Velî Kavramıyla İlgili Bazı Tasavvufî Terimler

Velî Kavramının Tasavvufî Yorumla Anlaşılmasına Yardımcı Olabilecek Bazı Tasavvufî Kavramlar: Velî kavramının başına gelenler nice Kur’Ă‚nî kavramın da başına gelmiştir. Tasavvufî anlayışla tahrife uğramış diğer kavramlara ornek olması acısından, velî kavramının arka planını anlamak icin, bu kavramla akrabalığı olan bazı kavramları birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Aşağıdaki kavramların tasavvufî icerikleri, velî kavramının tasavvufî anlamdaki ozel mĂ‚nĂ‚sını daha anlaşılır kılacaktır.

Tasavvuf, farklı inanc ve yaşayışını ifade edebilmek icin kendine has terim uretmiş veya bazı Kur’Ă‚nî kavramları alarak, onların icini değişik bicimde doldurup, kendi anlayışına uygun tarzda anlamlandırmıştır. Velî kavramındaki tahrifi daha iyi anlayabilmek icin, bu kavramla ilişkili bazı tasavvufî kavramları tanımanın faydası olacağı acıktır. Aşağıdaki kelime ve terimler, tasavvuf ve tasavvuf tarihi uzmanı Suleyman Uludağ’ın Tasavvuf Terimleri Sozluğu’nden alınmıştır (Marifet y. 3. Baskı). Uludağ, bu ansiklopedik sozluğu, meşhur tasavvuf kitaplarına dayanarak hazırlamış, hemen tum yorumlarla ilgili tasavvufun kaynak eserlerine atıflarda bulunmuştur. Gerekli goren okuyucu, (kelime acıklamalarının sonunda parantez icinde verilen) kitaptaki sayfa numaraları yardımıyla daha geniş bilgi alabilir, kaynaklarını oğrenebilir. Kelimelerin tasavvufî anlam ve yorumlarının bilinmesi, velî kavramını olduğu kadar, tasavvufu da yakından tanımaya vesile olacaktır.


Abdal: Sayıları yedi veya yetmiş olarak gosterilen bir evliyĂ‚ zumresi. Bkz. BudelĂ‚. (s. 14)

ArĂ‚is-i Hak: Hakk’ın gelinleri. (Arûs; gelin, guveyi, duğun) Tasavvufta; Başkalarından kıskandığı icin Hakk’ın, kimliklerini halka acıklamadığı ve gizli tuttuğu velîleri. Hakk’ın harîm-i ilĂ‚hideki has dostları, ozel ilgisine mazhar olan kulları. Gerdek gecesi gelini damaddan başkası gormediği gibi bunları da ilĂ‚hî haremde Hak’tan başkası gormez. Bunlara “arûs-i azrĂ‚” (bĂ‚kire gelinler, dilber gelinler) ismi de verilir. (s. 50-51)

Arbede: Savaşmak, kavga etmek. Tasavvufta; Cezbeli sĂ‚liklerin ve galebe halindeki bazı sûfîlerin CenĂ‚b-ı Hak ile tartışmaları, cekişmeleri ve kavga etmeleri. Buna muşĂ‚cere ve muhĂ‚seme de denir. Bir naz ve samimiyet halidir. (s. 51)

Ârif: Bilen, vĂ‚kıf, Ă‚şinĂ‚, tanıyan, anlayışlı, kavrayışı mukemmel, irfan sahibi. Tasavvufta; Allah TeĂ‚lĂ‚’nın kendi zĂ‚tını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini muşĂ‚hede ettirdiği kimse. Keşf ve muşhĂ‚hede yoluyla yani mĂ‚nevî ve rûhî tecrubelerle Allah hakkında zevkî ve vecdî bilgilere sahip olana “Ă‚rif” denir. Ârif, kendisi sustuğu halde diliyle Hakk’ın konuştuğu kimsedir. Ârif, kendi varlığında fĂ‚ni, Hak ile bĂ‚kîdir.” İbn Arabî, Ă‚rifin dış Ă‚lemde “şeyler” (eşya) yaratma gucune sahip olduğunu ve bu gucun onun himmeti olduğunu soyler (bkz. Fusûs, 6. Fasl). Onun yarattığı şeye “mahluk-ı Ă‚rif” denir. Ârif, sûfîlikte kĂ‚mil insandır. (s. 52-53)

Atılan ok geri donmez: Bir velî bedduĂ‚ ettimi mutlaka hedefini bulur. BedduĂ‚nın hedefine ulaşmasına engel olmak ve onu geri almak, velînin elinde değildir. Şeyhe ve velîye karşı işlenen sucun tevbesi ve affı olmaz. (s. 64)

AzrĂ‚: Dilber, bĂ‚kire. Tasavvufta; a- Kimsenin keşfedemediği ve sırrına vĂ‚kıf olamadığı yuce hakikat, b- Hakk’ın halktan gizli tuttuğu ve sakladığı velîsi. (s. 78)

Bed duĂ‚: Birinin aleyhinde yapılan duĂ‚. Velînin yaptığı bedduĂ‚ mutlaka yerini bulur (bkz. atılan ok geri donmez). (s. 90)

Bekci: Sahip, hĂ‚kim, hĂ‚mi, muhĂ‚fız. Her beldenin bir sahibi, yani mĂ‚nevî bekcisi ve muhĂ‚fızı vardır; Bu da velîdir. (s.92)

Beşler: CebrĂ‚il’in kalbi uzere bulunan (rûhĂ‚nî his ve bilgilerini ondan alan) beş ermiş. Ruhların hukumdarı olan CebrĂ‚il’in nefesinden ve ilminin feyzinden kalpler hayat bulduğu gibi, tarik ehlinin hukumdarları olan beşlerin nefes ve ilim feyzinden de gonuller hayata kavuşur. (s. 96)

Bî-reng: Renksiz. Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyĂ‚n). Butun renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, butun dinlerin aslı da bir ve aynıdır. Bu da butun insanların “elest bezmi”nde kendilerinin kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibĂ‚ret olan tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, butun din mensuplarına aynı gozle bakar. Cunku hepsinin aslı birdir. Butun dinler ve mezheplerde esas olan sozkonusu dinin renkleridir. HallĂ‚c’a gore insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din uzere değil; kendileri icin tercih edilen din uzere bulunurlar. İbn Arabî’ye gore Allah, kendisinden başkasına ibĂ‚det edilmemesine ferman buyurduğundan, esasen Ondan başkasına ibĂ‚det etmek mumkun değildir, başka şeylere ibĂ‚det edenler farkında olmadan Ona ibĂ‚det ederler. (s. 102-103)

BudelĂ‚: Bedel, karşılık, denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına gelen “bedel”in coğuludur. Tasavvufta; Yediler (yedi evliyĂ‚) anlamına gelir. Bunlardan her biri gozden kaybolur, bir anda cok uzak mesafelere giderler. Gozden kayboldukları vakit, yerlerine her yonden kendilerinin tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. HĂ‚l, hareket ve şekil bakımından aslından ayırt edilmeyen bu bedene “bedel” ve “bedil” denir. Bedel bırakma gucune sahip olan velîlere “budelĂ‚” denir. (s. 106)

Cihad: Savaş. Tasavvufta; sĂ‚likin nefsini zabt u rabt altına alması icin vermiş olduğu mucĂ‚dele, bu maksatla cekilen cile. CihĂ‚d-ı asğar: Kucuk savaş. Tasavvufta; duşmana karşı cephede verilen savaş. CihĂ‚d-ı ekber: Buyuk savaş. Tasavvufta; nefse karşı verilen savaş. Nefsin kahr ve mahv edilmesi. (s. 121)

Caput: Turbelere bağlanan kumaş parcaları. (s. 127)

Carpmak: Bir ermişin veya yatırın gazabına uğramak. Velîlere, ermişlere, yatırlara veya kutsal şeylere hakaret edilip bu gibi kişiler ve nesneler aşağılanınca ermişlerin ve yatırların mĂ‚neviyĂ‚tı ve rûhĂ‚niyeti onları cezalandırır. (s. 127)

Derviş: Fakir, yoksul, dilenci. Tasavvufta; sûfî, mutasavvıf, fakir, murid, muntesip. Derviş kelimesi, dilenmek anlamına gelen “derviz”den gelir. Aslında derviş, dilenci demektir. (s. 142-143)

Destur: İzin, ruhsat, musĂ‚ade. Tasavvufta; Bazı tarikatlarda, ozellikle Mevlevîlikte ve BektĂ‚şîlikte şeyhlerden ve tarikat buyuklerinden musĂ‚ade almak icin kullanılan bir deyim. CesĂ‚ret isteyen zor bir işe girişilirken evliyĂ‚nın rûhĂ‚niyetinden faydalanmak ve onlardan guc almak icin “destûr!” denir. Ekseriya; “Destûr yĂ‚ pir!”, “destûr yĂ‚ Ali!” denir. (s. 143)

Dortler: RicĂ‚l-i ilĂ‚hiye adı da verilen dort ermiş, evtĂ‚d-ı erbaadan başka olup onlara imdad ederler. Halleri rûhĂ‚nî, kalpleri semĂ‚vî olduğundan yeryuzunde mechul, ama semĂ‚da tanınırlar. İbn Arabî bunları Endulus’te ve Suriye’de gorduğunu soyler. (s. 154)

Efendi: Sozu gecen, buyruğu yuruyen, itiraz edilmeksizin kendisine uyulan kimse. Tasavvufta; şeyh, pir. Doğu geleneğinde padişah efendi, tebaa onun kullarıdır. Hukumdar, emri altındakilere: “kullarım”, onlar da sultanlarına “efendimiz (mevlĂ‚nĂ‚, seyyidenĂ‚)” diye hitap ederler. Aslında efendi (seyyid, mevlĂ‚) kole sahibi demektir. Buradan kalkan dervişler, şeyhlerine “efendi”, “efendimiz”, “efendi hazretleri” gibi unvanlar verir, kendilerini de onun kulları yerine korlar. Şeyh ise muritlerinden; “bendelerim”, “kullarım” diye soz eder. Şeyhe şah ve sultan da denir. “Efendi ne isterse etmek gerek / Kuluz biz duşer mi sual eylemek” (İzzet Molla). (s. 163-164)

EfrĂ‚d: Ferdler, eşsiz şahsiyetler. Tasavvufta; kutbun gozetimi dışında kalan gayb erenler. Bunların belli bir sayıları yoktur. 2, 3, 6 ve 10 olabilir. (s. 164)

Eren: Ulaşan, varan. Tasavvufta; vĂ‚sıl, ehl-i vusûl, vuslatı gercekleştiren, velî, ermiş, kĂ‚mil insan. Horasan erenleri: Anadolu’nun fethi sonrasında Horasan’dan gelen ermişler. (s. 174)

EvliyĂ‚: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Ozel anlamda sadece Allah’ın kendilerine kerĂ‚met ve ilham ihsan ettiği kĂ‚mil mu’minler evliyĂ‚dır. EvliyĂ‚nın ceşitli varlıklar uzerinde etkli olan bir mĂ‚nevî gucu vardır. DuĂ‚ları Allah katında makbul olur. (s. 180-181)

EvliyĂ‚iye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yukselenlerden mukellefiyetin ve ibĂ‚detlerin duşeceğine inanan mutasavvıflar zumresi. (s. 181)

EvtĂ‚d: Direkler, sutunlar. Tasavvufta; biri doğuda, diğeri batıda, ucuncusu kuzeyde, dorduncusu guneyde bulunan dort buyuk velî. İbn Arabî, Allah bu bolgeleri bu ermiş kulları aracılığı ile korur, der. (s. 181)

Fal: Uğur, kadem, meymenet; ileride yapılması duşunulen bir işin hayırlı ve faydalı sonuclar verceğine dair bazı ipuclarının ve işaretlerin bulunduğuna inanmak. Şeyhin hĂ‚l, hareket ve tavırlarını ileride iyi şeylerin olacağının işareti olarak kabul etmek de faldır. Fakat mutasavvıflar bu ceşit fallara “işĂ‚ret”, “beşĂ‚ret” gibi isimler verirler. (185)

FenĂ‚ fillĂ‚h: FenĂ‚; yokluk, hiclik demektir. FenĂ‚ fi’l-vucûd: Varlıkta fĂ‚ni olmak, her şeyi hem Allah olarak gormek, hem Allah olarak bilmek, bu hale zevkle ulaşmak. Bu mertebede bulunanlar; “lĂ‚ mevcûde illĂ‚llah (Allah’tan başka varlık yoktur; her şey Allah’tır)” derler. FenĂ‚ fillĂ‚h; Allah’ta fĂ‚ni olmak. Kulun, beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilĂ‚hî vasıflarla donanması. (s. 188)

FenĂ‚ fişşeyh: Muridin murşidde, dervişin, pîrinde fĂ‚ni olması. Murîdin kendi şahsî irĂ‚de ve arzularını yok edip yerine şeyhinin irĂ‚de ve arzusunu koyması. Şeyhinin hatasını kendi isĂ‚betli fikrine tercih edecek derecede ona uyması. Şeyhte fĂ‚ni olmak, Allah’ta fĂ‚ni olmanın mukaddimesi ve başlangıcıdır. (s. 188-189)

Feyz: Taşmak. Tasavvufta; sĂ‚likin calışması ve cabası sozkonusu olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir husûsun verilmesi. Feyz-i isnĂ‚dî: Şeyhe ve muridlerine senet ve silsile vĂ‚sıtasıyla gelen feyz, rûhĂ‚nîler yoluyla ulaşan feyz, irfan. (s. 192)

FirĂ‚set: Sezmek, hissetmek. Tasavvufta; Yakîn, keşfetme ve gaybı gorme, gaybı bilme. (s. 194)

Gavs: Sığınma, ilticĂ‚ etme demektir. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı zaman kutba "gavs" denir (KĂ‚şĂ‚nî, Ta'rîfĂ‚t). Sûfîler darda ve sıkışık durumda kaldıkları zaman: "Yetiş yĂ‚ Gavs!", "Meded yĂ‚ Gavs!", "İmdĂ‚d yĂ‚ pîr!" diye feryad eder ve kutbun mĂ‚nevî himĂ‚yesine ilticĂ‚ ederler. "Gavs-ı a'zam": En ulu gavs, buna "kutb-ı ekber" de denir. Hz. Peygamber'in bĂ‚tınından ibĂ‚rettir. Velîliğin en yuce mertebesi budur. Abdulkadir GeylĂ‚nî'ye ozellikle Gavs-ı a'zam denir. (s. 201)

Gayb erenler: Goze gorunmeyen velîler. Ucler, yediler, kırklar, abdallar gibi bazı velîler vardır ki, gĂ‚iptirler, goze gorunmezler; kısa zamanda uzun mesĂ‚feler katederler. Bkz. RicĂ‚lu’l-gayb. (s. 202)

Habîbiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler duşer” diyen mutasavvıflar zumresi. (s. 211)

HĂ‚ce, hĂ‚cegĂ‚n: Efendi, bey, ağa, hoca. Tasavvufta; şeyh, murşid. Ozellikle ilk nakşî şeyhleri seyyid, efendi ve şeyh gibi unvanlar yerine “hĂ‚ce” unvanı ile anılır. Bu yuzden Abdulhalik GucduvĂ‚nî’ye nisbet edilen bir tarîkate de hĂ‚cegĂ‚n adı verilmiştir. (HĂ‚cegĂ‚n; hocalar demektir.) (s. 212)

HĂ‚cib-i Hak: Hakk’ın kapıcısı. Tasavvufta; Hak ile halk arasında aracı olan insan-ı kĂ‚mil ve şeyh-i vĂ‚sıl. KĂ‚mil insan hĂ‚cib olması sıfatıyla muridi Hakk’ın huzûruna alır, Hakk’ın nĂ‚ibi olması sıfatıyla da Onun mulkunde tasarrufta bulunur. İbn Sina: “Allah’ın huzûru, gelişiguzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir makamdır” demiştir. Bu yuce makama bir usûle gore ve bir şeyh rehberliğinde girilmesi gerektiğine inanılır. (s. 213)

HĂ‚temu’l-EvliyĂ‚: HĂ‚tem; muhur, yuzuk, son demektir. Tasavvufta; sĂ‚likin butun makamları kat etmesi ve nihayete ermesine hĂ‚tem denir. “HĂ‚temu’l-enbiyĂ‚”: Son peygamber. “HĂ‚temu’l-evliyĂ‚: Son velî veya velîlerin en ulusu, bir rivĂ‚yete gore İbn Arabî. Hatm-i velĂ‚yet goruşunu Hakim Tirmizi ortaya atmış, İbn Arabî bunu geliştirmiştir. Hatm-i nubuvvet, zamanla sınırlı olup Hz. Peygamber’le sona erdiği halde; hatm-i velĂ‚yet zaman ustudur, ezelden ebede kadar surer, zira nubuvvet Nebî’nin, velĂ‚yet Allah’ın vasfıdır. (s. 227)

Hatm-i HĂ‚ce: Nakşî tarikatında toplu olarak icrĂ‚ edilen bir zikir ve duĂ‚ bicimi. Umûmiyetle Pazartesi ve Cuma geceleri okunur. Abdest alınır. Kıbleye karşı diz cokup oturulur, tevbe ve istiğfar edilir, tarikat silsilesine dĂ‚hil olan butun şeyhlerin ruhlarına teveccuh edilip onlardan yardım ve imdad istenir. (s. 228)

HayĂ‚l: MĂ‚sivĂ‚, Allah’tan mĂ‚adĂ‚ her şey. Tasavvufta; mutasavvıflar Hak hĂ‚ric diğer tum varlıkların gercek bir varlığı bulunmadığı, bunların birer hayal, akis ve golge varlıklar olduğunu soylerler. Ozellikle vahdet-i vucud anlayışına bağlı olanlar bu goruştedirler. Sevgilinin zihnindeki hayĂ‚li de onemlidir. (s. 229-230)

Hayzu’r-ricĂ‚l: Erkeklerin hayzı. Tasavvufta; sĂ‚likin cezbeye kapılarak ve vecde gelerek kendinden gecmesi, bu yuzden hayız goren kadınlar gibi Allah’ın huzûruna cıkamaması, namaz kılamaması hĂ‚li. Bazı mutasavvıflar, kerĂ‚metleri ve hĂ‚rikulĂ‚de halleri de bir eksiklik olarak değerlendirir ve bu hallere erlerin hayzı derler. Henuz irşad ehliyetini kazanamadığı icin kendisine uyulmayan ve ornek alınmayan sĂ‚likler de hayız halinde sayılır. İrşad ehliyetini kazandıkları zaman artık er olurlar. (s. 231-232)

Hıfz: Koruma. Tasavvufta; EvliyĂ‚nın gunah işlemekten ve hatada ısrar etmekten koruma hali. Peygamberimiz’in ismet sıfatına karşılık, ermişlerin hıfz sıfatı vardır. Peygamberler ma’sûm, velîler mahfûzdur. Allah peygamberi gunah işlemekten, velîyi gunahta ısrar ve devam etmekten korur. Mahfûz olmak, velî olmanın şartıdır. (s. 235-236)

Himmet: Ermiş kişilerin maksadı hĂ‚sıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren mĂ‚nevî gucu. Himmet-i ricĂ‚l: Erenlerin himmeti. Erlerin himmeti dağları yerinden oynatır. Pirler, dervişlerini himmetleriyle terbiye ve idĂ‚re ederler. (s. 243) *

Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı. Bu inancta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir. (s. 247)

Hulûliye: “Guzel kadınlara ve oğlanlara (tuysuzlere) bakmak helĂ‚ldır, Allah’ın bazı sıfatları bize hulûl eder. Bu hal icinde iken opuşmek ve sarmaş dolaş olmak cĂ‚izdir” diyen mutasavvıflar zumresi. (s. 247)

Hurriyye: Kendilerinden gecmiş bir halde iken cennetten gelen hûrîlerle seviştiklerini ve cinsî temas kurduklarını iddia eden mutasavvıflar zumresi. (s. 249)

İlhĂ‚m: Bildirmek, haber vermek. Tasavvufta; a) Feyz yoluyla kalbe gelen ozel bir anlam ve bilgi. Duşunmekle kazanılan bir bilgi değildir. b) Kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu. İlhamın kaynağı ya Allah veya melektir. Velîler, ilhamı peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar. (s. 263)

İmĂ‚mĂ‚n: İki imam. Tasavvufta; biri kutbun sağında, diğeri solunda yer alan iki velî. Sağdaki melekût, soldaki mulk Ă‚lemine bakar. Soldakinin mertebesi daha yuksek olduğundan, kutbun halifesi olur. (s. 265)

İnhinĂ‚: Eğilmek, boyun eğmek. Tasavvufta; muritlerin şeyhlerini veya halifesini ya da birbirini eğilerek selĂ‚mlamaları. Bu tur selĂ‚mı secde sayıp reddedenler: “Ne senden bana rukû, ne benden sana sana kıyam; selĂ‚mun aleykum, aleykum selĂ‚m” derler. (s. 268)

İnsĂ‚n-ı KĂ‚mil: Yetkin insan, kĂ‚mil insan. Tasavvufta; Allah’ın zĂ‚t, sıfat, isim ve fiilleriyle en mukemmel bicimde kendisinde tecellî ettiği insan. Gavs, kutup, hakiki murşid. İnsĂ‚n-ı kĂ‚mil, Allah’ın sûreti, Allah da onun rûhu gibidir. Diğer taraftan insĂ‚n-ı kĂ‚mil, Ă‚lemin rûhu; Ă‚lem de onun sûretidir. İnsĂ‚n-ı kĂ‚mil, Allah’ın gozu (aynullah) dur, Ă‚lemin nûrudur. (s. 269-270)

İrfĂ‚n: Marifet, keşf, hads, ilham, sezgi, mĂ‚nevî ve rûhî tecrube ile elde edilen bilgi, tecrubî bilgi. (s. 271)

İhvĂ‚n: Kardeşler. Tasavvufta; Belli bir tarîkate ve şeyhe bağlı olanlar birbirinin kardeşi (ihvĂ‚n), bunun dışında kalanlar ecnebî, ağyĂ‚r, digerĂ‚n (başkaları)dır. Bazı hallerde yabancıların tarîkat Ă‚yinlerine alınmaları, şeyhin ozel sohbetine katılmaları hicbir tarîkatte uygun gorulmemiştir. Belli bir tarîkat mensupları, bir Ă‚ile gibidir. Şeyh baba ve peder (ata), şeyhin karısı ana-bacı ve vĂ‚lidedir. Muridler ise şeyhin evlĂ‚dıdır. Bu evlĂ‚t, yekdiğerinin kardeşi (ihvĂ‚nı, birĂ‚deri)dir. (s. 260)

İstiğĂ‚se: Sığınmak, ilticĂ‚ etmek, meded ve yardım istemek, imdad demek. Tasavvufta; darda kalan bir tarîkat ehlinin şeyhini yardıma cağırması veya olu ermişlerin ruhlarından imdat dilemesi. Sıkışık durumda kalan bir kimsenin Allah’tan veya peygamberin rûhĂ‚niyetinden yardım istemesi de istiğĂ‚sedir. Son donem mutasavvıfları, şeyhlerden ve yatırlardan daima istiğĂ‚sede bulunmuşlardır. Kendisinden medet umulan en buyuk velî “gavs”tır. (s. 276)

İstimdĂ‚d: İmdat istemek, medet ummak, Ă‚cil yardım talebinde bulunmak. Tasavvufta; tarîkat ehlinin şeyhlerden veya olu velîlerin ruhlarından yardım istemeleri. “Meded yĂ‚ şeyh!” “meded yĂ‚ gavs-ı a’zam!” demeleri. “Zikir murĂ‚d eden kimse, iki dizi uzerine oturup ağzını kapatır, gozlerini yumar, butun his ve kuvvetlerini faĂ‚liyetten menederek şeyhin rûhĂ‚niyetine teveccuh edip ondan istimdĂ‚dda bulunur.” (s. 279)

IstişfĂ‚’: Şefaat istemek, bir işin gorulmesi icin birinin aracı (vĂ‚sıta, vesîle) olmasını istemek. Tasavvufta; tarîkat ehlinin yatırlardan ve ermişlerin ruhlarından Allah katında şefaatcı ve aracı olmalarını istemeleri. (s. 280) **

İşrĂ‚f: Bilmek, haberdar olmak, vĂ‚kıf olmak, Tasavvufta; bĂ‚tınî hallere vĂ‚kıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden gecirdiklerini bilmek. FirĂ‚setten farkı, firĂ‚setin gecici, işrĂ‚fın kalıcı olmasıdır. (s. 283)

Keşf: Acığa cıkarma, perdenin acılması. Ortulu olanı acma, gizli olanı meydana cıkarma, sezme, tahmin etme. Tasavvufta; a) Perdenin otesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, bunları yaşayarak ve temĂ‚şĂ‚ ederek vĂ‚kıf olmak. MukĂ‚şefe, beden ve his perdesinin kalkması ve ruh Ă‚leminin seyr edilmesi. b) İlham. Doğrudan ve aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi ya ilĂ‚hî hitabı işitmek ve dinlemek veya gayb Ă‚lemini gormek sûretiyle elde edilir. c) İbn Arabîye gore velîler, bilgileri peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. Bazı keşifler kesin bilgi verir. Sûfîlere gore maddî ve duyulur Ă‚lemden gelen tesir, kir ve pas kalbin gayb Ă‚lemini gormesine engel olan bir perde (hicĂ‚b) oluşturur. RiyĂ‚zet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb, ayĂ‚n-beyĂ‚n olarak gorulur. Bu perdenin acılmasına, yani kalp gozunun acılmasına keşf denir. Keşf-i zamĂ‚ir: Bir velînin başkalarının kalbinden ve zihninden gecen şeyleri bilmesi. Keşf-i ahvĂ‚l-i kubûr: Bir velînin mezarlarda gomulu olan olulerin o Ă‚lemdeki hallerini bilmesi. (s. 310-311)

Kırklar: RicĂ‚lu’l-gayb veya gayb erenlerden 40 velî. (s. 314)

Kıtmîr: Kopek. AshĂ‚b-ı Kehf’in kopeği. Tasavvufta; sûfî olmadığı halde, sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Dervişler ve muridler bir kopek sadĂ‚katı ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en buyuk şeref bilirler. M. BahĂ‚eddin Nakşbend, Abdulkadir GeylĂ‚nî’nin turbesine şu ibĂ‚renin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında kopek ol, / Eğer Hakk’a yakın olmak istersen. / Zira arslanlardan daha şereflidir. / GeylĂ‚nî’nin kapısındaki kopek.” (s. 315-316)

Kutb (kutub): MedĂ‚r, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve ust taşın donmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En buyuk velî, b) Her zaman, Ă‚lemde Allah'ın nazar kıldığı yer olan tek kişi (KĂ‚şĂ‚n&#238. c) Kutub, Ă‚lemin rûhu, Ă‚lem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun cevresinde ve onun sĂ‚yesinde hareket eder. Yani her şeyi o idare eder (TehĂ‚nevî, II/1268; İbn Arabî, Fusus, 39, 73). Kutbu'l-aktab: Kutubların kutbu, kutbu'l-ekber: En ulu kutub. Kutbu'l-irşĂ‚d: Rehber kutub. Tasavvufta; Her uc terim de halkı irşad etmek ve hidĂ‚yete erdirmek işiyle gorevli velî anlamına gelir. Bu velî, arştan ferşe kadar tasarrufta bulunur. (s. 325-326)

Meded: İmdad, yardım, himĂ‚ye. Meded Allah’tan istenir. Tasavvufta; ermişlerin ruhlarından yardım istemeye de meded denir. Alevî-BektĂ‚şi zumreler “yetiş yĂ‚ Ali” anlamında meded kelimesini kullanırlar. (s. 353)

Murid: İrĂ‚de ve talep eden, ehl-i irĂ‚de, isteyen, arzu eden. Tasavvufta; a) İrĂ‚desi olmayan, irĂ‚desinden soyutlanan, irĂ‚desini kullanmayan. b) Kendisine semĂ‚nın kapısı acılan ve isimle Hakk’a erenler arasına katılıp ona eren. c) Tarîkate giren ve şeyhe bağlanan, derviş, bende; efendisi olan şeyhin kulu. CenĂ‚ze, onu yıkayan kişinin onunde nasıl irĂ‚desiz ise, murid de şeyhinin onunde o şekilde irĂ‚desizdir. Bir kor, kendisini yeden kişiyi ucurumun kenarında nasıl takip ederse, murid de her hususta şeyhini oyle takip eder. Murid kendi şahsî irĂ‚desini şeyhinin irĂ‚desinde yok etmiştir (FenĂ‚ fi’ş-şeyh); onun icin irĂ‚desizdir. d) Şeyhinin emir ve irĂ‚desini yerine getiren bir Ă‚lettir. e) Kendisi icin Hakk’ın irĂ‚de ettiğinden başka bir şey irĂ‚de etmeyen, Hakk’ın irĂ‚desi onunde ve karşısında kendi irĂ‚desini hice sayan. (s. 388)

Murşid: Rehber, delil, kılavuz, yol gosteren. Tasavvufta; a) SırĂ‚t-ı mustakîmi gosteren, dalĂ‚letten once hak yola ileten. b) Şeyh, velî, er, eren, pîr. (s. 388-389)

NĂ‚z: Tasavvufta; a) Sevgisinin, dertli ve mahzun Ă‚şığına guc vermesi. b) Sevgilisinin Ă‚şığını kandırması, ona cilve yapması, bilmezlikten gelmesi. NĂ‚z ehli: Hakk’a nazı gecen, Hakk’a karşı nazlanan velî. Naz ehli, Yuce MevlĂ‚ ile gayet samimi, her turlu resmiyetten ve kayıttan uzak sohbet eder ve ona iclerini dokerler. Cuneyd BağdĂ‚dî: “Uns ehli munĂ‚cĂ‚t esnasında oyle sozler soyler ki halk bu sozleri kufur sayar” der. (s. 401)

Nazar: Bakmak, bakış. Tasavvufta; şeyhlerin ve ermişlerin muridlere ve sulûk ehline bakışı ki bu bakış ruhlarına tesir ederek onlara yeni bir şekil verir, gonullerini feyzle doldurur, ruhlarını olgunlaştırır. Bu nazarın eğitici ve yetiştirici bir ozelliği olduğu icin “velîler muridlerini kaplumbağanın yavrularını yetiştirmeleri gibi nazarla yetiştirirler” denilmiştir. Nazar-ı HakkĂ‚nî: Şeyhin nazarı ile muridin aşk ve cezbeye tutularak fenĂ‚ya ermesi. “Sûfîlerin sohbeti gibi nazarları da feyz kaynağıdır. Zira onların nazarı, ayn-ı nazar-ı Hak’tır.” (s. 402)

NiyĂ‚z: DuĂ‚, yalvarma, tevĂ‚zu gosterme, selĂ‚m, himmet, baş kesmek. Tasavvufta niyaz: “Derviş, huzûr-ı murşide vardıkda murşidini hak bilerek hayır himmet talebi icin yuzunu gozunu yerlere surerek niyaz etmek Ă‚dĂ‚b-ı tarîkattandır.” “İnhinĂ‚ ederek şeyhin el, diz ve eteğini tutmak ve opmek”. NiyĂ‚z ve niyĂ‚z Ă‚yini, bazen muridin şeyhine secde etmesi şeklini de almıştır. (s. 411-412)

Nubuvvet: Peygamberlik. Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği şeriat cercevesinde evliyĂ‚nın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfĂ‚na ve bilgilere umûmî ve mutlak nubuvvet adını vermektedir. (s. 415)

NucebĂ‚: Seckinler, soylular. Tasavvufta; kırklar. Bunlar halkla ilgili hususları duzeltir, onların yuklerini taşır, sadece halkın hukuku konusunda faĂ‚liyet gosterirler. (s. 416)

NukabĂ‚: Nakibler, denetciler, gozetleyenler. Tasavvufta; BĂ‚tın ismiyle tahakkuk edip bu ismin mazharı olduklarından halkın iclerine bakıp (ruhlarını okuyup) oradaki en gizli hususları acığa cıkaran uc yuzler. Sırları orten perdeler onlar icin ortadan kalktığından bu gibi hususları bilirler. Bursevî bunların sayılarının 12 olduğunu soyler. (s. 416)

Pîr: Yaşlı kişi, ihtiyar. Tasavvufta; şeyh, murşid. Pîr-i tarîkat: Tarîkatın ilk kurucusu, sĂ‚hib-i tarîkat. “Pîr aşkına”, “pîr hakkı icin”, “pîrim hakkı icin” deyimleri, yemin olarak kullanılır. Bir işe teşebbus edildiği zaman: “YĂ‚ Allah yĂ‚ pîr” denir. Tekkelerde ve turbelerde tarîkat kurucusu şeyhin ismi “yĂ‚ Hazret-i Pîr” diye başlar. Pîr-i hĂ‚cĂ‚t: İhtiyacları karşılayan şeyh. (s. 420-422

RĂ‚bıta: Bağ, ilişki. Tasavvufta; murîdin, rûhaniyetinden feyz alacağına inanarak kĂ‚mil şeyhinin sûretini (şeklini) zihninde tasavvur etmesidir. RĂ‚bıta: Muridin şeyhini severek yĂ‚detmesi ve sûretini zihninde canlandırmasıdır. RĂ‚bıta, muridin kalben şeyhi ile beraber olmasıdır. Muridin ilk hedefi, şeyhinde fĂ‚ni olmaktır. Zira şeyhte fĂ‚ni olmak, Allah’ta fĂ‚ni olmanın mukaddimesidir. SĂ‚lik, rĂ‚bıta vĂ‚sıtasıyla once şeyhi ile, sonra Allah ile mĂ‚nevî ve bĂ‚tınî bir ilişki kurar. (s. 425) ***

Racul, ricĂ‚lu’l gayb: Racul: Adam, merd, kişi. Tasavvufta; İster erkek ister kadın olsun Hakk’ın dostluğunu kazanmış faal, hakşinas, Ă‚dil ve faziletli şahsiyetler. (s. 430-431)

RûhĂ‚nî: Tamamengayrı maddî ve gayri cismĂ‚nî varlıklara (melek ve cin gibi) rûhĂ‚nî dendiği gibi, rûh tarafı madde tarafına ağır basan varlıklara da rûhĂ‚nî denilir. Gerek gayri muslimlerin azizlerine, gerekse evliyĂ‚ya rûhĂ‚nî denilir. (s. 440)

SĂ‚lik: Yolcu. Tasavvufta; a) Allah'a giden yolu tutana seyr halinde bulunduğu surece muridle muntehî (vĂ‚sıl, eren) arasındaki mutavassıta (ortadakine) sĂ‚lik denir. İlmi ve tasavvuru ile değil; hĂ‚li ile makamlarda seyreden sĂ‚lik bu halde iken ayne’l-yakîn turunden bilgi sahibi olur. b) Menzil-i maksûda varmak azmi, hedefe ulaşmak kararı ile tasavvuf yolunu tutan, bu yolun gerektirdiği hususları maddî ihtiyaclardan onde tutan, tasavvufu meslek edinen insanlar. (s. 451)

Sekr: Sarhoşluk, mest olmak, kendini kaybetmek. Tasavvufta; a) ZĂ‚hirî ve bĂ‚tınî kayıtları bir yana bırakıp Hakk’a yonelmek. b) Kuvvetli bir vĂ‚rid (tecell&#238 ile kendinden gecip rûhî bir haz ve zevke erme. c) Sekr, vecd ehline hastır. Sekr halindeki sĂ‚lik, şer’î hukumlere aykırı sozler soyleyebilir, davranışlarda bulunabilir. (s. 457-458)

Sekizler: Gayb erenlerden olan sekiz evliyĂ‚. Bunlara kahr ricĂ‚li, kuvvet ricĂ‚li de denir. Şiddetli ve hiddetli velîlerdir, himmetleri faal ve tesirlidir. Teveccuh ettikleri ruhları etkileri altına alırlar. Tasarruf sahibidirler, murad ettikleri nesneler vucuda gelir, teveccuhlerinin semeresi hĂ‚sıl olur. Bunlara hurmet edilir, ama yakınlarında olmaktan sakınmak lĂ‚zımdır. (s. 458)

SelĂ‚m secdesi: Sûfîlere gore, ibĂ‚det secdesinin dışında secde-i tahiyyĂ‚t denen, saygı ve sevgi duyulan bir insana selĂ‚m secdesi vardır. Sonraki bazı mutasavvıflar selĂ‚m secdesini cĂ‚iz gormuşlerdir. Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde ederler. Secdeyi Hz. MevlĂ‚nĂ‚ teşrî etmiştir (meşrû kılmıştır). Bazı tarîkatlarda dervişler şeyhlerinin eteklerini oper, ayak bastıkları yere yuz surer. Hukumdarlara ve din ulularına secde etmek, oteden beri şark kavimlerinde Ă‚dettir. (s. 460)

Şeyh: Coğulu; MeşĂ‚yih, şuyûh, eşyĂ‚h. Yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, onder, kabile başkanı. Tasavvufta; a) Nefsinden fĂ‚ni Hak’ta bĂ‚ki velî, Hak dostu. b) TĂ‚liplere rehberlik etmek ve onları irşĂ‚d etmek ehliyetine ve liyĂ‚katine sahip olan insan-ı kĂ‚mil, rehber, delil, murşid. Şeyh, kĂ‚mil ve mukemmildir; başkalarını da kemĂ‚le erdirir. Şeyh-i tarikat: Murid ve muntesiblerini, bir annenin bebeğini terbiye etmesi ve yetiştirmesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyh. Tarîkat şeyhleri boyledir. Bunlar murid ve muntesiblerinin mal, beden ve ruhları uzerinde mutlak olarak soz sahibidirler. Murid ne dil, ne kalb ile şeyhine itiraz edebilir. Şeyhine “hayır!” diyen bir murid iflĂ‚h bulmaz. Şeyhe karşı işlenen gunahın tevbesi olmaz. Şeyhin onundeki murid, gassĂ‚lin onundeki cenĂ‚ze gibidir, irĂ‚desi yoktur; şeyh ona hangi şekli verirse onu muhĂ‚faza eder, şeyhte fĂ‚ni olmak Allah’ta fĂ‚ni olmanın mukaddimesidir. Allah'a giden yol, şeyhten gecer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve kerĂ‚met sahibidir. Allah’ın arz uzerindeki halifesidir. Allah adına hareket eder. Şeyh, Hz. Peygamber’in nĂ‚ibidir, Onun temsilcisidir. (s. 496-497)

Tarîkat: Yol. Tasavvufta; Hakk’a ermek icin tutulan, birtakım kuralları ve Ă‚yinleri bulunan yol. Gercek anlamda tarîkatlar hicrî 6.; milĂ‚dî 12. asırda ortaya cıkmaya başladı. Kadiriyye, RifĂ‚iyye, Yeseviye, BektĂ‚şiye, Nakşbendiye, Kubreviye, Mevleviye, Halvetiye ve ŞĂ‚zeliye bunların en tanınmışlarıdır. Tarîkatler arasında ortak esaslar bulunduğu gibi; bircok farklı yonler de bulunur. (s. 510-511)

Tasarruf: FaĂ‚liyet gostermek, yetki kullanarak iş yapmak. Tasavvufta; KerĂ‚met gostermek, olağanustu yollardan iş yapmak ve tesir etmek, insanlara ve eşyaya hukmetmek ve onları idare etmek, Allah’ın eşyayı ve butun varlıkları velîsine musahhar kılması. Hakikatte tasarrufta bulunan (mutasarrıf) Allah’tır. Fakat velîler de himmetleriyle varlıklar uzerinde tasarrufta bulunurlar. Zira Allah her şeyi onlara musahhar kılmıştır. Velîler himmetleri ile tasarrufta bulunurlar. Fakat ism-i a’zamla tasarrufta bulunduklarına da inanılır. Bazı velîlerin oldukten sonra da tasarrufta bulunduklarına inanılır. (s. 512)

Tayy-i mekĂ‚n: Yerin durulmesi, mesĂ‚fenin kısalması sûretiyle gercekleşen kerĂ‚met, ucmak. Bast-ı zaman: Zaman icinde zaman yaratmak. (s. 514). (Tayy-ı mekĂ‚n, yerin, evliyĂ‚ icin katlanarak kuculmesi demektir. EvliyĂ‚, aynı saatlerde birkac yerde bulunabilir; yani yerin katlanmasıyla, velî olan zat, aynı saatlerde dunyanın, birbirinden son derece uzak bircok yerlerinde bulunabilir. -F. Aydın, s. 287-)

Tayy-i zaman: Zaman icinde zaman yaratmak. (s. 514). (Tayy-ı zaman, zamanın durdurulması anlamına gelir. Velî, bu sûretle, bir yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki zamanın akışına gore yavaşlatarak yaşar. Zamanın katlanmasıyla, -ya da durdurulmasıyla- evliyĂ‚, orneğin birkac saniye icinde başka bir ulkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan, hatta ev, bark, coluk cocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine doner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Oyle ki donduğu zaman, meselĂ‚, gitmeden once onune konmuş olan yemek hĂ‚lĂ‚ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece birkac saniye icinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler vb. -F. Aydın, s. 287-)

Teberruk: Bir şeyi kudsî (kutsal) sayıp ondan bir hayır, bir fayda, bir uğur, bir bereket ummak. (s. 514)

Tecellî: ÂşikĂ‚r olmak, acığa cıkmak, gorunmek, zuhûr etmek. Tasavvufta; gaybden gelen ve kalbe zĂ‚hir olan nurlar. Gorunmeyenin kalpte gorunur hale gelmesi. (s. 514-516)

Tecessud: Cesedleşme, maddeleşme, bedenleşme. Tasavvufta; Rûhun ceset ve madde haline gelmesi, bedenleşmesi. a) Bir velînin rûhu başka bir yerde, ayrı bir beden ve madde kalıbı ile zĂ‚hir olabilir. b) Olen bir velînin rûhu eskisinin tıpkısı olan bir beden kalıbı ile zĂ‚hir olabilir. Tecessud, reenkarnasyon ve tenĂ‚suhten ayrı bir olaydır. (s. 516)

Teferruc: Seyretme, temĂ‚şĂ‚ etme. Tasavvufta; mĂ‚nen yukselen sĂ‚likin rûhî bir mi’rĂ‚c yapması, ulvî-suflî, maddî-mĂ‚nevî butun Ă‚lemlerde seyahat etmesi, her şeye yukarıdan bakması. (s. 519)

Teveccuh: Yonelme, oz alĂ‚ka. Tasavvufta; a) Şeyhin Hakk’a, muridin murşide yonelmesi, gonlunu ona bağlaması. b) Nakşîlikte muhabbet rĂ‚bıtasının bir şekli. Murid, şeyhin rûhĂ‚niyetine muhabbet yoluyla teveccuh eder, teveccuh esnĂ‚sında oyle bir istiğrak (trans) haline gecer ki, beşerî ve bedenî varlığından haberdar olmaz. Bu durumda şeyhin rûhĂ‚niyeti muridin bĂ‚tınında faĂ‚liyete gecip onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır, tedrîcen murid, murşidinin rûhĂ‚nî vasıflarıyla sıfatlanır. Şeyhin muridine teveccuhu, butun mĂ‚nevî gucunu ve rûhĂ‚nî tesirini muridin kalbi uzerine yoğunlaştırarak ona feyz akıtması, onu buyuk bir mĂ‚nevî değişime uğratmasıdır. (s. 530-531)

Turbe: Toprak, hĂ‚k. Tasavvufta; Bir ermişin ve yatırın kabrinin bulunduğu ustu kapalı mekĂ‚n, ziyĂ‚ret yeri. Buralara adaklar adanır, mumlar yakılır, dilekler dilenir, serili postlarda namaz kılınır, duĂ‚ edilir, paralar verilir, capıtlar bağlanır. Ermişin ve yatırın sağ insanlara mĂ‚nen, ama gercekten yardımcı olacağına inanılır. (s. 538-539)

Ucler: Uc buyuk velî. Gayb erenlerden uc ulu ermiş. Ucler, Hak’tan istimdad eder, halka imdad eder, insanlara şiddet ve kahr ile değil; mulĂ‚yemet ve merhametle muĂ‚mele ederler. Ucler, erkeklerden de kadınlardan da olabilir. Uclerden biri aralıksız ve kesintisiz Hak’tan aldığı feyzi halka akıtır. Ucler bir kutub, iki imamdan oluşur. Kutb veya gavs-ı a’zam, Alah adına mulk ve melekût Ă‚lemini idĂ‚re eder. Kutbun iki vezîri (yardımcısı) vardır. Bunlara imĂ‚mĂ‚n denir. Pekcok yore, turbe, mahalle, semt ve kasaba; ismini uclerden alır. (s. 545)

Vahdet-i şuhûd: Vahdet; Birlik demektir. Vahdet-i şuhûd: Tasavvufta; sĂ‚likin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellîleri olarak gormesi, O’ndan başkasını gormemesi hali. Bu hal, sekr, galebe ve gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gosterir. Bu halde iken sĂ‚lik, nefsinden fĂ‚ni olması sebebiyle kendini de gormediğinden HallĂ‚c gibi: “Ene’l-Hak” der. Bayezid BestĂ‚mî gibi, “SubhĂ‚nî mĂ‚ a’zame şĂ‚nî (Bana tesbih olsun, benim şĂ‚nım ne yucedir!)” der. “Cubbemin altındaki, Allah’tan başka bir şey değil” der. Yûnus gibi “Ete kemiğe burundu, Yûnus diye gorundu” der. Fakat bu hal gectikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı gorur, yaratanı yaratılandan ayırır. (s. 553)

Vahdet-i vucud: Bir bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının idrĂ‚k ve şuûruna sahip olmak. Şuhûdî tevhidde, yani vahdet-i şuhûdda sĂ‚likin her şeyi bir gormesi gecicidir; birlik, bilgide değil; gormededir. Vahdet-i vucudda ise, birlik bilgidedir. Yani sĂ‚lik gercek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından ibĂ‚ret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellîlerinden başka hicbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığını bilir. Ancak, vahdet-i vucud ehli, bu bilgiye nazarî olarak değil; yaşayarak ve mĂ‚nevî tecrube ile ulaşır. Bunun boyle olduğunu başka bir yoldan bilmenin bir değeri yoktur. Vahdette kesret – kesrette vahdet: Birlikte cokluk – coklukta birlik. Vahdet ehline gore vahdet gercek, kesret hayaldir. Bir olan varlığın cok gorunmesi sadece bir gorunuş meselesidir. Gercek sûfî, coklukta birliği gorur. “LĂ‚ maksûde (lĂ‚ matlûbe, lĂ‚ murĂ‚de) illĂ‚llah” kusûdî, “lĂ‚ meşhûde illĂ‚llah” şuhûdî, “lĂ‚ mevcûde illĂ‚lllah” vucûdî tevhiddir. (s. 553-554)

Vahiy: Hakk’ın hitĂ‚bı. Sûfîlere gelen ilhĂ‚m. İbn Arabî; “Sozlerimiz vahy-i kelĂ‚m değildir ama vahy-i ilhamdır” der. (s. 554)

VelĂ‚det: Doğum. Tasavvufta; TĂ‚libin murşide intisab etmesi ve tarîkate girmesi. Buna velĂ‚det-i sĂ‚niye (ikinci doğum, mĂ‚nevî doğum) denir. Şeyh ile murîdi arasında oyle bir kaynaşma (teelluf) hĂ‚sıl olur ki neticede murîd şeyhin parcası olur, tıpkı tabiî velĂ‚dette oğul babanın parcası olduğu gibi. “İnsan iki kere doğmadan melekût Ă‚lemine yukselemez.” İlk doğumla madde Ă‚lemi ile irtibat kuran insan, ikinci doğum ile melekût Ă‚lemi ile irtibat kurar. Murîdin babası, onun bedeninin, şeyhi ise rûhunun var oluş sebebi olduğundan, şeyh baba, murîd onun oğludur. Murid, babasının bel, şeyhinin yol evlĂ‚dıdır. Şeyh, bir anne bebeğini nasıl sutu ile beslerse, oylece onu irfĂ‚nı ve feyzi ile besler. Buna redĂ‚ (sut emme suresi) denir. Seyr ve sulûkunu tamamlayan ve rûhen olgunlaşarak bĂ‚liğ ve reşîd olan murîde şeyh icĂ‚zetnĂ‚me (hilĂ‚fetnĂ‚me) verir. Buna fitĂ‚m (sutten kesme) denir. Bu yuzden muridler, şeyhlerine baba (eb, vĂ‚lid, peder); şeyhler ise muridlerine evlĂ‚dları nazarıyla bakarlar. (s. 563-564

Vesîle: VĂ‚sıta, aracı, sebep, bahĂ‚ne. Tasavvufta; a) Allah'a yaklaşmak veya bir dileğin kabul edilmesini veya bir musîbetin defedilmesini sağlamak icin ermişlerin turbelerine gidip onların ruhlarında ve yatırlardan meded ummak. Tasavvufî anlamda vesîle ve tevessul budur. (s. 568)

Yatır: Ermişlerin gomulu olduğuna ve ziyĂ‚retcilerine fayda ya da (carparak) zarar verdiğine itikad edilen mezarlar. (s. 578)

Yediler: Yedi buyuk velî, gayb erenlerden yedi ulu ermiş. Bunlara ricĂ‚l-i ûlĂ‚ da derler. Her nefeste mi’rĂ‚c yapıp Allah’ın huzûrundan marifet-ilim tahsil ederler. Yediler, yedi abdal denilen RicĂ‚lu’l-gaybden ayrıdır. Pek cok semt, turbe ve mahalle; ismini yedilerden alır. (s. 579)

Zıllullah: Tanrı’nın golgesi. Tasavvufta; vĂ‚hidiyet mertebesini kendi gerceği haline getiren insan-ı kĂ‚mil. (s. 587)

ZiyĂ‚ret: MubĂ‚rek ve kudsal olduğuna inanılan ermişlere ait kabir ve turbelerin ziyĂ‚ret edilmesi; Buralarda duĂ‚ ve ibĂ‚det edilmesi, kurban kesilmesi. ZiyĂ‚ret edilen yere ziyĂ‚retgĂ‚h (mezar) denir. (s. 591)

Not: Tum bu kavramların yukarıdaki anlamları, tasavvuf felsefesine goredir. Tasavvuf erbĂ‚bının kendi inancları doğrultusunda bu kelimelere yukledikleri anlam ve yorumları aksettirmektedir. Veli ve evliyĂ‚ kavramlarının tasavvuftaki karşılıklarını daha iyi anlayıp değerlendirme yapabilmeye yardımcı olacakları duşunulduğunden bu tasavvufî lugatce hazırlanmıştır.


* “Murîdim ister doğuda olsun ister batıda / Hangi yerde olsa da yetişirim imdĂ‚da.” A. GeylĂ‚ni’ye ait olan bu şiir icin (bkz. S. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, RisĂ‚le-i Nur Kulliyatı, Nesil Y. c. 2, s. 2083)

Darda kalmış kişi duĂ‚ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryuzunun hĂ‚kimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilĂ‚h mı var? Ne kadar az duşunuyorsunuz.” (27/Neml, 62)

“De ki: Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi cağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa cevirmeye guc yetirebilirler.” (17/İsrĂ‚, 56)

"Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatciler mi edindiler? De ki: Onlar hicbir şeye guc yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatci edineceksiniz)? De ki: Butun şefaat Allah'ındır. Goklerin ve yerin hukumranlığı O'nundur. Sonra O'na donduruleceksiniz." (39/Zumer, 43-44)

"İzni olmadan O'nun katında kimmiş şefaat edecek?..." (2/Bakara, 255)

*** RĂ‚bıta konusunda geniş bilgi almak isteyenler, Ferit Aydın’ın Ekin yayınlarından Tarikatta RĂ‚bıta ve Nakşibendilik adlı kitabına bakabilir.


"Ve derler ki: 'Rabbimiz biz efendilerimize, buyuklerimize itaat ettik de, boylece onlar bizi yoldan saptırdılar." (33/AhzĂ‚b, 67)

"Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan başka evliyĂ‚nın/dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az oğut alıyorsunuz." (7/A'rĂ‚f, 3)


Velî kavramını ozetlersek; İslĂ‚m, normal hallerdeki beşerî munĂ‚sebetleri tanzim ederken, kavramın butun mĂ‚nĂ‚ları itibarıyla muslumanın velîsinin, ancak, kendisi gibi musluman olacağını, gayri İslĂ‚mî unsurların muslumanın velîsi olamayacağını ifade etmiştir. Buna gore, ne yahûdi ve hıristiyanları ne de munĂ‚fık ve gayr-ı muslimleri, bir musluman, velî/dost edinemez. Ancak, ihtiyac halinde insanlığın gereği olan guler yuz ve tatlı soz soylemek mĂ‚nĂ‚sına gelen mudĂ‚rĂ‚ ve şerlerinden korunmak icin gonlundeki duygu, duşunce ve inancı saklı tutmak kaydıyla takıyye yapması cĂ‚izdir.

Musluman olmayanlarla velĂ‚yet/dostluk icinde bulunmayı yasaklayan İslĂ‚m, şerlerinden emin olunması halinde İslĂ‚m’ın ve muslumanların maslahatına olan konularda ticaret, ziraat, sanat ve muspet bilimler arasında yardımlaşmaya, ittifak ve anlaşma yapmaya musaade etmiştir. Aynı şekilde sadece ehl-i kitap kapsamına giren gayr-ı muslimlerin yemeklerinden yiyip zinĂ‚ etmemeleri ve iffetli olmaları şartıyla bayanlarını nikĂ‚hlamaya izin vermiştir.

Allah, butun muttakîlerin velîsidir, zĂ‚limler ise ancak kendileri gibi zĂ‚lim ve inkĂ‚rcılara velî olabilirler. Şuphesiz ki korkmadan gunaha dalan ve şirk koşarak Allah’tan uzaklaşan kimseler zĂ‚limdirler (45/CĂ‚siye, 19).

Velî kavramı, tarihsel surec icinde, ozellikle tasavvufun etkisiyle Kur’an’daki anlamının dışına kaydırılmış, muttakî mu’minlerin vasfı olmaktan cıkarılıp, olağanustu ozellikleri bulunan insanustu şahsiyetlerin sıfatı olarak kullanılmıştır. Velî sıfatını butun mu’minler, Kur’an’daki şekliyle anlayıp hayatlarına gecirmeli, kĂ‚firleri velî/yonetici kabul etmemeli, kendileri de birbirlerinin velîsi/dostu olmak icin gorevlerini yerine getirmeli, velînin kerĂ‚metle ve ozel statulerle ilgisi olmadığını kabullenmelidir

Kavram Tefsiri
__________________