TÂbiînden ve hanım velîlerin buyuklerinden. Babasının adı İsmÂil'dir. Doğum tÂrihi bilinmemektedir. 752 (H. 135) yılında Kudus civÂrında vefÂt etti.
Babası İsmÂil'in uc kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını RÂbia (dorduncu) koydu. Babası İsmÂil Efendi cok fakir olduğundan RÂbia doğduğu gece evde ihtiyac olan şeylerden hicbiri yoktu. Bu duruma annesi cok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine; "FilÂn komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir misin?" dedi. Hazret-i RÂbia'nın babası, Allahu teÂlÂdan başka kimseden bir şey istememeğe soz vermişti. Bununla beraber hanımını uzmemek icin komşuya gitti. Kapıya elini surdu ve geri gelip; "Kapı acılmadı" deyince hanımı ağladı. O da cok uzuldu. Babası, başını dizine dayadı ve oylece uyuya kaldı. RuyÂsında Peygamber efendimizi gordu. Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki: "Hic uzulme! Bu kızın, oyle bir hanım olacak ki, ummetimden yetmiş bin kişiye şefÂat edecek. YÂrın bir kÂğıda şoyle yaz: "Sen her gece Peygamber efendimize yuz salevÂt-ı şerîfe, Cum geceleri de dort yuz salevÂt gonderirdin. Bu Cum gecesi unuttun. Bunun keffÂreti olarak, bu yazıyı sana getiren zÂta dort yuz altını helÂl parandan ver." Sonra Basra vÂlisi Îs ZÂdÂn'a git. O yazıyı ver." Hazret-i RÂbia'nın babası uyandığında, Peygamber efendimizi gormenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îs ZÂdÂn'ın yanına gitti. VÂli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şukru icin, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. RÂbia-i Adviyye'nin babası İsmÂil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilÂve olarak pekcok altını da sadaka verip, bir ihtiyÂcı olursa tekrÂr gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra luzumlu ihtiyaclarını temin etti. Boylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatca bakıp guzel edeb ve terbiye ile buyuttuler.
RÂbia-i Adviyye biraz buyumuştu. Annesi ve babası vefÂt etti. Ustelik, Basra'da kıtlık ve fevkalÂde pahalılık vardı. Bu hengÂmede RÂbia'nın ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan RÂbia'yı zÂlim bir kimse yakaladı ve hizmetci olarak iş gordurdu. Sonra da kole olarak altı gumuş karşılığı bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetcisi olarak, gosterilen zor işleri sabırla yapmaya calışıyordu. Cok sıkıntılı gunler gecirdi. Cok zahmetler cekti, fakat isyÂn etmedi. Allahu teÂlÂnın takdirine rÂzı oldu. Edebi fevkalÂde idi. Bir gun karşısına bir nÂmahrem, yabancı cıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken duşup kolu kırıldı. Acz ve kırıklık icinde, mahzûn olmuş bir kalb ile Allahu teÂlÂya yalvardı.
"Y Rabbî! Garib ve kimsesizim. Yetim ve oksuzum. Kole edildim. Bir de kolum kırıldı. LÂkin ben bunların hic birine uzulmuyor, yalnız senin rızÂnı istiyorum. Benden rÂzı olup olmadığını da bilmiyorum" dedi. Bu sırada bir ses duydu. "Uzulme, sen Âhirette meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın." diyordu. RÂbia tekrar efendisinin evine dondu. Gunluk hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta dururdu. Bununla beraber her gun oruclu olur, geceleri de Allahu teÂlÂya ibÂdet ve tÂatle gecirirdi. Bir gece efendisi uyandığındaRÂbia'nın odasından sesler geldiğini işitti. Pencereden bakınca, RÂbia'nın, secde ettiğini, Allahu teÂlÂya şoyle yalvardığını duydu. Diyordu ki: "Ey Rabbim! Benim arzumun senin emrine uymak olduğunu biliyorsun. Benim saÂdetim senin huzûrunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, sana ibÂdetten, bir Ân geri kalmam. Fakat ev sÂhibimin hizmetinde bulunduğum icin ona hizmet ediyorum ve sana gereği gibi ibÂdet edemiyorum..." Ev sÂhibi, bunları duydu. Ayrıca, RÂbia'nın başı ustunde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile aydınlandığını gordu ve hayretten dona kaldı. "Artık RÂbia kole olamaz!" diyordu. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca hemen RÂbia'yı cağırdı ve dedi ki: "Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim." RÂbia; "Gideyim." dedi. Oradan ayrılıp kucuk bir eve yerleşti. Butun vakitlerini ibÂdetle gecirir, bir gun ve gecesinde bin rekat namaz kılardı. Kefenini dÂim yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer, uzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse gormedi. SufyÂn-ı Sevrî ve Hasan-ı Basrî, ondan feyz alırlardı.
Kimseden bir şey almazdı. Bir keresinde Hasan-ı Basrî hazretleri kendisini ziyÂrete gelmişti. Kulubesinin kapısında, zenginlerden birinin ağladığını gordu. "Nicin ağlıyorsunuz?" diye sordu. O zengin; "Zuhd ve kerem sÂhibi şu hÂtun olmasa, halk mahv olur. O, zamÂnın bereketidir. Allahu teÂl bizi, bir cok bel ve sıkıntılardan onun hurmetine muhÂfaza etmektedir. Ona bir mikdar yardımım olsun diye şu keseyi getirdim. Fakat kabûl etmez diye ağlıyorum. Bunu ona verseniz, belki sizin hatırınız icin kabûl eder" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri iceri girip olanları bildirince, RÂbia-i Adviyye buyurdu ki: "Ben bu dunyÂlıkları bunların hakîkî sÂhibi olan Allahu teÂlÂdan istemeğe utanır iken başkasından nasıl alırım? Allahu teÂl bu dunyÂda, kendisini inkÂr edenlerin bile rızkını verirken, kalbi O'nun muhabbetiyle yanan birinin rızkını vermez mi zannediyorsunuz? O kimseye selÂmımızı soyle. Kalbi mahzûn olmasın. Biz Allahu teÂlÂdan başkasından bir şey almamaya ahdettik. Hic bir kimseden bir şey beklemiyoruz. Geleni kabûl etmiyoruz. Bir defÂsında devlete Âid olan bir kandilin ışığından istifÂde ederek gomleğimi yamadım da kalbim dağıldıkca dağıldı ve dikişleri sokunceye kadar kalbimi toparlayamadım."
MÂlik bin DinÂr şoyle anlatır: Birgun RÂbia'nın yanına gittim. Abdestini almış, kalan sudan bir kac yudum da icmişti. Dikkat ettim, testinin bir tarafı kırıktı ve cok eski bir hasırda oturuyordu. Kerpicten bir de yastığı vardı. Bunları gorunce cok uzuldum, icim yandı ve; "Ey RÂbia! Zengin arkadaşlarım var. Kabûl edersen sana onlardan bir şeyler alayım" dedim. Bana donerek; "YÂ MÂlik! Bana da, onlara da rızkı veren Allahu teÂlÂdır. O, fakirleri fakir olduğu icin unutup, zenginleri de zengin olduğu icin hatırlıyor ve yardım mı ediyor sanıyorsun?" dedi. Ben de "Hayır, hic oyle olur mu?" dedim. Bunun uzerine "MÂdem ki Rabbim benim hÂlimi biliyor, benim hatırlatmama ne luzum var. O, oyle istiyor, biz de O'nun istediğini istiyoruz" diye cevap verdi.
RÂbia-i Adviyye, "Niye evlenmiyorsun?" diye ısrÂr edenlere şoyle soyledi: "Benim uc buyuk derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim. Birincisi, (Acab son nefesimde îmÂnımı kurtarabilecek miyim?) İkincisi, (KıyÂmet gununde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler?) Ucuncusu, (Herkesin hesÂbı goruldukten sonra bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, acab ben hangi grupta bulunacağım?)" dedi. O kimseler; "Biz bu suÂllerin cevÂbı olarak size bir şey soylemekten Âciziz" dediler. "O halde onumde boyle dehşetli gunler varken ve bu gunlere hazırlanmak elbette lÂzım iken, evlenmeyi nasıl duşunebilirim?" buyurdu.
Bir gun ikindi vakti yanına bir misÂfir geldi. Tencerede bir parca et vardı. Eti pişirip misÂfire ikrÂm edeyim diye duşundu. Fakat, yemeği hazırlamak icin de misÂfirin yanından ayrılamadı. NihÂyet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de, misÂfiri de oruclu idiler. NihÂyet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir mikdar suyu misÂfire ikrÂm icin hazırladı. Sonra, etin bulunduğu tencerenin Allahu teÂlÂnın izni ile kaynadığını ve yemeğin cok guzel piştiğini gordu. MisÂfire ikrÂm ile iftarı birlikte yaptılar. MisÂfir; "HayÂtımda bu kadar lezzetli bir yemek yemedim." deyince, RÂbia-i Adviyye; "Her hÂlinde Allahu teÂlÂyı hatırlıyan ve sÂdece O'nun rızÂsını istiyenlere işte boyle yemek pişirirler." buyurdu.
RÂbia-i Adviyye'nin hacca gitmek arzusu coğaldı. Bir kÂfileye katılarak yola cıktı. Yolda merkebi olunce kÂfiledekiler; "EşyÂlarınızı bizim hayvana yukleyelim" dediler. Onlara; "Ben Allahu teÂlÂya tevekkul ederek yola cıktım. Siz yolunuza devam ediniz, ben yavaş yavaş gelirim" dedi ve kervan yoluna devam etti. "Y Rabbî! Cok Âciz olduğumu gorup, biliyorsun. Beni evine dÂvet ettin ama bineğim yarı yolda oldu. Koca colde yalnız kaldım. Durumu sana havÂle ettim." diyerek eşyÂlarını yuklendi. Onun bu yalvarışından sonra Allahu teÂl merkebi diriltti. Hazret-i RÂbia buna cok sevindi.
Bir gun, RÂbia-iAdviyye'ye yemek yapmak istediler, fakat soğan yoktu.Komşudan alalım dediler. O da; "Kırk senedir, Allahu teÂlÂdan başkasından bir şey istememek uzere soz verdim. Zararı yok soğansız olsun." buyurdu. Sozunu yeni bitirmişti ki, bir kuş ayaklarındaki soğanları oraya bırakıp gitti. Bunu goren hazret-i RÂbia; "Bu ilÂhî bir imtihandır, Allahu teÂlÂnın azÂbından emin değilim, korkuyorum!" deyip, yemek yerine kuru ekmeği yedi.
Bir gun, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin onunden geciyordu. O sırada evin damında bulunan Hasan-ı Basrî, Allahu teÂlÂnın muhabbetinden pek cok ağlamış, goz yaşlarını ruzgÂr, aşağıdan gecmekte olan RÂbia-i Adviyyenin yuzune duşurmuştu. Damlanın nereden geldiğini araştırıp, yukarıda ağlamakta olan Hasan-ı Basrî'yi gorunce; "Ey Hasan! Sakın gozyaşların nefsinin arzusuyla akmış olmasın! Bu gozyaşlarını icinde muhafaza et ki, icerde bir derya olsun. Allahu teÂlÂnın muhabbeti ile kaynasın" dedi.
Bir defÂsında kendisini sevenler ziyÂrete gelmişlerdi. Evde, odayı aydınlatacak bir kandil yoktu. Gelenlere ise ışık lÂzımdı. RÂbia-i Adviyye hazretleri parmaklarına ufledi. Bunun uzerine Allahu teÂlÂnın izniyle sabaha kadar parmaklarından ışık yayıldı ve oda aydınlandı.
Bir kimse, kendisine, cebinden cıkardığı parayı vermek istedi. Hazret-i RÂbia elini havaya doğru uzattı. Avucu altınla dolu olduğu halde o kimseye; "Sen cebinden alıyorsun, bana boyle veriyorlar." dedi.
Bir gun iki kişi, RÂbia-i Adviyye'yi ziyÂrete geldiler. İkisi de actı. "Yemeği helÂldir" diye iclerinden yemek yimek gecti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızÂsı icin bir şeyler istedi. RÂbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi.RÂbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki: "Ekmekler yirmi olsa gerektir." Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Cıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular. "Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Onumuze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu soyledin."CevÂbında şoyle buyurdu: "Siz ikiniz gelince karnınızın ac olduğunu anladım. Onunuze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahu teÂlÂdan bu ekmeklerin misÂfirlerin karnını doyuramayacağını, bunun icin bir yerine on vermesini istedim. Cunku Allahu teÂl Kur'Ân-ı kerîmde (En'Âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun bu vÂdine guvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim icin de ekmeklerin noksan olduğunu soyledim."
Bir defÂsında namaz kılarken gozune bir kamış saplandı. Kalb huzûru ve Allahu teÂlÂnın muhabbetinin her tarafını kaplamış olması hÂli o kadar fazla idi ki, namazda bunu hic farketmedi. Namaz bitince oradakilere; "Gozume bir bakın. GÂlib gozume bir şey girmiş" dedi. Baktılar kamış parcası gozune saplanmıştı. Guclukle cıkardılar.
Hasan-ı Basrî hazretleri suÂl edip: "Ey RÂbia, yokluğu nerede buldun?" dedi. CevÂbında; "KendimiHak teÂlÂya teslim ve işlerimi O'na havÂle ettim." buyurdu. Yine Hazret-i Hasan suÂl edip; "Ey RÂbia! Hak teÂl aşkına sana ihsÂn olunan ilim ve amelden bana bir harf oğret" dedikte, cevÂbında: "Ey Hasan, cÂriyelikten kurtulalı beri iplik eğirip satarım, gecimimi temin ederim. LÂkin hic bir zaman iki akceyi bir elime almadım. İkisi bir yere gelir de beni Hak teÂlÂnın yolundan ve mÂrifetullahtan alıkoyar diye korktum." buyurdu.
Birinin; "Y Rabbî, bana rahmet kapısını ac!" diye du ettiğini işitince, RÂbia-i Adviyye; "Ey cÂhil, Allahu teÂlÂnın rahmet kapısı kapalı mı idi de şimdi acmasını istiyorsun. Rahmetin cıkış kapısı her zaman acık ise de giriş kapısı olan kalbler, herkeste acık değildir. Bunun acılması icin du edilmelidir." dedi.
Kendisine, Hasan-ı Basrî hazretlerinin; "Cennet'te, Allahu teÂlÂyı gormekten bir an mahrum olursam oyle ağlayıp, feryÂd edeceğim ki, butun Cennet ehli bana acıyacak." dediğini naklettiklerinde; "Bu cok guzeldir. LÂkin, eğer dunyÂda, Allahu teÂlÂdan bir an gÂfil olduysa ve bu gafletinden dolayı aynen bildirdiği uzuntu, ağlamak ve inlemek meydana geldiyse Âhirette de dediği gibi olacaktır. Aksi halde olmayacaktır." buyurdu.
RÂbia-i Adviyye bir gece; "YÂ Rabbî! Ya kalb huzûru ile namaz kılmamı nasîb et, veya kalb huzûru ile kılamadığım namazımı kabûl buyur. Allah'ım benim butun dunyÂdaki arzum ve işim, seni yÂdetmek, Âhirette de CemÂl-i ilÂhiyene kavuşmaktır. Ne olur, beni bu anlayışıma bağışla!" diye yalvardı.
Bir gun RÂbia HÂtun ağlıyordu. "Ey Allahu teÂlÂnın sevgili kulu nicin ağlıyorsun? Rabbinle yakınlığın var." dediler. Buyurdular ki: "Ayrılıktan korkuyorum, belki olum vaktinde (Sen bana gerekmezsin ey RÂbia) diye Allahu teÂl hazretleri hitÂb buyurursa benim hÂlim nice olur? Eyvah, eyvah!" deyip ağladı.
Tevekkulu o dereceye ulaşmıştı ki; "Gok tunc olsa, yer demir kesilse, gokten bir damla yağmur duşmese, yerden bir bitki bitmese ve dunyÂdaki butun insanlar benim cocuğum olsa, Allahu teÂlÂya yemîn ederim ki onlara nasıl bakacağım duşuncesi kalbime gelmez. Cunku, Allahu teÂl hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve uzerine almıştır" derdi.
Bir zaman hasta olmuştu. ZiyÂretine gelenler; "Ey RÂbia! Sana gelen bu hastalık cok ızdırap vermektedir. Du et de Allahu teÂl cektiğin bu ızdırÂbı hafifletsin." dediklerinde, buyurdu ki: "Siz biliyor musunuz ki, bu ızdırÂbı cekmemi Allahu teÂl irÂde etmiştir.""Evet biliyoruz" dediler. O da; "Bunu bildiğiniz halde, O'nun irÂdesine muhÂlefet etmemi, O'ndan tersini dilememi nasıl istiyebiliyorsunuz?" dediği zaman, onlar; "Ey RÂbia, peki senin arzun nasıldır?" diye sordular. O da; "Allahu teÂl benim hakkımda ne irÂde ve ne takdir etmişse ona rÂzı olmak" buyurdu.
Bir gun kendisine sordular ki: "Olumu arzu ediyor musun?" Buyurdu ki: "İnsanlardan birine karşı bir kabahat işlemiş olsam, o insanla karşılaşmaktan utanırım. HalbukiAllahu teÂlÂya karşı olan kabahatlerimiz o kadar cok ki, huzûruna varmayı (olumu) nasıl arzu ederim?"
"Bu yuksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde; "Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk ve ebedî olanın dostluğunu istemekle" buyurdu.
RÂbia-i Adviyye devamlı inlerdi ve onu hep dertli bir hÂlde gorurlerdi.Yakınları; "Hic bir hastalığınız yok, ağlayıp sızlanmanıza, yakınmanıza sebep nedir?" dediler. O da; "Benim gonlumde oyle bir dert var ki, tabibler tedÂvisinde Âciz kaldılar. Yaramın merhemi Allahu teÂlÂya vuslattır (kavuşmaktır). Boyle yanıp yakılıyorum ki, belki maksadıma kavuşurum. Bu benim yaptığım ise, bu işte en az olanıdır" diye cevap verdi.
Yaşı sekseni bulmuştu. Yolda yaşlılığın tesiriyle yurumekte gucluk cekerdi. Oyle ki gorenler, ha duştu, ha duşecek zannederlerdi. Boyle olmakla beraber kimsenin yardımını kabûl etmezdi. VefÂtı yaklaşınca yakınlarından Abede bintiŞevvÂl adında bir hÂtunu yanına cağırdı. Her zaman yanında taşıdığı kefeni gostererek; "VefÂt ettiğim zaman beni bu beze sar ve defnet." diye vasiyet etti.
VefÂt etmeden once hasta yatağının başucunda bekleyen sevdiklerine; "Kalkınız, burayı boşaltıp, yalnız bırakınız. Allahu teÂlÂnın melekleriyle başbaşa kalayım" deyince, oradakiler odayı boşalttılar. Kapıyı orttuler. İcerden meÂlen şu Âyet-i kerîmenin okunduğu işitiliyordu: "Ey mutmainne nefs, rÂzı olmuş ve rÂzı olunmuş olarak Rabbine don! Has kullarımın arasına katıl ve Cennetime gir."(Fecr sûresi: 89) Aradan biraz zaman gecti ses kesilmişti. İceri girdiklerinde vefÂt ettiğini gorduler. VefÂtından sonra Abede binti ŞevvÂl vasiyyetini yerine getirdi. Tur Dağı uzerine defnedildi.
Abede binti ŞevvÂl şoyle anlatmıştır: "RÂbia'yı vefatından bir sene sonra ruyÂda gordum. Yeşil elbiseler giymiş, başında da yeşil bir ortusu vardı. Ben; "Seni sardığım kefenine ne oldu?" dedim. "Allahu teÂl onları cıkardı ve bana bunları verdi." dedi.
VefÂtından sonra kendisini ruyÂda gorenler; "Munker ve Nekir melekleri ile aranızda ne gibi bir şey oldu?" diye sordular. "O iki heybetli melek gelip de bana Men rabbuke (= Rabbin kim?) suÂlini sorunca, onlara dedim ki, ey melekler! Hemen geri gidip Rabbime şoyle arzediniz: (Ey Allah'ım! DunyÂda bunca halk arasında, ihtiyar bir kadıncağızı unutmadın. Ben, seni hic unutur muyum?)"
Nakledildiğine gore Muhammed bin Eslem Tûsî ile Nu'mÂn Tûsî, RÂbia-i Adviyye'nin kabri başına gelip; "HÂlin nasıldır?" diye sordular. Allahu teÂlÂnın izni ile şoyle cevap verdi: "Allahu teÂl bana cok nîmet ihsÂn etti. Nîmetler icindeyim elhamdulillah."
BessÂr bin GÂlib en-NecrÂnî diyor ki: "RÂbia-i Adviyye icin vefÂtından sonra hep du ederdim. Bir defasında onu ruyÂmda gordum. Bana; "Hediyelerin nûrdan mendil icinde ve nûrla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır." dedi. "Bu nasıl oluyor?" dedim. "Hayatta olan muminler oluler icin du ettiklerinde, ipek mendiller icinde nûrdan tabaklara konup, oluye goturulur ve (Bu, sana filÂn dostunun hediyesidir) denilir" buyurdu.
"YÂ Rabbî, dunyÂda, bana neyi takdir etmiş isen onların hepsini duşmanlarına ver. Âhirette benim icin hangi nîmetleri ihsÂn etmeyi takdir etmiş isen onları da dostlarına ver. Ben sÂdece seni istiyorum."
"YÂ Rabbî, eğer sana ibÂdet etmem Cehennem korkusu ile ise beni Cehennem'e at. Eğer Cennet'e girmek umidi ile ibÂdet ediyor isem, Cennet'ini yasak eyle. Eğer sırf, senin rızÂn icin ibÂdet ediyor isem, bÂkî olanCemÂlin ile muşerref eyle."
Cok def şoyle derdi: "İstiğfÂr etmekle kurtulduk sanırız... Halbuki o istiğfÂrımız da, bir başka istiğfÂra muhtactır."
Allahu teÂlÂnın muhabbeti ile cok ağlar, hep mahzûn olarak yaşardı.Cehennem lafzını duyunca, onun dehşeti ile kendinden gecerek bayılıp duşerdi.
"Bir kulun Allahu teÂlÂnın takdirine rÂzı olup olmadığı nasıl bilinir?" diye sordular. "Gelen nîmetlerden zevk aldığı gibi, gelen musîbetlerden de zevk aldığı zaman." buyurdu.
Bir kimse; "Y Rabbî! Benden rÂzı ol!" dedi. Bunu goren hazret-i RÂbia; "Kendisinden rÂzı olmadığın (Kaz ve kaderine rız gostermediğin) bir zÂtın, senden rÂzı olmasını istemeğe utanmıyor musun?" dedi.
Kendisine sordular ki: "İnsanı Allahu teÂlÂya yaklaştıran en ustun şey nedir?" "Muhabbet sÂhibi olan kişi, muhabbetinde oyle sÂdık olmalı ki, gonlunde O'nun icin olmıyan hic bir sevgi bulunmamalı." buyurdu.
"İşlediğiniz gunahları gizlediğiniz gibi, yaptığınız iyilikleri de gizleyin."
"Sabır insan olsaydı cok kerîm olurdu."
"MÂrifetin alÂmeti, her an Allahu teÂlÂyı hatırlamaktır."
"Kul Allahu teÂlÂnın sevgisini tattığı zaman, Allah o kulunun kusurlarını kendisine gosterir. Boylece o, başkalarının kusurlarını goremez olur."
UC MUHİM DERT
Bir gun cok ağlıyorken, RÂbia-i Adviyye,
Sordular: “Ağlamanın sebebi nedir?” diye.
Buyurdu ki: “Uc buyuk derdim var şimdi benim,
Bunları duşundukce, ağlayıp yaş dokerim.
Bunlardan kurtulmağa, var ise bir kolaylık,
Bir garanti verin de, ağlamıyayım artık.”
Dediler: “Soyle bize, ne imiş o dertlerin?
HerhÂlde hÂllederiz, kolayı var her şeyin.”
Buyurdu: “Oyle zor ki, kasdettiğim o dertler,
Zannettiğiniz gibi, kolay hÂlledilmezler.
Biri son nefesimde, verirken ben canımı,
Kurtarabilir miyim, acaba îmÂnımı?
İkincisi mahşerde, acep amel defterim,
Sağımdan mı verilir, soldan mı, yok haberim.
Ucuncusu, herkesin, hesabı gorulunce,
Ve lÂyık oldukları, yere goturulunce,
Cennetlikler ile mi, giderim ben acabÂ?
Yoksa atılır mıyım, kotulerle azÂba?
Bu korkunc tehlikeler, var iken onumde hep,
Ben ağlamıyayım da, kimler ağlasın acep?”
Uzaktan bir misÂfir, gelmişti hÂnesine,
Bir parca eti vardı, koydu tenceresine.
Duşundu pişirip de, ona ikrÂm etmeyi,
Ve lÂkin konuşurken, unuttu pişirmeği.
NihÂyet akşam olup, namazları kıldılar,
Hem kendi, hem misÂfir, o gun orucluydular.
Dedi ki: “Et pişmedi, unutmak sebebiyle,
BÂri iftar edelim, “kuru ekmek, su” ile.”
Getirmeye giderken, su ve kuru ekmeği,
Leziz et kokuları, bir anda sardı evi.
Baktı ki tencerede, duran et, o hÂliyle,
Ateşsiz pişmiş idi, kudret-i ilÂhiyle.
MisÂfir o yemekten, yiyince, ilk tadımda;
Dedi: “Boyle hoş yemek, yemedim hayatımda.
Hem de sen demiştin ki, Unuttum, pişmedi et,
HÂlbuki bu et pişmiş, acaba nedir hikmet?”
Dedi: “Kul unutmazsa, eğer ibÂdetini,
Onu da unutmazlar, pişirirler etini.”
Yine bir gun misÂfir, var iken hÂnesinde,
Yemeğe koymak icin, soğan yoktu evinde.
Dediler; “Ey RÂbia, şu komşudan istesek,
Zîr soğan olmazsa, iyi olmaz o yemek.”
Buyurdu: “Kırk senedir, soz verdim ki ben şuna,
Asl el acmıyayım, Rabbimden gayrısına.”
RÂbia’nın bu sozu, bitmemişti ki, o an,
Bir kuş, ayaklarıyla, bıraktı iki soğan.
Bir gece de dostları, geldiler ona, ancak,
Kandil yoktu evinde, gece aydınlatacak.
RÂbia hazretleri, ufledi bir avcuna,
Nûr geldi birden bire, parmakları ucuna.
Kamış girdi gozune, bir gun namaz kılarken,
Hic farkına varmadı, acımasına rağmen.
Oyle sarmış idi ki, onu aşk-ı ilÂhî,
Hissetmedi kamışı, gozune girse dahî.
SelÂm verip sordu ki, “Gozumde bir şey mi var?”
Baktılar kamış girmiş, guclukle cıkardılar.
YÂ Rabbî, bu mubÂrek velînin hurmetine,
Kavuştur bizi dahî, senin muhabbetine.
BENİ KENDİNLE MEŞGÛL EYLE
Hazret-i RÂbia, cok oruc tutardı.Bir defÂsında bir hafta hic yiyecek bulamadı. Sekizinci gece aclığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini duşunurken birisi kapıyı caldı. Bir tabak yemek getirdi, o da yemeği alıp, yere koydu. Mum getirmeğe gitti, gelince bir kedinin yemeğini dokmuş olduğunu gordu. Su bardağını almaya gitti. Mum sondu. Su icmek isterken bardak duşup kırıldı. O da; "Y Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun, fakat Âcizliğimden sabredemiyorum." diyerek bir Âh cekti. Bu Âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: "Ey RÂbia, istersen duny nîmetlerini ustune sacayım. İstersen, uzerindeki dert ve belÂları kaldırayım. Fakat bu dertler, belÂlar ile duny bir arada bulunmaz." Bu sozu işitince; "Y Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma." diye du etti. Bundan sonra duny zevklerinden oyle kesildi ki; kıldığı namazı;"Bu benim son namazımdır." diye huşû ile kılar, hep Allahu teÂl ile meşgûl olurdu. Hatt birisi gelip kendisini Allahu teÂl ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla; "Y Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de, kimse senden alıkoymasın." diye du ederdi.
BOŞA YORULMUŞ
RÂbia-i Adviyye, bir gece, evinde gec vakitlere kadar namaz kılarken hasırın uzerinde uyuya kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı, calacak bir şey bulamadı. Giderken; "Girmişken boş cıkmayayım" diyerek, RÂbia hazretlerinin dışarıda giydiği ortusunu aldı. Evden cıkarken yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı. Geri donup ortuyu aldığı yere bıraktı. Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar geri donup, ortuyu aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hÂl yedi defa tekrarlandı. Yedinci def tekrar ortuyu eline alınca şoyle bir ses duydu: "Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytanın ona yaklaşma gucu yok iken, hırsızın onun ortusune yaklaşması mumkun mudur? Git, yorulma, boşuna uğraşma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır." Bu hÂdiseden korkup dışarı fırlayan hırsız, tovbe edip bu kotu huyundan vazgecti.
__________________
RÂbia-i adviyye
Peygamberler ve Evliyalar0 Mesaj
●48 Görüntüleme