Bu kimseler, kalp temizliğini sadece insanlar hakkında bir kotuluk duşunmemek yahut yardımsever olmak gibi cok basit bir manada anlıyor ve insanlara iyi davranmakla, Allah’a ibadet mukellefiyetinden kurtulduklarını sanıyorlar. Bu, şeytanın bir desisesi, nefsin bir oyunudur.

Bunlar, namaz kılan, ibadet eden bir muminin gunluk hayatında İslam’ın ruhuna ters duşen ve diğer insanlara zarar veren birtakım noktalar tespit ediyorlar. Bunları one suruyor ve “Bu adam namaz kılıyor ama, şu hataları da işliyor. Ben ise, onun duştuğu hatalara duşmuyorum.” diyerek kendi ibadetsizliklerine, onun kusurlarında bir ozur kapısı bulmaya calışıyorlar.

Bu tip yanlış değerlendirmeler sadece namaz kılmayanlara mahsus değil. Namaz kılan bir mumin de İslam’ın diğer emirlerini kendisinden daha iyi yerine getiren bir mumin kardeşi hakkında benzer şeyler soyleyebiliyor.

Hidayet rehberimiz, Peygamber Efendimiz den (asm.) bir hadis-i şerif:

“Bir gunah işlendiği zaman kalpte bir kara leke hasıl olur. Eğer sahibi pişman olur tovbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar...”

Bu hadis-i şeriften temiz kalbin, ancak gunahlardan salim olan ve isyanlarla kararmamış bir kalp olabileceğini oğreniyoruz. “Guzel ahlakı tamamlamak icin gonderilen” o hidayet rehberinin (asm.) işe tevhitten başlaması ne kadar anlamlıdır!?.. Tevhitten sapan, şirke duşen ve putlara tapan bir kalbin temiz olması mumkun değildir. Onun irşadıyla şirkten kurtulan, temizlenen muminlere bu defa ibadet emri verilmiş. Rabbinin emrini dinlemeyen bir kalbin de temiz olması duşunulemez.

Babasının sozunu tutmayan bir cocuğa, hemen “terbiyesiz”, “ahlaksız” damgasını vuran insanoğlu, Allah’a isyan eden bir insanın en buyuk ahlaksızlığı yapmış olacağını boylece peşinen kabul etmiş olmuyor mu?

Farzlarda yanlış yorum yapmaya ve hakikati saptırmaya kimsenin hakkı yoktur. Zira, ortada yorum gerektirecek bir kapalı nokta mevcut değildir. Allah emretmiş, Resulullah da (asm.) bu emrin nasıl yerine getirileceğini bir omur boyu muminlere oğretmiş, talim etmiştir. Asr-ı Saadeti takip eden butun asırlarda bu emirler aynen tatbik edilmiş. Bu devirlerde yetişen murşitler, muminlerin Hak yakınlığında daha da ileri gitmeleri icin, farzların yanı sıra nafile ibadetlere de buyuk onem vermişler. Her taraf camilerle, mescitlerle, medreselerle, tekkelerle dolup taşmış.

Derken ahir zamana gelinmiş. Dunyaya dalma, dinden uzaklaşma, sefahatte boğulma, menfaat peşinde koşma devri gelip catmış. İbadet terkedilmiş, ilim bir yana atılmış, irfandan uzaklaşılmış, kalplerde takva hissi azaldıkca azalmış.

Bu zehirli iklimde, bu bozuk atmosferde yeni bir grup cıkmış ortaya. Bunlar, kalbimiz temiz diyerek kendilerini ibadet sorumluluğundan muaf tutmuşlar. Butun peygamberlere (as.), butun ashaba, butun evliyaya ve nihayet on dort asrın butun muminlerine muhalif bir caddede yurumeye başlamışlar.

Bu ekolun mensupları, kendi haklarında, tovbe kapısını adeta kapamışlar. Zira, isyanlarını goremez hale gelmişler. Daha kotusu, onları mudafaa etmeye başlamışlar. Kendilerini Allah’a ibadet etmeye cağıran mumin kardeşlerine verdikleri cevap, her defasında, “Sen benim kalbime bak.” şeklinde olmuş.

Az da olsa, bu sozu sarf edenler icerisinde, biraz kitap karıştıran, ama yanlış fikirlerle ruhlarını yaralayan, olcusuz okumalarla olcuyu kacıran, bir şeyler oğrenir oğrenmez hemen kendisini dinî sahalarda soz sahibi sanmaya başlayan tiplere de rastlamak mumkun. Bunlar belki sefih değillerdir, ama eksik bilgileri onları yanlış fikirlerin, sapık mezheplerin mudafaasına goturmuş bulunuyor. Ne var ki bundan gafil bulunuyorlar.

AlaÂddin Başar (Prof. Dr.)


__________________