?
Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti
PĂ‚dişĂ‚h kayıkcıya; “Kıyıya yanaş” dedi.
O kişi tam inerken bir avuc su alarak,
Uzattı pĂ‚dişĂ‚ha, goz altından bakarak.
Avcundaki o suda attığı yuzuk vardı,
PĂ‚dişah bunu gorup, hayretten dona kaldı.
Tutmak istediyse de, o kişinin elinden,
LÂkin o zÂt bir anda, kayboldu goz onunden.
Sordu Sultan SuleymÂn, Yahy Efendiye ki
“Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki?”
“Efendim gorduğunuz, Hızır idi” deyince,
Dedi: “Bunu ne icin, demedin daha once.”
Buyurdu: “O kendini, tanıttı hukumdĂ‚rım,
LĂ‚kin siz tanımakta, gec kaldınız hunkĂ‚rım.”
PEHLİVÂN YAHYÂ EFENDİ
Avrupa’da Kara Pehlivan ismiyle meşhûr ve butun gureşcileri yenen gayr-i muslim bir gureşci vardı. Bu gureşci bir ara İstanbul’a geldi. Butun gureşcilere meydan okuyor, hic kimsenin kendisiyle gureşmeye cesĂ‚ret edemeyeceğini soyluyordu. YahyĂ‚ Efendi, İslĂ‚miyetin şerefini, vekarını korumak icin, gureşmek uzere o meşhûr pehlivanın karşısına cıktı. Kendisi daha once hic gureşmezdi. Herkes bu duruma cok hayret etti. Pehlivanlar meydana cıktığında, binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile netîceyi bekliyorlardı. NihĂ‚yet YahyĂ‚ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı. O meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi.
Kara Pehlivan, bu zĂ‚tta gorduğu kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hĂ‚lin o buyuk zĂ‚tın bir kerĂ‚meti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Gonlu Ă‚detĂ‚ YahyĂ‚ Efendiye bağlanıp kaldı. NihĂ‚yet onun huzûrunda musluman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı.
ÂŞIĞA BAĞDÂT IRAK DEĞİLDİR
Mağripli birisi YahyĂ‚ Efendinin ismini duyup, gormeden ona Ă‚şık oldu. YahyĂ‚ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka bircok yer gezip YahyĂ‚ Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gorduklerine dĂ‚imĂ‚; “YahyĂ‚ nerede. Ey insanlar YahyĂ‚’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hĂ‚lini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yuruyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak YahyĂ‚ Efendinin dergĂ‚hını buldu. Kapıyı calıp, YahyĂ‚ Efendi hazretlerini sordu. DergĂ‚htakiler YahyĂ‚ Efendinin Kavak’taki bahcesine gittiğini soylediler. Âşık Mağripli; “Âşığa BağdĂ‚t ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahceye geldi. Bahce cok guzel olup ortasında bir havuz vardı. YahyĂ‚ Efendi havuzun yanında oturmuştu. Hizmetciler bahceyi suluyorlardı. Mağripli doğruca YahyĂ‚ Efendinin yanına yaklaşıp, selĂ‚m verdi ve elini optu. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım." dedi. YahyĂ‚ Efendi ona; "AcabĂ‚ maksadın nedir?Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat, biz de sana yardım edelim, gamını giderelim." buyurdu. Mağripli, YahyĂ‚ Efendinin ayaklarını opmek istedi ve; "Efendim ne olur kimyĂ‚ ilmini bana oğretin.” dedi. Bu sozu uzerine YahyĂ‚ Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermĂ‚nı sendedir. Ben arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sozlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli, YahyĂ‚ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan YahyĂ‚ Efendi, Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gordu ve; “Ey kişi! Şu kara taşı bana al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve YahyĂ‚ Efendinin eline verdi.YahyĂ‚ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra havuzun icine atıverdi ve; “Allahu teĂ‚lĂ‚nın sevgili kulları taşa nazar etseler, o hĂ‚lis altın oluverir.” buyurdu. Bunu goren Mağripli; “Elhamdulillah. CenĂ‚b-ı Hak beni maksĂ‚dıma kavuşturdu. Maksadım hĂ‚sıl oldu. Efendim beni kabûl edin. Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedĂ‚dır.” dedi ve ellerine sarıldı. YahyĂ‚ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahcenin bakım işlerini ona verdi.
1) Sicilli OsmĂ‚nî; c.4, s.633
2) Tezkiret-uş-Şu’arĂ‚; c.2, s.882
3) Osmanlı TĂ‚rihi Ansiklopedisi; c.6, s.188
4) Mir’Ă‚t-ı İstanbul; s.290
5) Tam İlmihĂ‚l SeĂ‚det-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1161
6) ŞakĂ‚yik-ı Nu’mĂ‚niyye Zeyli (AtĂ‚î

7) MenĂ‚kıb-ı BeşiktĂ‚şî Muderris YahyĂ‚ Efendi ibni Omer el-Arabî (Matbaa-i OsmĂ‚niyye İstanbul-1314)
8) Sefînet-ul-EvliyĂ‚; c.2, s.61
9) MenĂ‚kıb-ı YahyĂ‚ Efendi, SuleymĂ‚niye KutuphĂ‚nesi, Hacı Mahmûd Efendi Kısmı, No 4592
10) İslĂ‚m Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.19
__________________