Sofiyye-i aliyye denilen buyuk velîlerden. İsmi Huseyin bin Mansûr, kunyesi Ebu'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın BeyzĂ‚ şehrinde doğduğu rivĂ‚yet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idĂ‚m olunarak şehîd edildi.

Huseyin bin Mansûr'un buyuk babası Mahamma adında bir zerduştîdir. Buna, ana tarafından hazret-i Ebû Eyyûb'un neslinden geldiğini soyleyerek EnsĂ‚rî de denilmiştir. Tuster'de buyuk velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tusterî hazretlerinin sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri bereketiyle tasavvufa yoneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile buyuk mucĂ‚dele yaptı ve her isteğine sırt cevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir Ă‚şık idi. Kendisini cok seven Ebû YĂ‚kûb-ı AktĂ‚' kızını ona verdi. Bundan sonra bir muddet daha Basra'da kaldı.

Huseyin bin Mansûr'a HallĂ‚c denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gun o, dostu olan bir hallĂ‚cın dukkanına girdi. Bir işinin gorulebilmesi icin onun tavassutunu ricĂ‚ etti. Fakat hallĂ‚cın gittiği yerden donuşu biraz uzun surdu. Geldiğinde; "YĂ‚ Huseyin! Gordun mu başımıza gelenleri. Senin icin bugun kendi işimden oldum." diye soylendi.

Huseyin bin Mansûr onun endişeli hĂ‚line bakarak tatlı tatlı gulumsedi ve; "Uzulme senin işini de biz hallederiz." dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henuz atılmamış pamuk yığınları harekete gecti. Kaşla goz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve supruntu kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. HallĂ‚cın gozleri fal taşı gibi acılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu tĂ‚rihten sonra da Huseyin, HallĂ‚c-ı Mansûr diye anıldı.

HallĂ‚c-ı Mansûr daha sonra Basra'dan ayrılarak BağdĂ‚t'a Cuneyd-i BağdĂ‚dî hazretlerinin yanına geldi, Cuneyd-i BağdĂ‚dî ona susmayı ve insanlarla goruşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve ibĂ‚detle meşgûl oldu. Sonra tekrar BağdĂ‚t'a geldi. Burada yine Cuneyd-i BağdĂ‚dî hazretleri ile goruştu ve bĂ‚zı suĂ‚ller sordu. Cuneyd-i BağdĂ‚dî suĂ‚llerine cevap vermedi ve; "GĂ‚liba bir ağac parcasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır!" dedi. Cuneyd-i BağdĂ‚dî hazretleri bu sozu ile ilerde onun şehîd edileceğine işĂ‚ret ediyordu. Mansûr, sorduğu meselelerin cevĂ‚bını alamayınca, izin alarak Tuster'e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada buyuk kabûl ve ilgi gordu. Sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve MĂ‚verĂ‚unnehr gibi beldelerde bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı icinde buyuk kabûl ve ikrĂ‚m gordu. Ahvaz'da ilĂ‚hî esrĂ‚rdan cok bahsettiğinden, kendisine HallĂ‚c-ı EsrĂ‚r denildi. TekrĂ‚r hacca gitti. Donuşte Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir muddet daha burada kaldı. Sonra; "Halkı Hakk'a dĂ‚vet icin şirk beldelerine gidiyorum." diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu. Buradan MĂ‚verĂ‚unnehr'e geldi. Cin'i Macin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk'a dĂ‚vet etti. Hint, Cin ve Turk kavimlerinden pekcok kimsenin İslĂ‚miyetle şereflenmesine vesîle oldu. Onların İslĂ‚miyeti tanımaları icin pekcok eserler telif etti. Donuşunde dunyĂ‚nın dort bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı. Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Cinliler Ebû Muîn, Turkler; Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah ZĂ‚hid, Huzistanlılar; HallĂ‚c-ı EsrĂ‚r diye hitab ediyorlardı.

HallĂ‚c-ı Mansûr hazretlerinin İslĂ‚miyeti yaymak icin yıllarca dolaştığı, şehir şehir gezdiği bu seyĂ‚hatleri sırasında pekcok kerĂ‚metleri, hĂ‚rikulĂ‚de halleri goruldu. KerĂ‚metlerinden daha muhimi de onun mĂ‚rifet, hikmet ve ince mĂ‚nĂ‚lar dolu sozleridir. Bunlar, onun ilim ve mĂ‚rifette ulaştığı kıymetli dereceleri gosteren birer delildir. KerĂ‚metlerinden ve hikmet dolu sozlerinden bazıları şu şekildedir:

Semerkantlı Reşid-i Hurd, KĂ‚be'ye gitmek uzere yola cıkmıştı. Yolda konak yerlerinde meclisler teşkil edip sohbette bulunuyordu. Yine bir konak yerinde şunu anlattı: HallĂ‚c-ı Mansûr dort yuz sûfî ile birlikte cole acılmıştı. Birkac gun gecti. GıdĂ‚ nĂ‚mına hicbir şey bulamadılar. Aclıktan perişan bir hĂ‚le geldikleri sırada HallĂ‚c-ı Mansûr'a gelerek şimdi kelle kebĂ‚bı olsa da yesek dediler. HallĂ‚c, hemen elini arkaya uzatıp, kebĂ‚b olmuş bir kelle ile iki pide alıp, birine verdi. Dort yuz kişiydiler. Her defĂ‚sında elini arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı. Neticede 400 kelle, 800 pide almış ve her birine bir kelle iki pide vermiş oldu. O topluluk bunları yedikten sonra, tĂ‚ze hurma olsa da yesek dediler. Kalktı ve beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar dokuldu. Doyuncaya kadar yediler. Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayasaydı, tĂ‚ze hurma verirdi.

Bir defĂ‚sında Mekke'ye gitmişti. KĂ‚be'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş uzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gun ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkac lokma ekmek parcasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin ustune koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a cıktı. Herkes geri donduklerinde bir Ă‚h cekti ve dedi ki: "Ey Ă‚lemlerin Rabbi! Ey azîz olan Allah'ım! Butun tesbîh edenlerin tesbîhinden, butun tehlîl soyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkur sĂ‚hibinin tefekkurunden seni tenzîh ederim. Ya ilĂ‚hî! Biliyorsun ki, sana şukretmekten Ă‚cizim. Benim şukrum ancak budur."

HallĂ‚c-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri cıkarır ikrĂ‚m ederdi. Elini havaya uzatınca, avucu, uzerinde "Kul huvallahu ehad" yazılı gumuş paralarla dolardı. Bunlara "kudret paraları" ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden gecenleri Allahu teĂ‚lĂ‚nın bildirmesi ile haber verirdi.

"Kul, ubûdiyetin, kulluğun butun şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hurriyete kavuşur, kulfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile suslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makĂ‚mı budur. Bu durumdaki kula ibĂ‚det ve tĂ‚at zor gelse bile, Allahu teĂ‚lĂ‚nın yardımı ile onu zevk ve gonul rahatlığı ile îfĂ‚ eder. İslĂ‚miyet yonunden bu nevî ibĂ‚detlerle suslu bulunduğu halde ibĂ‚detlerinde kalbine en kucuk bir meşakkat, sıkıntı Ă‚rız olmaz."

"Kim hurriyeti murĂ‚d edinirse ubûdiyyete, kulluğa sıkı bir şekilde devĂ‚m etsin. Hakîkî hurriyet Allah'tan başkasına kulluk yapmamaktır."

"Azîz ve celîl olan Allah'tan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi umid eden kimsenin yuzune, Allahu teĂ‚lĂ‚ butun kapıları kapatır, ona Ă‚dî bir korkuyu (Allah korkusunun dışında kalan korkuları) musallat eder. Kendisi de onun arasına yetmiş perde ceker, bu perdelerin en incesi şuphe, vesvese olur."

Bir gun kendisine; "Sabır nedir?" diye sorduklarında; "Sabır odur ki; iki elini ayağını keserler, onu koprunun uzerine asarlar ve hattĂ‚ bundan daha acĂ‚ib muĂ‚meleler yaparlar da bir kere Ă‚h etmez." buyurdu. Kendisinin olumu ve idĂ‚mı boyle cereyĂ‚n etmiştir.

Nitekim HallĂ‚c-ı Mansûr Allahu teĂ‚lĂ‚nın aşkı ile kendinden gectiği bir sırada; "Enel-Hak= (Ben Hakkım)" sozunu soyledi. Bu sozunu, zĂ‚hir Ă‚limleri dalĂ‚lete ve ilhĂ‚da hukmedip katline fetvĂ‚ verdiler.

HallĂ‚c-ı Mansûr, Enel-Hak sozunu soyleyince tasavvuf ilmine vĂ‚kıf olmayan zĂ‚hir ulemĂ‚ bu soze şiddetle karşı cıktı. Sozunu Halîfe Mu'tasım'ın yanına goturerek fesĂ‚d cıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin ÎsĂ‚'yı ona karşı kışkırtarak aleyhine cevirdiler. Halîfe, HallĂ‚c'ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bĂ‚zı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyĂ‚reti de yasaklandı. İbn-i AtĂ‚'nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyĂ‚retler mustesnĂ‚ beş ay muddetle kimse onu ziyĂ‚ret edemedi.

Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Ucuncu gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suĂ‚l edildiğinde; "İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı gorebildiniz. Ucuncu gece, her şey yerli yerindeydi. TĂ‚ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idĂ‚m edesiniz diye." buyurdu.

Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf şoyle nakletti: "Bir cok hîle ile zindana girerek HallĂ‚c-ı Mansûr'u gormeye gittim. Yumuşak halılar ve doşeklerle doşenmiş, iyi tertib edilmiş guzel bir oda gordum. Odanın duvarına bir ip bağlanmış, uzerinde bir havlu asılmıştı. Orada yuzu guzel bir kole gordum. "Şeyh nerededir?" diye sordum. "AbdesthĂ‚nededir. Abdest hazırlığı goruyor." dedi. Ben: "Ne zamandan beri şeyhin hizmetindesin?" dedim. "On sekiz aydan beri." dedi. "Bu zindanda şeyh ne yapıyor?" dedim. "On uc batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gun bin rekat namaz kılıyor." dedi. Sonra devĂ‚m ederek: "Bu gorduğun zindanın kapılarının herbirinin arkasında eşkıyĂ‚ ve hırsız kimseler vardır. Onlara nasîhat eder. Bıyıklarını ve saclarını keser." dedi. "Ne yer?" diye sordum. "Her gun onune ceşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir muddet onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin uzerine basar ve icli bir sesle ceşitli şiirler soyler. AslĂ‚ onları yemez. Sonra onunden alır, gotururuz." Biz bu şekilde konuşurken o abdesthĂ‚neden cıktı. Guzel gorunuşlu olup, cĂ‚zibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına cıkıp oturdu. Bana: "Ey delikanlı! Neredensin?" dedi. "Fars'tanım (İranlıyım)" dedim. "Hangi şehirdensin?" diye sordu. "Şiraz'danım" dedim. Benden meşĂ‚yıh haberlerini sordu. Ebu'l-AbbĂ‚s ibni AtĂ‚'ya gelince, sozumu keserek: "Onu gorursen, o kĂ‚ğıtları (mektupları) yakmasını soyle." dedi. Sonra yine: "Buraya nasıl gelebildin?" dedi. "BĂ‚zı İran askerlerinin yardımıyla." dedim. Tam bunu soylediğim zaman zindancıbaşı iceri girdi. Yer opup oturdu. Şeyh ona: "Sana ne oldu?" dedi. Zindancıbaşı: "Duşmanlarım beni halîfeye gammazlamışlar. GuyĂ‚ ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp goturecek, katledecekler." dedi. Şeyh: "Var selĂ‚metle git." dedi. O gittikten sonra, şeyh hucrenin ortasında dizleri uzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını onune eğdi. ŞehĂ‚det parmağı ile işĂ‚ret ederek, ansızın ağladı. Oyle ağladı ki, gozyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden gecerek yuzunu yere koydu. O sırada zindancıbaşı iceri girdi. Tekrar şeyhin onune oturdu. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum." dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. O, "Beni halîfenin yanına goturdukleri zaman halîfe; "Şimdiye kadar seni katletmeyi tasarlıyordum. Şimdi sana gonlum hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim." dedi. Bundan sonra şeyh, yuzunu o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yuksekliği şeyhden yirmi arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım." Sonra ben cıkıp gittim ve İbn-i AtĂ‚'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: "Eğer tekrar onunla buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları saklayacağımı soyle." dedi.

Naklederler ki, HallĂ‚c-ı Mansûr hapishĂ‚nedeyken uc yuz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; "Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım." dedi."Peki sen kendini nicin kurtarmıyorsun. Gucun olsa kendini kurtarırsın." dediklerinde; "Biz himĂ‚ye ve selĂ‚met icindeyiz. Eğer dilersek bir işĂ‚retle butun kelepceleri acarız!" dedi. Sonra parmağıyla işĂ‚ret edince, butun kelepceler yere dokuldu. Bunun uzerine; "İyi ama hapishĂ‚nenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim?" dediler. Bunun uzerine bir daha işĂ‚ret etti. Duvarlarda bir takım gedikler ortaya cıktı. Bu hali goren mahpuslar, hemen HallĂ‚c'ın ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi icin yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; "Bizim O'nunla oyle bir sırrımız vardır ve sır sĂ‚hibinden başkasına soylenmez." buyurdu.

Bu haberler halîfeye ulaşınca; "Fitne cıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sozunden donene kadar sopalayınız." emrini verdi. Bunun uzerine HallĂ‚c-ı Mansûr hazretlerini BağdĂ‚t'ta TĂ‚kkapısına goturduler. EvvelĂ‚ yuz kırbac vurdular. Kendisinden en kucuk bir ses cıkmadı. Olmediğini gorunce, ellerini ve ayaklarını kestiler.

HallĂ‚c-ı Mansûr'un rahmetullahi aleyh elleri ve ayakları kesildiğinde; "Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu.

Darağacına cıkan Mansûr hazretlerine şu suĂ‚l soruldu; "Tasavvuf nedir?" "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gorduğunuz bu haldir." "Ya ileri derecesi?" "Onu gormeye tahammulunuz olmaz."

İdĂ‚m edilmeden once halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hic ses cıkarmıyor, hattĂ‚ tebessum ediyordu. Bir dostu, taş yerine gul attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gulu bile beni incitti." cevĂ‚bını verdi.

Bu arada kendisinden nasîhat istemek icin gelen hizmetcisine; "Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibĂ‚detle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder." dedi.

Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah'ım, bana senin icin bu işkenceyi revĂ‚ gorenlere rahmet et! Senin rızĂ‚n icin beni elimden, ayağımdan, gozlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet!" diye yalvardı.

Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, kulleri Dicle'ye atıldı.Atılan kuller dokulur dokulmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları BağdĂ‚t'ı basmak uzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir muddet sonra eski normal hĂ‚lini aldı. HallĂ‚c-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden once: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, kulunu Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp BağdĂ‚t'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına goturup, sulara at." buyurmuştu.

Abdulmelik EvkĂ‚f anlatır: "Bir gun ustĂ‚dım olan HallĂ‚c-ıMansûr'a; "Ey hocam! Ârif kimdir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Ârif o kimsedir ki, ZilkĂ‚de ayından altı gun kala, Salı gunu, 919 (H.306) senesinde BağdĂ‚t'ta eli ayağı kesilerek, gozleri cıkarılarak, baş aşağı astırılıp, govdesi yakılarak, kulunu savururlar."Onun dediği zamĂ‚nı gozledim. Meğer o soylediği kendiymiş, o ne soyledi ise aynını yaptılar."

Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; "Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: "Ene hayrun minhu= Ben ondan hayırlıyım." dedim) Nasıl oluyor da bu yuzden senin uzerine rahmet, benim uzerime lĂ‚net yağdırıyor?" diye sordu. HallĂ‚c-ı Mansûr şu cevĂ‚bı verdi: "Sebep şudur. Sen "Ene" dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gĂ‚yet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lĂ‚net etti."

HallĂ‚c-ı Mansûr, zamĂ‚nındaki bĂ‚zı zĂ‚hir Ă‚limlerinin anlayamadığı sĂ‚dık, Allahu teĂ‚lĂ‚nın aşkı ile yanan bir Hak Ă‚şığıdır. Şiddetli mucĂ‚hedeler ve cetin riyĂ‚zetler cekmiş, himmeti yuksek, kerĂ‚metler sĂ‚hibi bir velîdir. Sozleri guzel, konuşması fasîh ve belîğ, firĂ‚seti ustun, hakîkat, esrĂ‚r, mĂ‚nĂ‚ ve mĂ‚rifetler sĂ‚hibi olup, yaşadığı muddetce, dĂ‚imĂ‚ ibĂ‚det ve riyĂ‚zetle meşgûl olurdu. Gunde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği gunun gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dort yuz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.

HallĂ‚c-ı Mansûr hazretlerinin idĂ‚mına sebeb olan "Enel-Hak" sozu, onun tasavvuf yolunda sĂ‚hib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu icinde soylediği doğru bir sozdur. ZĂ‚hiren kelime mĂ‚nĂ‚sı; "Ben Hak'ım" demek olan bu sozun hakîki mĂ‚nĂ‚sı: "Ben yokum. Hak vardır." demektir. Nitekim İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî hazretleri MektûbĂ‚t kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şoyle acıklamaktadır: "O buyuklerin "Her şey O'dur" demeleri, hicbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. MeselĂ‚, HallĂ‚c-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hak'ım) dedi. Boylece, ben Hak'ım, Hak teĂ‚lĂ‚ ile birleştim, demek istemedi. Boyle diyen kĂ‚fir olur ve oldurulmesi lĂ‚zım olur. Onun sozunun mĂ‚nĂ‚sı "Ben yokum, Hak teĂ‚lĂ‚ vardır." demektir. İşte sofiyye (evliyĂ‚) her şeyi Hak teĂ‚lĂ‚nın isimlerinin ve sıfatlarının gorunuşu, onların aynası bilir. ZĂ‚tın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zĂ‚tında değişiklik olduğunu soylemez. MeselĂ‚, bir insanın golgesi, kendinden hĂ‚sıl oluyor. Golge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o golge şekline girmiştir, gibi şeyler soylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Golge, onun bir gorunuşudur. Bu kimseyi aşırı seven, golgeyi filĂ‚n gormez. Ondan başka bir şey gormez. Golge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. YĂ‚ni golge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyĂ‚ya, Hak teĂ‚lĂ‚dan meydana gelmiştir. Hak teĂ‚lĂ‚ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey O'dur." sozleri; "Her şey O'ndandır." demektir ki, Ă‚limler de boyle soylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyĂ‚ya, Hakk'ın gorunuşu diyor. Âlimler bunu soylemekten cekiniyor. EşyĂ‚ ile birleşmek, eşyĂ‚nın icinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sozu soylemiyor."

HallĂ‚c-ı Mansûr hazretleri halleri doğru, zamĂ‚nındakilerin, kadrini ve derecesini anlamayacak derecede yuksek bir velî idi. O, hicbir zaman Allahlık iddiĂ‚ etmedi. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gunduz ve gecelerini ibĂ‚detle gecirdi. Elli yaşındayken; "Bu gune kadar bin senelik namaz kıldım." buyurdu. İslĂ‚miyetin butun emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar titizlikle uyar, mubahları zarûret mikdĂ‚rı kullanırdı. Omrunun temeli sıkıntı uzerine kurulmuştu.Bu da, Allah aşkına tutulanlarda ceşitli şekil ve derecelerde gorulen bir husustur.

Onun hal ve mertebesini anlayan pekcok Ă‚lim ve velî yuksek bir velî olduğunu soylemişlerdir. İbn-i AtĂ‚, Ebû Abdullah Hafîf, Şiblî, Ebu'l-KĂ‚sım NasrabĂ‚dî, Şeyh Ebû Saîd Ebu'l-Hayr, Şeyh Ebu'l KĂ‚sım-ıGurgĂ‚nî, Şeyh Ebû Ali FĂ‚rmedî ve Yûsuf-ı HemedĂ‚nî hazretleri bunlardan bĂ‚zılarıdır. Buyuk velî Şiblî, onun icin; "Ben ve HallĂ‚c aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helĂ‚k eyledi." buyurmuştur. Yine ŞeyhulislĂ‚m Abdullah-ı EnsĂ‚rî; "HallĂ‚c, imĂ‚mdır. Fakat durumunu her kişiye soyledi. Zayıflara ağır yuk yukletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta İslĂ‚miyete riĂ‚yet etmedi. Ona ne vĂ‚ki olduysa, bu sebepten oldu." demiştir.

AliRĂ‚mitenî hazretleri ise, HallĂ‚c-ı Mansûr'un hĂ‚lini; "Huseyin bin Mansûr zamĂ‚nında, HĂ‚ce AbdulhĂ‚lık-ı GoncduvĂ‚nî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idĂ‚m edilmezdi." buyurarak en veciz şekilde îzĂ‚h etmiştir. AbdulhĂ‚lık-ı GoncduvĂ‚nî'nin mĂ‚nevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Huseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara gecirir, idĂ‚m edilmesi lĂ‚zım gelmezdi. Cunku HallĂ‚c-ı Mansûr, her ne kadar buyuk velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihĂ‚yetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihĂ‚yetten cok uzaktır.

Onun hĂ‚li, dunyĂ‚sı ve icindeki ilĂ‚hî aşkı bir başka olup, zĂ‚hir insanının anlayabilmesinden cok uzaktı. Zaman zaman şoyle derdi:

Dilim dilim bende yurek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kurek kurek
Aşk nicedir gel benden sor.

HAK NEYİ DİLERSE BİZ ONU DİLERİZ

Bir gun Mansûr'un hĂ‚tırından; "Peygamber efendimiz, MîrĂ‚c gecesi, sĂ‚dece muminleri diledi de, neden butun insanları dilemedi ve, yĂ‚ Rabbî, cumlesini bana bağışla demedi." diye gecti. Boyle duşunurken, Resûlullah efendimiz iceri girdi ve; "Biz kimi dilersek Hakk'ın fermĂ‚nı ile dileriz. Bizim gonlumuz Hakk'ın fermĂ‚n evidir. O'nun irĂ‚desinin ve fermĂ‚nının gayrisinden pĂ‚k ve mĂ‚sumdur. Eğer O, hepsini dilerse, ben de hepsini dilerim." buyurdu. Bundan sonra HallĂ‚c-ı Mansûr, başından sarığını cıkararak Resûlullah'ın huzûrunda kerĂ‚met gosterdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Bu sarık kerĂ‚meti ile, baş dahi vermek gerektir ki, ben rĂ‚zı olayım." Onun idĂ‚m edilmesine hakîkatte, sebep, bu hukum oldu.

ALINTI#


__________________