TUBA KONFERANSI: İslam Kultur Dunyasının İlimler Tarihindeki Yeri

İslam Kultur Dunyasının İlimler Tarihindeki Yeri
Prof. Dr. Fuat SEZGİN

İslÂmiyÂt Dergisi, cilt 7, sayı 2, Nisan-Haziran 2004.

Ozet

Bu yazı, “İslam kultur dunyasının bilimler tarihindeki yeri nedir?” sorusuna cevap vermeye calışmaktadır. Batı uygarlığı, İslam uygarlığının değişik coğrafi ve iktisadi şartlar altında gercekleşen bir devamıdır ve İslam bilimleri, Yunan bilimlerinin bir devamı olarak gelişmiştir. Diğer taraftan Yunan bilimlerinin temellerinin eski Mısır ve Babil bilimlerine dayandığını, bilimler tarihi yavaş yavaş ortaya koymaktadır. Bilimler tarihi bir butundur ve bilim tarihcisinin odevi, bu butunu meydana getiren parcaları gerceğe uygun bir şekilde, onyargılardan uzak, tam bir objektivite ile değerlendirmek ve tanıtmaktır.





Sayın dinleyiciler,

Kırk uc yılı aşan bir ayrılıktan sonra o kadar cok bağlı olduğum bu şehirde buyuk bir aydın kesimine hitap edebilmenin derin mutluluğunu duyuyorum. Bu fırsatı bana sağlayan Turkiye Bilimler Akademisi Başkanı Sayın Prof. Bermek’e onunuzde teşekkurlerimi sunmak isterim.
Konferans tiryakisi olmamakla beraber, bircok yerde yabancı dillerde İslam bilimleri tarihi ile ilgili konuşmalar yaptım. Ama hicbir yerde bugun ana dilimde sizlere sunduğum konferansta olduğu kadar cetin bir odevin karşısında bulunduğumu hissetmedim. Bu zorluk nereden ileri geliyor? Turkcenin son yarım yuzyıla yakın gecen zaman suresinde yaşadığı değişmeye yabancı kalmış olmamı bir tarafa bırakırsak, sizlere sunduğum konuşmanın hazırlığının başından sonuna kadar iki kaygının baskısı altında bulunduğumu hissettim.

Biri şu: İslami bilimler tarihine dair modern calışmalar iki yuzyıla yakın bir suredir devam ediyor. Henuz başlangıcta sayılmamıza rağmen ulaşılan sonuclar, gerek cokluk gerekse kalite bakımından oldukca onemli boyutlara ulaşmış bulunuyor. Ben elli yıldan beri yazmakta olduğum İslam bilimleri tarihi nedeniyle, bu calışma sonuclarını tanımak, değerlendirmek odevini uzerime almak şans ve mutluluğuna sahip oldum. Butun bunları ve ayrıca kendi araştırmalarımın sonucu olarak kazandığım tasarım ve inancı tek bir konferans cercevesinde size en iyi bir şekilde ulaştırıp ulaştıramamak ve sizi o sonucların doğruluğuna inandırıp inandıramamak kaygısı bende bu dakikaya kadar devam ediyor.

İkincisi: Modern bilimler tarihinin uc yuzyıl kadar bir gecmişi var. Avrupalıların 17. yuzyıldan itibaren kendilerini İslam dunyasından ustun gormeye, hatta bu kultur dunyasını unutmaya başladıkları bir sırada, bilimler tarihinin başlayan yapıcı buyuk cağı anlamında Ronesans (yeniden doğuş) diye bir adlandırma ortaya cıktı. Bu terimin taşıdığı anlama gore, Avrupa’da 13. hatta 12. yuzyıldan itibaren belirmeye başlayan ilmî kalkınma, doğrudan doğruya Yunan bilimlerinin Latinceye tercumesi, benimsenmesi ve etkisi diye değerlendiriliyordu. Bu anlam, bircok bilim tarihcisi tarafından tarihî gerceklere aykırı olduğu gosterilmiş bulunmasına rağmen, Batı dunyasında, hatta onun dumen suyunda kalan İslam dunyasında hÂkim bulunuyor. Benim kuşağım, ilkokulda ve lisede Ronesans goruşunu, sarsılmaz bir gercek olarak Batı dillerinden alınan ders kitaplarından oğreniyordu.

1943 yılında İstanbul Universitesi’nde şarkiyat tahsiline başladığımda, dunyanın, gecmişte ve bugun icin en buyuk şarkiyatcısı olarak tanınan Hellmut Ritter’in oğrencisi olmak şans ve nimetine kavuştum. O bana, fazla tembel bir oğrenci olmadığıma inanınca, doğal bilimlerle, ozellikle matematik ile ilgilenmemi, modern matematiğin temelinde İslam bilginlerinin kitaplarının bulunduğunu soyledi; misal olarak Harezmî, ibn Yûnus, İbnu’l-Heysem ve Bîrûnî’nin adını andı. Onların Batı dunyasında tanınan en buyuk bilginler seviyesinde olduğunu soyledi. O gun eve gittim. Cok zor, uykusuz bir gece gecirdim. Bir taraftan genc hafızamda eve goturduğum dort addan başka cok şey bilmek aşkı, obur taraftan, ilkokula başladığım ilk haftalarda suslu puslu hanım oğretmenimden duyduğum soz: “İslam bilginlerinin dunyanın bir okuzun boynuzu uzerine oturduğuna inandıkları”. Sabahın olmasını, hocama cok cok şeyler sorma saadetine kavuşma anını sabırsızlıkla bekledim.

O gunden bu gune kadar tam 61 yıl gecti. Bazı kucuk sarsıntılar bir tarafa, bu gecen zaman zarfında sadece bir gerceği oğrenmenin peşinde koştum: İslam kultur dunyasının bilimler tarihindeki yeri nedir? Bu hususta bende gelişen tasarımın bazı onemli noktalarını size sunmaya calışacağım. Bunun sunulacak veya sunulabilecek ideal bir tablo olamayacağını daha başlangıcta hissediyor, duşuncelerimin kÂğıt uzerinde nasıl bir seyir takip edeceğini bilemiyorum.

Daha genc kuşakların Turkiye okullarında bizim kuşaklarımızdan, Muslumanların bilimler tarihindeki yeriyle ilgili, ne kadar farklı olumlu veya olumsuz şeyler oğrendiklerimi bilemiyorum. Ama bu hususta gozden kacmayan bir gercek var ki, o da genellikle Muslumanlar, bu arada Turkler, İslam kultur dunyasının bilimler tarihindeki yerini ya cok az biliyor, ya bilmiyor, ya da bu kultur dunyasına karşı cok yanlış goruşler taşıyor. Batı dunyasının bugunku ustun durumu bircok Muslumanda ozellikle Turklerde Âdeta bir aşağılık duygusu uyandırıyor. Ortada, gozden kacmayacak bir gercek var ki, o da bircok Turk aydını, Batı dunyasına ulaşabilmenin caresini Turk toplumunu dinden kurtarmakta buluyor. Ben altmış yıllık calışmam sırasında her gun biraz daha fazla İslam uygarlığını tanımanın ve tanıtmanın Batı dunyasına ulaşma davası bakımından en sağlam, daha doğrusu tek yol olduğuna inandım. Bugunku bilgime gore -ki bunu gerceğe oranla cok yoksul buluyorum-, genc Batı uygarlığını İslam uygarlığının değişik, coğrafi ve iktisadi şartlar altında gercekleşen devamı olarak goruyorum. Bu anlamda İslam bilimleri, Yunan bilimlerinin bir devamı olarak gelişti. Diğer taraftan Yunan bilimlerinin temellerinin eski Mısır ve Babulonya bilimlerine dayandığını, bilimler tarihi yavaş yavaş ortaya koyuyor. Benim icin bilimler tarihi bir butundur. Bilim tarihcisinin odevi, bu butunu meydana getiren parcaları gerceğe uygun bir şekilde, hislerden, onyargılardan uzak, tam bir objektivite ile değerlendirmek ve tanıtmaktır.

Bugunku Batı bilimlerinin İslam bilimlerinin bir devamı olduğu hususundaki goruşumu bircok Alman meslektaşıma, Enstitumuzun muzesini ziyarete gelen misafirlerin bir kısmına ilettiğimde, onlar bunu hemen hemen yadırgamadılar, bana sadece şu soruyu sordular: İslam dunyasındaki bilimlerin boyle bir yuksek duzeye ulaşmış olmasıyla bağdaşamayacak bugunku geriliği nasıl acıklarsınız? Şuphesiz bu soru sizin de kafanızı meşgul ediyor. Buna, sozlerimin sonunda kısaca değineceğim.

Yanlış anlaşılmayı onlemek maksadıyla, başlangıcta şuna işaret etmek istiyorum ki, bu konferansın amacı bir dine davet değildir. İnsanların dini inancları beni ilgilendirmiyor. Tek amacım İslam topluluğuna bağlı insanlara, ozellikle Turklere, ister dindar, ister dinsiz olsunlar, İslam bilimlerinin gerceğini tanıtmak, onları benlik duygularını hırpalayan yanlış yargılardan kurtarmak ve ferdin yaratıcılığına karşı olan inancı kazandırmaktır.

Size sunmak istediğim basit tablonun seyrek cizgileri şunlar:

Muslumanlar, tarih sahnesine cıkışlarının ilk 20 yılı icinde once Romalıların, daha sonra Bizanslıların elinde bulunan Suriye ve Mısır’daki kultur merkezlerini ele gecirdiler. Bununla Muslumanlara Yunan bilimlerinin ilk kapıları acılmış oldu. Takip eden ucuncu on yılda onların gemilere sahip olması, Kıbrıs’ı Rodos’u fethedip Sicilya sahillerine dayanmaları tarihin şaşırtıcı hadiseleri arasında bulunuyor. Bu, her şeyden once onların yeni vatandaşlarına -ister yeni dini kabul etmiş, ister etmemiş olsunlar- cok iyi muamele etmiş, hurmet ve tolerans gostermiş olmalarının urunuydu. Muslumanların azınlık din mensuplarına karşı tanıdıkları tam hurriyet, kurdukları medeniyetin yapıcı prensiplerinden biri idi. Bizler Osmanlıların bu paha bicilmez prensibi iyi değerlendirmiş olmalarıyla oğunebiliriz. Bu prensibin yuksek değeri ancak obur kultur dunyalarıyla karşılaştırıldığında daha iyi anlaşılabilir. İslam'ın ilk yuzyılında Yunancadan, Suryaniceden, Farscadan ilk tercumeler yapıldı. Bunu yapanlar eski kultur merkezlerinin mensupları idi, destek ve arzu Emevi halifelerinden geliyordu. Muslumanlar dunyanın yuvarlak olduğu fikrini Yunanlılardan ve İranlılardan kuşkusuz kabullendiler. Daha ilk yuzyılda okuyup yazma ilgisi bir salgın hastalık gibi butun İslam dunyasını etkiledi. Ben şahsen, aynı yuzyılın sonuna doğru gelişen okuyup yazanların sayısının o cağın hicbir yeriyle olcu kabul etmez bir duzeye ulaştığına inanıyorum.

Hicrî 2. asrın ortalarında Abbasi Halifesi bazı Hint astronomlarını Bağdat'a davet etti. Onların beraberlerinde getirdikleri Siddahanta -ki Sanskritcenin cok hacimli, en cok gelişmiş astronomi ve matematik kitabı idi- Arapcaya tercume edildi. Bu işi başaranlar eski İran ekolunun Musluman mensupları idi. Bununla genc kultur dunyasında ilmi astronomi başlamış bulunuyordu. Yunanlıların tanımadığı sıfır sayısı ve Hindliller arasında gelişen trigonometrik elemanlar İslam dunyasına girdi. Onlar sinus mÂnÂsına gelen jiva terimini cib diye Arapcalaştırdılar. Bu, sonradan yanlış olarak Latinceye cep manasına sinus diye tercume edildi. İlerleme buyuk bir hızla gelişiyordu. 2. yuzyılın sonuna kadar Batlamyus'un zor ve hacimli• Elmajest astranomi kitabı, Oklid'in geometrisi ve daha pek cok kitap Arapcaya tercume edilmiş bulunuyordu; hatta şerh ve tenkit işine başlanmıştı. Kısacası 2. yuzyılın 3. yuzyıla donumu ilmin bircok alanında alma ve benimseme (resepsiyon ve asimilasyon) cağı, yaratıcılık safhasının eşiğine dayanmıştı. Abbasi devlet adamlarının Hint dinlerini araştırmak maksadıyla 2. yuzyılın sonlarına doğru Hindistan'a araştırıcı gonderdiğini duşunursek, ilmi hareketin ne buyuk bir suratle geliştiğini kolayca anlamış oluruz. Daha 2. yuzyıl, yani miladın 8. yuzyılının sonuna doğru Yunanlılardan alınan atomculuğun buyuk gelişmeler kazandığını soylemek isterim. Bunun İslam dunyasındaki gelişmesinin, Avrupa'da 20.yuzyılın ilk yarısındaki duzeyde olduğunu şarkiyatcılardan biri ileri suruyor.

Aynı yuzyıl, tum bilimler tarihinin en buyuk şahsiyetlerinden birinin ortaya cıkışına şahit oldu. Bu CÂbir b. HayyÂn idi. O Yunanlılarla daha sonraları doğu Akdeniz cevresi kultur merkezlerindeki gelişmeleri değerlendirerek kimyayı kantitatif ve kalitatif prensiplere dayanan bir bilim olarak kurdu. Bu bilim -İslam dunyasındaki bazı kucuk katkılar bir tarafa -daha yeni bir duzeye kavuşmak icin 900 ila 1000 yıl bekledi. Kimya ile başlayan bu buyuk bilgin, zamanla, hemen hemen butun doğal bilimlerle uğraştı. CÂbir buyuk bir doğa bilgini olarak gelişti. O, Allah'ın insana verdiği kabiliyetin Âdeta sınırsız olduğuna inanıyordu. İnsanın, kÂinatın en son sır perdelerini yırtmaya muktedir olduğuna, canlı ve cansız varlıklar yaratabileceğine inanıyor, hic olmazsa teorik olarak bunun mumkun bulunduğunu savunuyordu. Her şeyden onemli olanı, bu problemin miladın 8. yuzyılında İslam dunyasında korkusuzca yazılabilmesiydi. O aynı zamanda 700 hayvansal ve diğer doğal sesleri kapsayan bir sistem kurmaya calıştı. Fizik onda doğada saklı olanı acığa cıkarma kanunu diye ifadesini buluyor, doğadaki her zerrenin, zerrelerin birbirlerine olan etkisinin, hatta butun insani duyguların matematiksel acıdan olculebileceğine inanıyordu. Bunu ilmu’l-mizan (olcu ilmi) diye adlandırıyordu.

CÂbir'in yaşadığı yuzyılda, butun doğal bilimler bir tarafa, filoloji, inanılmaz bir duzeye ulaşmıştı. Sibeveyh'in - o cağda yazılmış cok hacimli sistematik gramer kitabının benzerine hangi kultur dunyasında rastlanacağını bilemiyorum.

9. yuzyılın başlarında Halife Me'mûn Bağdat'ta Beytu'l-Hikme adıyla bir akademi kurdu. Bu bilgin halifenin başkanlığında bir araya gelen Musluman, Hıristiyan, Yahudi ve Sabii dinine mensup bilginler, yeni tercumeler yapıyor, eski tercumeleri duzeltiyor ve ilmin ceşitli alanlarında araştırmalar yapıyorlardı. Halife Me'mûn astronomide sağlam neticeler almak gayesiyle biri Bağdat'ta diğeri de Şam'da iki rasathane kurdurdu. Bunlar, bilimler tarihinin tanıdığı ilk gozlem evleri idi. Calışmalar cok zaman Halifenin katılmasıyla oluyordu. Aynı Halife, astronom ve matematikcilerinden ekvatorun uzunluğunu olcmelerini istedi. Onlar bu işi, hayranlıkla karşılanacak yuksek ilmî metotlarla sonuclandırdılar. Onların ulaştığı değer bugun bildiğimiz uzunluktan ibarettir. Yaklaşık kırk bin kilometre.

Halife Me'mûn, 70 kadar bilgini bir dunya haritası yapmak ve bir coğrafya kitabı yazmakla odevlendirdi. Tabiatıyla onlar her şeyden once bilinen Marinos'un haritası ve Batlamyus'un coğrafyasına dayanmak zorunda idiler. Tabiatı ile bir kuşak boyunca başarabilecekleri doğrultmanın ve yeniliklerin bir sınırı vardı. 0nların bundan 20 yıl once Topkapı Sarayı'nda bulduğum dunya haritası (bkz. resim 1), coğrafya tarihi uzerindeki duşunceleri buyuk capta duzeltmeye zorluyor. Bunu sadece Batlamyus'un adını taşıyan haritayla karşılaştırmak yeter. Mesela, Me'mûn haritasında Atlas ve Hint okyanusları Batlamyus’taki icdeniz hÂlinden kurtulmuş, karaları kuşatan gercek şekli bulmuşlardı.

Halife Me'mûn zamanında uc cebir kitabı yazıldı. Bunlar Babilonya, Yunan ve Hintliler tarafından bilinen birinci ve ikinci dereceden denklemleri ilk defa ayrı bir bilim dalı olarak ortaya koyuyorlardı. Cebir alanında kaydedilen gelişmeleri birkac cumleyle ozetlemek istiyorum: İlk uc cebir kitabının ortaya cıkışından 50 yıl kadar sonra MÂhÂnî adındaki bilgin bir geometrik problemi ucuncu dereceden bir denkleme cevirdi, ama denklemi cozemedi. Ucuncu dereceden bir denklemin ilk cozumunu miladın 950 yıllarında Ebu Ca'fer el-HÂzin adlı matematikci ve astronom, parabol konstruksyonu kullanmak suretiyle başardı. 11.yuzyılın ilk yarısında İbnu'l-Heysem bir optik problemini dorduncu dereceden bir denklemle cozdu. Kucuk bir yanlışlıkla Latinceye cevirilen problem, Problema Alhazeni adı altında 13. yuzyıldan itibaren Avrupalı bilginleri altı yuzyıl kadar uğraştırdı. İbnu'l-Heysem'in cozumu, ancak 19. yuzyılda kavranabildi.
11. yuzyılın sonlarına doğru Omer HayyÂm, cozum yolları coğalan ucuncu dereceden denklemleri bir sisteme bağlayan ilk kitabı yazdı. HayyÂm'ın kitabının Avrupa'ya ulaşmadığı sanılıyor, ama onunkine benzeyen denklem konstruksyon ve cozumleri 17. yuzyılda René Descartes, Frans van Schooten ve Edmund Halley'in kitaplarında karşımıza cıkıyor. Bu benzerlik sorununu gecen yuzyılın ilk yarısında ele alan matematik tarihcisi Johannes Tropfke, adı gecen Avrupalı bilginlerin Omer HayyÂm'ın sonuclarına kendi gayretleriyle ulaştıklarına inanıyor, oncellerinin kitabının Avrupa'da tanınmadığından aynı denklem ve cozumlerinin daha once bilinmediğine hayıflanıyordu. O bir bakıma haklı, ama aynı sonucların İslam dunyasından Avrupa'ya başka vasıtalarla ulaşıp ulaşmadığı sorunu bugun icin acık bulunuyor.

15. yuzyılın ilk yarısında GıyÂsuddîn el-KÂşî dorduncu dereceden denklemlerin 70 tipini tanıyordu. Modern matematikte bu sayı 65'e indiriliyor.
Bu denklem konusundan sonra miladın 9. yuzyılına donuyorum.
Astronomide 9. yuzyılda dunyanın guneş etrafında donduğunu veya aksini ileri suren goruşlere rastlıyoruz. 10. yuzyılda dunyanın kendi etrafında donduğu goruşunu savunanlar coğaldı. 11. yuzyılda bu goruş bazı sebeplerle bırakıldı.

9. yuzyılda rasat netice ve olculerinde cok buyuk başarılar elde edildi. Mesela, guneşle dunyanın yıllık en uzak mesafe noktasının sabit olmayıp değiştiğini fark ettiler. 11. yuzyılda yorungedeki ilerlemenin yıllık 12,09 saniye olduğunu saptadılar. Gunumuzde bu değer 11,46 saniye olarak biliniyor. Cok yuksek bir gozlem tekniği, arac ve matematiği gerektiren bu sonuc, 17. yuzyılda Johann Kepler'e ulaşmıştı. O, bunun nasıl başarıldığını bilmek icin bazı cağdaşlarıyla yazışıyordu. Kısaca soyleyeyim, Bîrûnî bu hususta yılın dort bolumunde yapılan gozlemlerin sonuclarını infinitezimal matematikle değerlendirmişti.

Astronomi alanından bir misal daha: 10. yuzyılın ilk yarısında yerkuresi ekseninin eğiminde bir değişikliğin olabileceğini duşunmeye başladılar, bunu saptayabilmek icin aynı yuzyılın ikinci yarısında eski Tahran'da ozel bir rasathane kuruldu. Varılan sonuc şu: Dunyanın ekseni surekli olarak azalıyor. Gok mekaniği 19. yuzyılda aynı sonucu doğruladı.

İnfinitezimal matematiğe 9. yuzyılın ikinci yarısında yoneldiler. Arşimed'in bu konudaki gayreti onlara ulaşmamıştı. Ayrı yoldan giderek yuzyıllar boyu gercekleşen bir gelişmenin en yuksek noktasını 15. yuzyılda GıyÂsuddîn el-KÂşî’de buluyoruz. O, geometrik olan ve olmayan cisimlerin hacmini (oylumunu) ve yuzeylerini olcebiliyordu.

İlk elemanları, Yunanlılardan ve Hindilerden alınan trigonometri, İslam. dunyasında cok hızlı bir gelişme gosterdi. Kuresel trigonometri bugunku tanıdığımız şekliyle İslam matematikcilerinin 10. yuzyılın sonu ile 10. yuzyılın başlarında gercekleştirdikleri başarıdan ibarettir. Kuresel trigonometri ile duzIem trigonometrisini, 13. yuzyılın ilk yarısında Nasîruddîn et-Tûsî astronominin bir kolu olmaktan kurtararak yeni bir bilim dalı olarak kurdu. Bu başarı matematik tarihinde 1900 yılına kadar 15. yuzyılda yaşayan Alman Johannes Regiomontanus'un adını taşıyordu. Gercek ancak Nasîruddîn et-Tûsî' nin kitabının Rum kokenli Osmanlı dışişleri bakanı İskender Karateodori Paşanın Fransızcaya 1891 yılında yaptığı tercumeden sonra ortaya cıktı. Bunu ortaya cıkaran Alman matematik tarihcisi Anton von Braunmuhl oldu.

Kuresel trigonometride l0. yuzyılda kazanılan başarı 11. yuzyılın başlarında matematik coğrafyaya etkili bir temel sağladı. Bîrûnî bunu bağımsız bir bilim dalı olarak kurmakla kalmadı, onu, dunya haritasını duzeltme yolunda uygulayan ilk bilgin oldu. Bu uygulamayı o, Gazne ile Bağdat arasında iki yıl suren cetin bir calışma ile başardı. Aradaki 60 kadar istasyonun enlem derecelerini astronomik olarak ve aradaki mesafeleri arşın arşın olcuyor, boylece elde edilen uc değerle (boyutla) bir kuresel ucgen kuruyor, aranılan dorduncu değeri, yani iki yer arasındaki boylam farkını derece olarak elde ediyordu. Bu oldurucu calışmanın evrelerini Bîrûnî bize cok canlı bir şekilde anlatıyor. Gazne ile Bağdat arasındaki gidiş ve donuş uzaklıklarını ve capraz bağlantıları duşunursek Bîrûnî' nin beş bin kilometreden fazla bir arşınlama yapmış olması gerekiyor. Onun hesapladığı 60 kadar yerin boylam derecelerindeki hata, 6 ile 40 dakika arasında değişiyor. Onun cok onemsiz o1an hatalarını modern coğrafya ancak 19. ve 20. yuzyılda duzeltebildi. Onun uyguladığı ve İslam dunyasında uygulanan metod, cağımızın tanıdığı triangulasyondan (ucgenler zinciri) başka bir şey değildi. Ama modern coğrafya tarihi, triangulasyonun ilk uygulanmasını Hollandalı bilgin Willebrord Snellius'a (1580–1626) bağlar. Bu fırsatı kacırmadan şunu eklemek istiyorum: Cok gelişmiş ve son yıllara kadar bilinmedik olarak kalmış bir triangulasyon metodunu Muslumanlar 15. yuzyılda Hint Okyanusu denizciliğinde uyguluyor, engin deniz uzaklıklarının ve bulunulan noktanın hesaplanmasında kullanıyorlardı. Onların boylece doğu Afrika ve Sumatra sahilleri arasında kalan ekvator cizgisinin uzunluğunda elde ettikleri sonuc, hayranlık uyandırıyor. Boyle bir sonuc ve engin deniz uzerinde bulunulan bir noktanın hesaplanması, modern dunyada ancak 20. yuzyılın ilk yarısında mumkun oldu.

Bazı misallerle benzer gelişmeleri başka alanlarda gostermeme konferansımın dar zaman cercevesi musaade etmeyecektir: Bugune kadar ulaşılan araştırma sonucları, gelişmenin her bilgi alanında 15. yuzyılın sonuna kadar devam ettiği, Muslumanların Yunanlılardan aldıkları bilimleri geniş olcude geliştirdikleri, bazı bilimleri ilk defa kurdukları biliniyor; ciddi bir duraklamanın ancak 16. yuzyılın ikinci yarısında kendisini gosterdiği gerceğine inanmaya zorluyor. Bilimler tarihinin eskimiş bir tutumuna gore 12. yuzyıl, İslam bilimlerinin duraklama veya gerileme (dekadans) cağının başlangıcı olarak sanılır. HÂlbuki ozellikle son elli yılın ilgili calışmaları, 13. ve 14. yuzyılda İslami bilimlerin hemen her alanda cok yuksek bir tırmanış yaptığını ve onların gittikce politik ve iktisadi bakımdan zayıflayan İslam dunyasından ziyade, ulaştıkları Avrupa'da genelde 17. yuzyıldan itibaren urunlerini vermeye başladığı inancını uyandırıyor. Ben de yirmi yıla yakın bir zamandan beri gittikce gelişen bir inancı size iletmenin fırsatını kullanarak soylemek istiyorum; eğer şartlar 13. ve 14. yuzyıllarda bilimlerin İslam kultur dunyasındaki gelişme hızına uygun kalsalardı, sanırım ki, bilimler gunumuzdeki duzlemlerine cok daha erken bir devirde kavuşmuş olabilirdi. Ama bu insanlığın yararına mı yoksa zararına mı olurdu, o başka bir soru.

Bu konferansımda uzerime aldığım odevin gereği olarak, İslam bilimlerinin Avrupa'ya geciş davasına cok kısa bir şekilde değinmek istiyorum.

Arapca kitaplar 10. yuzyıldan itibaren Bizans'ta Yunancaya, İspanya'da Latinceye tercume edilmeye başlandı. Gecmişin gururu icinde bulunan Bizans'ta tercume edilen Arapca kitaplar, taşıdıkları kreatif karakter tanınmadan, eski Yunanlılardan alınan bilimlerin kopyaları sanılarak, coğu zaman, uydurma Yunanca otorite adları tercumeler esnasında ileri suruldu. Bazı araştırıcıların, Bizans'ta boylece başlayan bir ronesansa inanmasına rağmen, İslam dunyasında muthiş bir suratle gelişen ilmi kalkınmanın tam olarak farkında olmadıkları da bir gercektir.
Arapca kitapların, İspanya'da başlayan Latinceye tercume işi birkac yuzyıl hemen hemen tamamı ile rahip ve papazların elinde idi; cunku Avrupa'da onlardan başka okuyup yazma bilen kimse yok gibi idi. Mesela ilk usturlap kitapcığını yazan Lupitus (10. yuzyıl) bir papazdı. Kullanılan terimler, rakamlar tamamen cevirilmeden Arapca olarak kalmışlardır. Arapca rakamları Latin dunyasına geciren de din adamı Gerbert, sonraları 999 ila 1003 yılları arasındaki papadır. 11. yuzyılda ve daha sonra bircok Arapca kitap, evvela İbraniceye, İbraniceden Latinceye cevrildi. Cok zaman Latince yazı dilini iyi bilmeyen Yahudi kokenli tercumanlar, kitabın kapsamını Latince yazmasını bilene gelişiguzel dikte ettiriyordu. Tercumelerin devam ettiği 12. yuzyılda Fransa'nın bircok şehrinde ve Oxford'da cevirilen kitapların taklidi ve adaptasyonu başladı. 13. yuzyılda bu calışmanın alanı bir hayli buyudu. Avrupa kultur tarihi 13., 14. ve 15. yuzyıllarda buyuk bilginler kaydeder ve onlara buyuk buluşlar atfeder. Bu değerlendirmeler, maalesef onların İslam bilginleriyle olan bağları hic goz onune alınmadan yapılır. Bugune kadar yapılan araştırmalara dayanarak şunu kesinlikle soyleyebiliriz ki, o bilginler sadece İslam bilginlerinin dumen suyunda yuzuyorlardı. İslam bilginlerinin seviyesine her bakımdan ulaşmış olmaktan cok uzak idiler. Avrupa'da, bilimde, kucuk adımlarla yaratıcılık donemi 16. yuzyılda başladı ve onlar İslam dunyasını 17. yuzyıldan itibaren gecme yoluna girdiler.

Bu munasebetle bilimler tarihinde goz onune alınmayan iki onemli gerceği dile getirmek isterim.
Biri: Avrupa'da yaklaşık 17. yuzyıla kadar kaynak anma kavramı yoktu ve cok yavaş gelişti. Ayrıca bircok Arapca kitap tercumesi ya Avrupalı ya da Yunanlı bilginlerin adı altında yuzyıllarca yayımlandı ve kullanıldı. Kaynak adı verme alışkanlığı, buyuk Yunan bilginlerinde de cok zayıftı. Kaynakları, sistemli bir şekilde verme, gecen kuşakların emeklerini anma prensibi İslam kultur dunyasının karakteristik niteliklerinden biridir. Maalesef bu gercek, bilimler tarihinde gozden kacırılmaktadır.

İkinci nokta: Muslumanlar bilimleri hocalarından ve sağlam oğreniyorlardı. Yani bir ekol disiplinine bağlı idiler. Avrupa'da ekol sistemi bir taraftan gec başladı, diğer taraftan yabancı bilgiler hocalardan değil de sadece kitaptan oğreniliyordu. Boylece ortaya cıkan iki ayrı bilgin tipinin burada karşılaştırmaya vaktim olmadığından şu kadarını soylemekle yetineceğim: İslam dunyasında daha 10. yuzyılda tanıdığımız, kaynakları veren, ele alınan problemi sistematik bir şekilde okuyucuya sunan kitap tipini Avrupa'da ilk olarak 17. belki 18.yuzyılda buluyoruz.
Bilimlerin İslam dunyasından Avrupa'ya ulaşmasının ikinci yolu İtalya uzerinden oldu. 11. yuzyılın ortalarında tıptan anlayan Tunuslu bir tacir Guney İtalya'ya turist o1arak gitti. Oradaki tıbbın cok ilkel olduğunu gordukten sonra Tunus'a donup bircok tıp kitabı getirerek durumu değiştirmeye karar verdi. Uc yıl sonra bircok kitapla Salerno'ya geldi. O bir Hıristiyan Arap mıydı, yoksa Hıristiyanlığa sonradan mı girdi, bilinmiyor. Constantinus Africanus adını aldı, bir rahip olarak Monte Cassino Manastırı'na kapandı. 25 kadar onemli kitabın Latinceye tercumesini rahip arkadaşlarına dikte ettirdi, işin cok acı tarafı şudur ki, o, bu kitapları ya kendi ya da eski Yunan otoritelerinin adı altında yayımlıyordu. Aynı kitapların bazıları, başkaları tarafından Arapca asıllarından ikinci bir defa tercume edildi. Her şeye rağmen Constantinus tarafından yayımlanan kitaplar, yapılan diğer yuzlerce tercumenin yanında Avrupa'daki tıbbın onemli kaynakları olarak değerlerini kaybetmedi. Şaşılacak bir şey olarak şunu sozume eklemek istiyorum: 19. yuzyılın ortalarında bir tıp tarihcisi, bir bilim kongresinde Constantinus'un ya Salerno korfezinde ya da Monte Cassino'nun tepesinde bir heykelinin dikilmesini oneriyordu.

9. yuzyıldan 1086 yılına kadar Arapların idaresinde bulunan Sicilya'da yuksek bir kulturel ve sosyal hayat yerleşmişti. Sicilya ve Guney İtalya, ozellikle Haclı Seferleri munasebetleriyle Avrupa'ya girecek İslam bilim ve teknolojisinin iki onemli merkezi ve istasyonu oldular. Calışkan, becerikli ve kurnaz İtalyanlar, bu yolla 17. yuzyıla kadar İslam dunyasından en buyuk buluşları, en yeni haritaları ve en yeni teknolojiyi hic vakit kaybetmeden Avrupa’ya taşıdılar.
Ortacağ Avrupa'sında tanınan en buyuk matematikcinin neden bir İtalyan oluşunun sırrını biliyoruz. O, 13. yuzyılda yaşayan ve hayatının buyuk bir kısmını Arap memleketlerinde geciren Pizalı Leonardo idi. Ondan iki yuzyıl sonra yaşayan meşhur Leonardo da Vinci'nin resimlerini cizdiği alet, makine ve silahların İslam dunyasından kaynaklandığını bugun biliyoruz. Bazı onemli Arapca kitapların uzun zamandan beri saklı kalmış İtalyanca tercumeleri 20. yuzyılda ortaya cıktı.

Yaklaşık bir yuzyıldan beri İslam dunyasından Avrupa’ya bilim ve teknolojiyi ulaştıran cok onemli bir yol daha tanınıyor. Bu yolun istasyonları, Tebriz, Erzurum, Trabzon ve İstanbul idi. Bu yolun en etkin zamanı 1270 ila 1350 yılları arasına rastlar. 1300 yılları civarında Tebriz’deki uluslararası universitede cok sayıda Bizanslı oğrenci okuyordu. Bizanslı din adamlarının Yunancaya cevirdikleri Arapca, Farsca kitaplarla İstanbul’da kısa suren bir ronesans cağının başladığını soyleyen bilim tarihcileri var. Bu yoldan İstanbul’a ulaşan kitap ve teknolojinin 14. ve 15. yuzyıllarda yollarını İtalya’ya, Doğu Avrupa ve Orta Avrupa’ya cevirdiğini biliyoruz. İslam astronomlarının en yeni gezegen teorilerinin Koperaik’e Yunanca tercumeler vasıtasıyla ulaştığı, bundan yarım yuzyıl kadar once ispatlandı.

Sayın dinleyiciler! Konferansıma konu edindiğim kultur dunyasının bilimler tarihinde yaratıcı bir yeri olduğunu, bu hukmun hemen hemen her alan icin gecerli sayılacağını size bircok onemli misalle gostermek isterdim. Ama bir konferansın dar zaman cercevesi icerisinde bunu gercekleştiremeyeceğimi bilerek sizde sadece bir izlenim uyandırmayı amacladım. Frankfurt’taki Enstitumuzde birkac ay evvel yayımladığımız Almanca İslam’da Bilim ve Teknoloji adlı, muzemizin beş ciltlik kataloğuyla bu hedefe doğru birkac adım attık. Bahusus, ilk ciltte İslam bilimlerindeki her alanda gercekleşen başarılar kronolojik olarak okuyucunun bilgisine sunuluyor. Hazırladığımız bu kataloğun Fransızca tercumesinin iki il uc ay sonra okuyucuya ulaşacağını umuyorum. Bu yonde Almanca bilen dinleyiciler icin İslam Bilimleri Tarihi adlı kitabımın 10. 11. ve 12. ciltlerini hatırlatmak isterim. “İslam’da Matematik Coğrafya, Kartografi ve Onların Avrupa’daki Devamı” adlı bu ciltlerde –ki 15 yılda hazırladım- belirli bir alanda, İslam kultur dunyasının bilim tarihindeki yerini cok detaylı olarak araştırmaya calıştım. Ulaştığıma inandığım netice şu: Matematik coğrafyanın belki de yuzde sekseni İslam kultur dunyasında başarıldı. Eski dunyanın tanıdığımız haritaları, en buyuk gelişmelerini İslam kultur dunyasında buldular. Avrupa coğrafyacılarının elinde 18. yuzyılın sonuna kadar tanıdığımız haritalar İslam kultur dunyasında başarılanların ya tam ya da bazı gelişiguzel değişikliklere uğrayan kopyaları olarak ortaya cıkıyor.

Sozlerimi bitirmek uzere olduğum şu sırada bircok insanı duşunduren sorunun coğunuzu da kuşkuya duşurduğunu sanıyorum, o da İslam kultur dunyasının neden durakladığı ve gerilediği problemi. Bu soruyu altmış yıllık calışmam sırasında sık sık kendime yonelttim; son zamanlarda gonlu kandıran bir cevaba yaklaştığımı sanıyorum. Bunu biraz evvel sozunu ettiğim İslam’da Bilim ve Teknoloji’nin giriş cildinde ele aldım. Karşınızda şunu soylemekle yetineceğim:
Butun gecmiş buyuk uygarlıklarda olduğu gibi İslam uygarlığı da politik, jeopolitik ve iktisadi koşullarla 16. yuzyıldan itibaren bir yıpranma cağı icine girdi. Uygarlık bayrağını taşıyacak ardılı kendisi geliştirmişti: Şimdi o uygarlığın bugunku ve yarınki kuşakları bu ardılın başarısı onunde aşağılık ve yabancılık duygusuna duşmeden ondan suratle oğrenmek, ona ulaşmak gerceğiyle karşı karşıya bulunuyor.

resim1 – Halife el- Memûn’un Dunya Haritası


Fuat SEZGİN
24 Ekim 1924’te Bitlis’te doğdu. 1943–1951 yılları arasında İstanbul Universitesi Edebiyat Fakultesi Şarkiyat Enstitusu’nde İslami Bilimler ve Orientalistik alanında oncu bir yere sahip olan Alman orientalist Hellmut Ritter (1892 – 1971)’in yanında oğrenim gordu. Hocasının, bilimlerin temelinin İslam bilimlerine dayandığını soylemesiyle bu alana yoneldi. 1954'te Arap Dili ve Edebiyatı bolumunde Buhari’nin Kaynakları adlı doktora tezini tamamladı. Bu teziyle o, hadis kaynağı olarak İslam kulturunde onemli bir yere sahip olan Buhari (810–870)’nin biraraya getirdiği hadislerde biline geldiğinin aksine sozlu kaynaklara değil İslam’ın erken donemine, hatta 7. yuzyıla kadar geri giden yazılı kaynaklara dayandığı tezini ortaya attı. Bu tez Avrupa merkezli orientalist cevrelerde hala tartışılmaktadır. 1954 yılında İslam Araştırmaları Enstitusu’nde docent oldu. Burada Zeki Velidi Togan ile calıştı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sırasında universiteden uzaklaştırılan ve 147’likler diye bilinen akademisyenler arasındaydı. 1961 yılında Almanya’ya giden Fuat Sezgin Frankfurt Universitesi'nde ilkin misafir docent olarak dersler verdi. 1965 yılında Frankfurt Universitesi’nde profesor oldu.Oradaki bilimsel calışmalarının ağırlık noktası Arap-İslam kultur cevresinde tabii bilimler tarihi alanı olmuştur ve bu alanda 1965 yılında habilitasyon calışmasını yapmıştır.

Henuz İstanbul’da iken başladığı 7./14. yuzyıldan itibaren gelişen Arap-İslam edebiyatı tarihi calışmasına (Geschichte des arabischen Schrifttums) Almanya’da da devam ederek, orientalistik calışmaları icin kaynak eser haline gelmiş ve hala aşılamamış 13 ciltlik eserinin ilk cildini 1967 son cildini ise 2000 yılında yayınladı.Geschichte des arabischen Schrifttums İslam’ın ilk doneminde uğraşılmış, dini ve tarihi edebiyattan coğrafya ve haritacılığa kadar butun ana ve yan bilim dallarını konu edinmektedir. Prof. Sezgin Suudi Arabistan Kral Faysal Vakfı’nın İslami bilimler odulunu 1978 yılında ilk alan kişidir. Bu ve başka desteklerle Sezgin, 1982 yılında J.W.Goethe Universitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitusu’nu ve 1983’de buranın muzesini kurdu, buranın halen direktorluğunu yurutmektedir. Enstituye bağlı olarak kurduğu muzede Sezgin, İslam kultur cevresinde Musluman bilginler tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel arac ve gereclerin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini sergilemektedir. Muzede bulunan objeleri tanıtmak ve İslam kultur cevresindeki bilimsel gelişmeyi gostermek icin hazırladığı Wissenschaft und Technik in İslam isimli kataloğu 2003 yılında yayınladı. Fransızcası da yayınlanmış olan bu kataloğun Arapca, İngilizce ve Turkcesi yayınlanmak uzeredir.

http://sezginfuat.blogspot.com/2008/...r-dnyasnn.html


İslam'da Bilim ve Teknik ' in Turkce Baskısı Hazırlandı

Turkiye Bilimler Akademisi ve Kultur Bakanlığı, TUBA Şeref Uyesi Prof. Dr. Fuat Sezgin'in yazdığı İslam'da Bilim ve Teknik'in Turkce baskısını gercekleştirdi. Almancası (Wissenschaft und Technik im Islam) 2003 yılında basılan kitabın Turkcesi tıpkıbasım olarak hazırlandı.
Kitabın birinci cildinde; Musluman bilim insanlarının icat ve keşifleri hakkında genel bilgiler veriliyor. İkinci cilt; astronomi alanındaki eser ve cihazların tanıtımını, ucuncu cilt; coğrafya, denizcilik, saatler, geometri ve optik alanlarındaki keşif ve icatları iceriyor.
Dorduncu ciltte tıp, kimya ve minerallere yer verilirken, beşinci ciltte; fizik, mimari, savaş tekniği ve antik objeler hakkındaki bilgiler yer alıyor.


http://www.tuba.gov.tr/haber.php?id=83
__________________