Velî’nin coğulu “evliy”dır. Halk arasında velî veya evliy denilince kafalarda biraz daha ozel bir insan grubu şekillenir. Bir taraftan evliy goklere ucurulur, onlara karada ve denizde, yerde ve gokte Allah’a ait nice gorevler havÂle edilir; fakat boyle bir anlayıştaki yanlışlıklar duşunulmez. Buna karşın Kur’an’ın şiddetli yasaklamasına rağmen kimileri inkÂrcıları, zÂlimleri veya tÂğutları veli/dost ve sırdaş edinir. Boylelerine toplumun velÂyet-yonetim yetkisini seve seve verir. Hatta onların muslumanların aleyhine olan duşmanlıklarına ortak olur. Bazıları da Kur’an’a gore velÂyeti caiz olmayan zorbaların IslÂm ulkelerinde kurdukları gayri IslÂmî duzenlere ses cıkarmazlar, onların siyasetlerinden memnun kalırlar. Onların zulum sistemlerine destek olur ve bunun ne anlama geldiğini hic akıllarına getirmezler.
Bircokları omurlerini aslı astarı olmayan velî-evliy menkıbeleriyle (hikÂyeleriyle) tuketirken, muslumanların velÂyetini gasbedenlerin İslÂm Âlemini ne hale getirdiklerini, muslumanlara nasıl davrandıklarını hic duşunmezler. Yanlış velî-evliy duşuncesi sebebiyle niceleri Tevhid dininin dışına cıkarlar da farkında bile olmazlar. Bu konuyu Kur’an’ın ve sunnetin cercevesi dışında değerlendirenler, ozel bir statu verdikleri evliyÂda olağanustu gucler ve yetkiler gorurler. Onların peşine takılır, bir dediklerini iki etmezler. Ağızlarından, ya da kalemlerinden cıkan sozleri doğru mu yanlış mı diye duşunmeden benimserler. Evliy dedikleri kimselerde mutlaka tabiatustu bir guc ve kerÂmet gormek isterler. Goremeyince de kendileri uydururlar. Ya da onceden uydurulmuş malzemeyi kendi şeyhleri icin kullanırlar.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşmaz olcu Kur’an’dır. Oyleyse velî veya evliy kimdir, ozellikleri nelerdir? “Haberiniz olsun; Allah’ın velîeri (evliyÂullah), onlar icin korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.” (10/Yûnus, 62) Onlar Allah’tan hakkıyla korkup cekindikleri icin, onlara dunyada ve Âhirette korku yoktur. Onların ilerisi guzel olduğu icin gecmişle ilgili huzunleri (uzuntuleri) kalmamıştır. Hesapları sebebiyle korkmayacaklar ve hesaplarının kotu olmaması sebebiyle de uzulmeyecekler.
Bu mujdeye kavuşacak olan “evliy” kimdir? Cevabı bu Âyeti takip eden ikinci Âyet veriyor: “Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup sakınanlardır. Mujde, dunya hayatında ve Âhirette onlarındır. Allah’ın sozleri icin değişiklik yoktur. İşte buyuk kurtuluş budur.” (10/Yûnus, 63-64). Olcu iman ve takva. Kim hakkıyla iman eder, imanını şirk veya riy gibi şeylere bulaştırmazsa ve arkasından da Kur’an’ın tanımladığı takvÂya ulaşırsa, işte boyleleri Allah’ın velîleridir.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an ‘velî’ kelimesini hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullanmaktadır. Şeytanın velîsi olabildiği gibi, putların da velîsi olabilir. İnkÂrcılar ve zalimler her bakımdan birbirlerinin velîsidirler. Buna karşın Allah mu’minlerin velîsi/dostu ve yardımcısıdır. O, muslumanların kendi aralarında da velÂyet ilişkisinin olmasını emretmektedir. Bunun yanında Rabbimiz iman edip takv sahibi olan kullarını kendine ‘velîler-evliyÂu’llah’ olarak seciyor. Demek ki mu’munler icin sıradan bir velî olmak değil; Allah’ın velîlerinden, evliyÂullahtan olmak onemlidir.
Mu’min zaten İslÂm’a butun benliği ile iman edendir. Buna bağlı olarak butun mu’minler de takv uzere yaşamak zorundadırlar. İman takvÂyı gerektirir. TakvÂsız mu’min olunamayacağına gore, Allah’ın rÂzı olduğu butun mu’minler evliyÂdır, Allah’ın velîsidir. Allah da onların mevlÂsıdır. Yukarıda mu’minlerin hepsinin birbirlerinin velisi olduğu acıklanmıştı. Elbette mu’min deyince, akla, Allah’tan hakkıyla korkup cekinen teslim olmuş musluman gelir.
Peygamberimiz’den gelen bir rivÂyet konuyu daha anlaşılır bir şekilde acıklıyor. Peygamberimize Allah’ın velîleri kimlerdir diye sorulmuş, O da şoyle buyurmuştur: “Onlar oyle kimselerdir ki, goruldukleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.” (Durru’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495). Hz. Omer (r.a.)’den rivÂyet edilen bir hadiste de, kendileri şehid veya nebî olmadıkları halde nebîlerin ve şehidlerin gıpta ettiği, aralarında ticaret ve akrabalık olmadığı halde birbirlerini Allah icin seven kimselerden bahsedilmektedir (Mustedrek, 4/170; naklen Elmalılı, 4/495).
EvliyÂullah (Allah’ın velî kulları), Allah icin severek birbirlerine dost, yÂrÂn, ahbap olurlar (Ebû DÂvud, Sunne 2, hadis no: 4596, 4/197). Ya da onlar Allah uğruna, O’nun adıyla, O’nun celÂli icin birbirlerini severler. Bu sevgi ile beraber birbirlerine ilgi gosterirler (Muslim, Birr 38, Hadis no: 2567, 4/1988; Tirmizî, Zuhd 53; DÂrimî, Rekaik 44, hadis no: 2760, 2/221; Ahmed bin Hanbel, 2/237, 328, 338, 370, 533; 3/87, 4/128, 386).
Takv sahibi mu’minler, Hakk’ın canlı şÃ‚hitleridir. Onlar, İslÂm’ın guzelliklerini pratik hayatlarında gosterirler. Onlar İslÂm’ı oylesine guzel yaşarlar ki, onlara bakıldığı zaman Rabbimizin ve O’nun verdiği nimetlerin hatırlanmaması mumkun değildir. İşte Allah’ın velî kulları, muttakî mu’minlerdir. Bu gibi mu’minler ozel bir sınıf değillerdir. Bu velîlik sıfatını onlar iman ettikleri ve uydukları Kur’an’dan alırlar. Ne peşlerine gelenlerden, ne de yukarılarda olduğu zannedilen ve olağanustu şahsiyet olarak duşunulen kimselerden.
Bilindiği gibi İslÂm’da ruhbanlık ve ozel bir sınıf statusu yoktur. Herkes Allah’ın onunde eşittir ve herkes Rabbine kulluk yapmakla yukumludur. Kimsenin Allah katında bir imtiyazı (ayrıcalığı) yoktur. Ustunluk, derece ve sevap kazanma olcusu yalnızca takvÂdır. Kimin takvÂlı olduğunu da yalnızca Allah bilir. Allah’ı rÂzı etmeye calışan kullara Allah’ın pek cok yardım ettiğini, onlara cok hayırlar verdiğini, gorunen ve gorunmeyen nimetlerle desteklediğini, mu’min topluluklarla ceşitli yardımları ulaştırdığını Kur’an haber vermektedir. Mu’minler zaten kerem sahibi insanlardır; Allah dilerse onlara daha fazla kerÂmette bulunabilir.
KerÂmet, velî olmanın şartı değildir. Allah dilediği kuluna dilediği nimeti değişik şekillerde ulaştırır. Tekrar edelim ki, velî olmanın, yani ‘evliyÂullah’tan olmanın şartı iman ve takvÂdır. Velî olmak evliy sayılmak icin başka torenlere, şartlara, uzun boylu acıklamalara, tarîkat silsilelerine, başkaları tarafından verilecek unvanlara ihtiyac yoktur. Kur’an, kimin velî olduğunu acık acık anlatmaktadır.
Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliy Kavramlarında Anlam Kayması
Muslumanım diyenlerce tahrif edilen Kur’an kavramlarından biri, “velî” kavramıdır. Kur’an ve sunnetteki gercek mÂnası yonuyle bu kavramın ici boşaltılarak tevhidî konumundan soyutlanıp velÂyet, ayrıcalıklı bir sınıfa nisbet edilmiştir. Yaşadığımız toplumda, “tevhid”e zarar vermeye musÂit vesîle, şefaat ve velî anlayışları vardır. Eğer nefsimizi ve cevremizi Kur’an’ın gozluğuyle gormeye calışırsak, yanlışlıkların onune gecebiliriz. Tasavvufun etkisiyle, geleneksel anlamda velî (veya evliyÂ); benliğini Allah'ta yok etmek sûretiyle birtakım ustun vasıflar kazanarak, hÂrikulÂde şeyler gosterebilen buyuk insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek Allah adına kÂinatın idaresini duzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.
Hicretin ilk asrında başlayan zuhd ve takv anlayışı, giderek tasavvufî bir şekle burunmuş ve 9. yuzyıldan sonra ise geniş ve renkli bir tefekkur meydana getirmiştir. Velî kavramının, Turkler'in İslÂm'a girişinden sonra, İslÂm oncesi dinlerinden taşıdıkları Şamanizm, Budizm, Zerduştluk, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi inancların tesiriyle ıstılahlaştığı gorulmektedir. Oyle ki, Allah'a yakın olduğu kabul edilen, velî diye vasfedilen bu kişilerin fevkalÂde kuvvet ve kudretlerle mucehhez olduğuna ve herhangi bir konuda -sağ veya olu iken- yardımlarının soz konusu olacağına inanılmaktadır. Boyle bir anlayış, velînin takdis olmasıyla sonuclanmaktadır. Yukarıdaki anlamıyla muslumanlar arasında yaygınlaşan bu velî kavramının menşe' itibarıyla İslÂmiyet'le ilişkisi olmadığı soylenir. Aynen hıristiyanlıktaki saint/aziz kultu gibi, muslumanlar arasında yaygınlaşan bu velî kelimesinin İslÂm'dan onceki putperest kulturlerle yakın alÂkası olduğu ifade edilir. (Bkz. E. A. Westermarck, İslÂm Medeniyetinde Puta Tapma Devrinden Artakalan İtikatlar, Ankara, s. 11, 19-20; Haksoz, sayı: 11 (Şubat 92), s.14)
Eski Turk şamanları incelendiğinde bunların Turk velî tipine cok benzediği anlaşılır. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felÂketleri onleyen, yahut bunları duşmanlarına musallat eden, hastaları iyileştiren, goğe cıkıp ucabilen, ateşte yanmayan, yani bu ozelliklere sahip olduklarına inanılan Turk şamanları bu huviyetleriyle Âdet İslÂm sonrası eserlerde velî veya evliy olarak tanındı. Şamanist Turkler, şamanların hÂrikulÂde insanlar olduklarına, ruhlar ve gizli gucler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı. Turklerin velî telakkisinin oluşmasında eski atalar kulturunun de onemi vardır. Ata oldukten sonra onun ruhunun ustun birtakım gucleri olduğuna inanılır ve ondan şefaat beklenir. Bu ustun rûhÂnî guclerle donanmış insan tipinin muslumanlıktaki velî tipiyle ilgi kurulmasında gucluk cekilmedi. Kur'Ân-ı Kerim'deki ceşitli mûcizeler gosteren peygamberlerin şahsiyetini kendi din adamlığıyla benzeştirdiler. Velî ve evliy kulturunun oluşmasına sebep olan unsurlar şunlardır:
a) Eski Turk inancları,
b) Budizm ve Şamanizm,
c) İslÂm oncesi kultur,
d) Kitab-ı Mukaddes kaynaklı inanclar,
e) İslÂm (Kur'an ve hadisler)'ın yanlış yorumu.
10-12. asırlarda İslÂmiyet, Orta Asya'da yayılırken tekkelerin coğu eski Budist manastırlarının yerine, yahut yakınlarına yapılıyor, zamanla manastırdaki azize ait menkıbeler, yerli halkla ilişkiler kurmada kolaylık olması icin İslÂmî bir huviyete donuşturuluyordu. Bu usûl, hem Anadolu'da, hem de Rumeli'de tatbik edildi. MeselÂ, Hacı Bektaş'ın Sulucakarahoyuk'te kurduğu tekke, burada yaşayan Hıristiyanların takdis ettiği Saint Charalambus'a ait kilise ve kulturu İslÂmî bir havaya burunduruldu. Bu ornekler coğaltılabilir. Bu velî veya evliyÂların neler yaptıklarını Abdurrahman CÂmî'ye ait, tasavvuf kitaplarının meşhurlarından olan eseri NefehÂtu'l-Uns min HazerÂti'l-Kuds isimli eserden takip edelim:
1) Yoğu var etmek, varı yok etmek,
2) Gizli şeyleri acığa cıkarmak, acıkta olanları gizlemek,
3) Oluyu diriltmek, diriyi oldurmek,
4) DuÂyı gercekleştirmek,
5) GıyÂben soylenenleri işitmek,
6) Gaybden ve gelecekten haber vermek,
7) Su uzerinde yurumek, mekÂn aşmak,
8) Aynı anda muhtelif yerlerde gorunmek,
9) Hayvan, bitki veya cansız maddelerin tesbih ettiklerini duymak, 10) Havada dolaşmak,
11) Vahşi hayvanları emrine almak.
Yukarıda sayılan ozelliklere uygun, tarihte ve gunumuzde var sayılan velîlere ornekler veren kulliyÂt bir hayli yaygındır. Ornek olarak; Hacı Ubeydullah Ahrar denilen şahıs Semerkant'ta otururken, aynı anda İstanbul'u fetheden FÂtih'in ordusuna yardım eder şeklindeki olay, butun klasik kaynaklarda cok rahat bir şekilde anlatılır (İrfan Gunduz, Osmanlılar'da Devlet-Tekke MunÂsebetleri, Seh Neşriyat, s. 43-44). Bazıları da "insanın kalbinden gecirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyac sahibinin muhtac olduğu şeyi bağışlardı. Gonullere ve ruyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yerlere yağardı. (Mehmed ZÂhid Kotku, Ehl-i Sunnet Akaidi, Seh Neşriyat, s. 7).
Bazıları da Allah ile konuşabiliyor, hatta O’nu da emri altına alıyor: “Hak TeÂl dedi: ‘Y Cuneyd, ben seninim, sen benimsin. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardım; şimdiden sonra ben senin dediğini tutarım.” (Feriduddin Attar, Tezkiretu’l-EvliyÂ, Erkam Y. s. 158). Bir başkası: “EvliyÂdan bazıları vardır ki, sÂdık murîde vefÂtından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. İsterse o velî, kabrinde meyyit olsun. Kabrindeyken muridini yetiştirir. Muridin kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebu’l-Hasan Hırkani, Beyazıd Bestami’den bu şekilde feyz almıştır. (Es-Seyyid Abdulhakim Arvasî, RÂbıta-i Şerife, Buyuk Doğu Y. s. 19). Bazıları işi daha da ileri goturerek; “Allah beni over, ben de onu. O bana kulluk eder, ben de O’na. Bir halde O’nu ikrar eder ve eşyadaki cokluk ve değişikliği gorunce inkÂr ederim.” (Muhyiddin-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, M.E.B. Y. s. 48)
Velî (veya şeyh) ile sohbetin usûlu: “Evvel mumkun ise gusl ile, olmazsa taze bir abdestle iki rekÂt namaz kılmak, anlayamadığı bir şey varsa, onu kendi kusuruna haml etmek, hicbir sûrette şeyhin kavl, fiil ve ahvÂline kat’iyyen itiraz etmemek, şeyhin kelÂmını hakdır diye itikad etmek... Sohbet bitince cok oturmayıp hemen kalkıp izin istemek ve ellerini dizlerini opup geri geri gitmek...” (M. ZÂhid Kotku, Tasavvufî AhlÂk, c. 1, s. 90). “Allahu TeÂlÂ’nın ism-i zÂhirleri o kadar cok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı gorundu, hatta nis (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zÂhir oldu. Bu tÂifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhur başka hicbir şeyde yoktu.” (İmam-ı RabbÂni, Mektubat Tercumesi, 1. Mektup, Sonmez Neşriyat, s. 6)
Ornekleri coğaltmak mumkun. Allah adına, din adına bu anlatılanların İslÂm’la bir ilgisi olmadığı halde, bu eserlerin Kur’an rehberliğinde yeniden okunması ve yeniden değerlendirilmesi gerekir.
Yukarıda gorulduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’e gore, gercek velî Allah’tır, Bircok Âyette Allah’ın mu’minlerin velîsi ve yardımcısı olduğunu gormekteyiz (2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrÂn, 68; 7/A’rÂf, 155; 9/Tevbe, 116). Yine Kur’an, Allah’tan başka velî edinmeyi yasaklar “Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velîleri yoktur.” (42/ŞûrÂ, 46). “Yoksa O’nun dışında birtakım velîler mi edindiler? İşte Allah, velî olan O’dur. Olu olanları da diriltir. Her şeye guc yetiren O’dur.” (42/ŞûrÂ, 9) “Haberin olsun, hÂlis (katıksız) olan din, yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinenler (şoyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibÂdet ediyoruz.’ Hic şuphesiz Allah kendi aralarında ihtilÂf ettikleri şeylerden hukum verecektir. Gercekten Allah, yalancı kÂfir olan kimseyi hidÂyete eriştirmez.” (39/Zumer, 3)
Kur’an, insan vasfı olarak velî konusunda da mu’minlerin birbirlerinin velîleri olduğunu belirtir. “Mu’min erkekler ve mu’min kadınlar, birbirlerinin velîleridirler; iyiliği emreder, kotulukten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekÂtı verirler. Allah'a ve rasûlune itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.” (9/Tevbe, 71) “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar uzulmeyeceklerdir. Onlar Allah'a iman etmiş ve muttakî olmuşlardır.” (10/Yûnus, 62-63) Allah’ın dostları olduğu gibi, şeytanın da dostları vardır. “Şeytanları inanmayanların evliyÂsı kıldık.” (7/A’rÂf, 27). TakvÂnın ozelliklerini de Kur’an, ozellikle Bakara, 3-5 ve 177. Âyetlerde acıklar. Bu Âyetlere gore takvÂ, iman ve sÂlih amellerdir. İslÂm’ın yaşanması ve hayata gecirilmesidir. Kur’an’ın, Rasûlun hayatıyla ornek davranışlar haline, yaşayan Kur’an haline gelmesidir. Mu’min ve musluman olmanın yolu, velî olmanın yolu, Kur’an ve sunnete uygun yaşamaktan gecer. Kur’an, takv sahibi olmamızı istiyor. Hatta daha da ileri giderek, gercek mu’minlerin, takv sahiplerine onderler olmasını oneriyor. Bu da yaşanan hayata yon verip İslÂm’a uygun bir şekilde orneklik yapmakla mumkundur. Allah’ın dostlarının kerÂmeti, ihsÂnı ve takvÂsı; Kur’an’ı, yaşanan bir hayat haline getirmesidir. Bazılarının anladığı gibi, kÂinata tasarrufta bulunma, duÂlara icÂbet etme, olduklerinde geri kalanları mezardan idare etme, mezarları uzerinde kubbeler inşÃ‚ edilme şeklinde değlidir.
Kur’an, Hz. Peygamberimiz’e şoyle buyurur: “De ki: ‘Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar, ne de bir zarar verme gucune sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette cok hayır elde ederdim ve bana kotuluk dokunmazdı. Ben sadece iman edenler icin bir uyarıcı ve mujdeleyiciyim.” (7/A’rÂf, 195) Yine Kur’an’da insanların kalplerine tasarrufta bulunmak, hakka meyletmeyen kimselerin kalplerine imanı yerleştirmek ve buna benzer hususlarda peygamberlere bile yetki verilmediği (27/Neml, 80; 35/FÂtır, 22-24) halde, birtakım insanlara takv adına Kur’an dışı ilÂhî sıfatlar vermek, İslÂm’ı bilmemek veya bile bile duşmanlık etmek demektir. Kur’Ân-ı Kerim, peygamberlerin bile sahip olduğu butun kudret, azamet, ustunluk ve şerefin Allah'a itaat edip tamamıyla O’nun hukumlerini uygulamada olduğunu belirtir.
Hz. Peygamber, Kur’an’dan yuzcevirir, Allah’ın kelÂmını değiştirmeye kalkar ve kendi sozlerini ona ilÂve edecek olursa; onun başkası uzerinde hicbir ustunluğe sahip olamayacağı acıklanır. “Sana gelen ilimden sonra, eğer onların hevÂlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.” (2/Bakara, 120). “De ki: ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim icin imkÂnsızdır. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem buyuk bir gunun azÂbından korkarım.” (10/Yûnus, 15). Kur’an’da acıklanan bu tur Âyetlerin hepsi, Rasûlullah’ın herhangi bir muhÂlefeti, sapması veya Âyetleri gizlemesinden korkulduğu icin indirilmemiştir. Bu Âyetlerin indirilmesinden maksat, insanlara, peygamberin Allah'a olan yakınlığının sebebinin peygamberin -hÂşÃ‚- Allah ile bazı ortak sıfatlara sahip olması veya akrabalık -hıristiyanlıktaki oğul anlayışı gibi- bağı olmadığını gostermektir. Boylece, peygamberin ozelliğinin, uyarıcı, mujdeleyici olması ve Allah’ın hukumlerine kayıtsız şartsız bağlanması olduğu acıklanmaktadır.
Velî olmak, eşyanın tabiatını tersine dondurmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince, sunnetullahın acığa cıkması, fıtratın gelişmesi ve Allah’ın rÂzı edilmesiyle mumkun olmaktadır. Allah katında yalnızca takv ile insanlar birbirlerinden ileride olabilmektedirler. Bu da, azÂbından korunmak ve rızÂsını kazanmakla mumkundur. Kim Allah'a, O’nun bildirdiği gibi inanır ve sÂlih amel işlerse, işte kurtulanlar yanız bunlar olacaklardır. Peygamberlerin hepsi, Allah’ın velî kullarıdır. Onlar Allah’ı rÂzı etmişler, tevhidi hayatlarında uygulamışlar ve en guzel şÃ‚hitler olmuşlardır. Mu’minler de Allah’ın velî kullarıdır. Allah, iman eden ve sÂlih amel işleyen kullarını velî/dost edinmektedir. Velînin buyukluğu buraya kadardır. Muslumanlar da ayrıca, birbirinin velîsidirler. Birbirine yardım eden, bağışlayan, malından yediren, koruyan, kollayan insanlardır. MuhÂcir ve esÂrın birbirlerini velî kabul etmeleri ve uygulamaları ile elimizdeki sağlam bilgiler, bizler icin ornek teşkil etmektedir.
İslÂm akaidinde, bazı dinî cevrelerde bilinen anlamda kişilere kutsallık izÂfe edilerek, hatta onları insanlık vasıflarının da uzerine cıkarmak gibi hayÂlî ve mitolojik tipler icat etmek anlayışına yer yoktur. Kur’an’da net bir şekilde acıklanan “evliy”nın diğer insanlardan farkı; beşer tabiatının uzerine cıkması, fevkalÂdelikler gostermesi veya gunahları bağışlaması değil; tevhidî bir inanca sahip olması, munkerden kacınması ve ma’rûfu emretmesi, her turlu şirke, zulme, haksızlığa karşı tavır sahibi olmasıdır.
Velî/ermiş kabul edilen rûhÂnîler hakkında bircok menkabeler yazılmıştır. Bu kişilerin hayat oykuleri ve onlara mal edilen olağanustulukler dikkat ve ibretle incelenmeye değer. Bu mitolojik hikÂyeler, velî kabul edilenlerle ilgili inanış biciminin eksenini oluşturmaktadır. Bu hikÂyelerde insanustu ozellikler o kadar astronomiktir ki Allah'ın kitabı ve Rasûl'un sunnetiyle aydınlanmış aklı başında hicbir mu'min, bunların gercekliğini kabul edemez. Cunku evliyÂlık, ermişlik denen inanış kadar, sunnetullahı (Allah'ın evrendeki değişmez kanunlarını) kokunden inkÂr eden, Allah'ın kÂinat uzerindeki sınırsız egemenliğini yok sayan ve O'na acıkca kafa tutan başka bir inanış bicimi hemen hemen yoktur. Herhangi bir halifenin, kendi şeyhi hakkında rivÂyet edilen bu mitolojileri hicbir zaman yalanlamamış olması, tarîkat liderleri hakkında ciddî bir ahlÂk sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Gercekten de hemen hicbir şeyh, kendisini mezun etmiş olan murşidinin goklere cıkarılmasına şimdiye kadar itiraz etmemiştir.
Aslında menkabe geleneği, yabancı kaynaklıdır. Ozellikle şamanlıktaki "kam" kultunun, budizmdeki "arhanı" kultunun ve hıristiyanlıktaki "azizler" kultunun etkisi altında peydahlanan velîlik/ermişlik inancına bağlı olarak bu gelenek yerleşmiş ve zamanla kurumlaşmıştır.
Tasavvuftaki Evliy Nasıl Bir Kişiliktir? Tasavvuftaki anlayışa gore bazı yuce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanustu ve gizemli guclere sahiptir. Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafından verilen bazı sıfatlar vardır. EvliyÂ, aziz, saint, surp, ermiş gibi. Kalabalıkların cok buyuk saygı ve bağlılık gosterdiği bu şahısların, cilehÂne, manastır, savmia ve stupa gibi ozel ve kutsal sayılan mekÂnlarda seyr u sulûk, mucÂhede, cile, riyÂzet ve yoga gibi her dine gore ceşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak gunahlarından arındığına ve bir ruh temizliğine kavuştuğuna inanılır. Bunlar artık himmet, bereket ve tasarruf sahibidirler. Allah adına, kÂinat ve tabiat olaylarını yonetirler (!)
Evliy denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şoyledir: Bunlar gunahsız, yuce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler. Gizliyi ve ozellikle gonullerden gecenleri bilirler. DuÂları makbuldur; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir. Aynı anda birkac yerde bulunabilirler. En uzak mesÂfeleri en kısa bir zamanda katederler. İslÂm ordularının (veya bugunku ordunun) on saflarında duşmana karşı carpışır ve zafer sağlarlar... Bu inanc cercevesinde şartlandırılmış duygusal insanlar, evliy diye niteledikleri kişilerin, boylesine olağanustu guclerine kendilerini inandırmış, onların hayalleri zorlayan mitolojik hikÂyelerini kaleme almışlardır. Tarih boyunca bu konuda "menÂkıbnÂme" adı altında yazılan kerÂmet hikÂyeleri, ciltler dolusu birikim oluşturmuştur. (Bunların bazıları, filmlere konu olmuş, "İhlÂs"lı muridlerce menkabeler senaryolaşmıştır.)
Her zÂtın velîlik derecesi, ona mal edilen menkabelerle olculmeye başlanmıştır. Murîd, ustunluk, olağanustuluk, yucelik ve kerÂmet olarak murşidi icin tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel bicimde yaşanmış ve gercekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayÂlinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler boyle oluşmuştur.
Hayatta olduğu surece "Efendi Hazretleri", "Efendi Baba", "Efendi" unvÂnı verilen bu zatların her konuştuğunda hikmetler aranır, her sozu sayfalar dolusu yorumlara konu olur, attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, goz atmasından, nazar etmesinden, gulumsemesinden, ya da hapşırmasından bile turlu anlamlar cıkarılır. MeselÂ, bir kaza mı oldu, "Efendi Hazretleri bunu işaret buyurmuştu", yağmur mu yağdı, "Efendi Hazretleri biraz once du etmişti", cevrelerinde sevilmeyen birinin başına bir bel mı geldi, "Efendi onu carptı" vs. Oldukten sonra uzerine saltanatlı bir turbe inşÃ‚ edilir; mezarının uzerine suslu bir sanduka kurulur; adı, hayat tarzı, sozleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.
Halbuki İslÂm'da boyle bir evliy telÂkkisi yoktur ve olamaz. Nitekim ilk zÂhidler olarak bilinen Hasan el-Basrî, Sufyan es-Sevrî, Abdullah bin el-MubÂrek, Fudayl bin İyad, Şakıyk-ı Belhî, Ma'rûf el-Kerhî, Ebû Suleyman ed-DÂrÂnî, Bişr el-Hafî, Seriyy es-Sakatî, HÂris el-MuhÂsibî ve Sehl bin Abdullah et-Tusterî gibi şahsiyetlere, yaşadıkları cağda boyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî kavramı, muslumanların ilk uc kuşağı tarafından tamamen Kur'an'ın tanımladığı şekilde benimsenmiştir.
Bazılarının tebliğ adına gundeme getirdikleri dinin merkezini şekiller ve hayÂller cumbuşu susler. Din onlar icin Âyindir, tesbihtir, sarıktır, takkedir, cubbedir, kavuktur, sakaldır, carşaftır, turbedir, tekkedir, mezar taşlarıdır, kıssa ve menkabelerdir. Bulutlar ustunde ucuşan pembe kanatlı evliyÂlardır. Halk acısından da din, yine şekilcilik ve teferruatın merkezde olduğu bir anlayış ve yaşayıştır. Halka gore de İslÂm, buyuk kubbeli dev cÂmilerdir, kandildir, mevlittir, ilÂhîdir, ezgidir, mehter marşıdır, fetih kutlama torenleridir, festir, kılıctır, tuğradır, bid’attır, hurÂfedir... İslÂm’ın, esas olarak Kur’an ve Sunnet’ten ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın, hayata gecirilmesiyle ancak İslÂm’dan soz edilebileceği, hemen hic kimsenin ilgisini cekmemektedir. Onun icin eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz duşunceniz varsa dindar kabul edilen toplumun olculerine gore belki musluman bile sayılmazsınız, en azından sapıksınız.
Bilindiği gibi, İslÂm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah TeÂlÂ’ya Kur’an’da bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla inanmaktır. Bu inancın ozu ise, kÂinatın yaratıcısı, yoneticisi, yonlendiricisi ve duzenleyicisi olarak Yuce Allah’ın bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız, vekilsiz, başlangıcsız, sonsuz ve olumsuz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gorduğu, duyduğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa ozeti budur ve bununla birlikte Allah TeÂlÂ’nın sonsuz ve sınırsız egemenliği uzerinde hicbir kimsenin ve herhangi bir gucun hicbir halde asla etkili olamayacağıdır. Dolayısıyla, yaratığın sebep olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah tarafından yonetilen kÂinat duzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları cercevesinde ancak meydana gelebilir. Gercek bu iken, tarihin akışı icinde ve ceşitli etkenler altında zamanla “ermişlik” diye bir inanc peydahlanmış, boylece “evliy” diye -sozde- ustun guclere sahip bazı kimselerin, Allah adına kÂinat olaylarına yon verebileceklerine inanılmaya başlanmıştır. Butun bu anlayışlar, Kur’an ve sahih sunnet cercevesi icinde sorgulanmalı, inanclardan şirk kalıntıları temizlenmeli, velî kavramı da, diğer İslÂmî kavramlar gibi, Kur’an’la sağlaması yapılarak i’tidal icinde yeniden değerlendirilmelidir. Muslumanım diyenlerin kendilerini, inanc ve amelleriyle elden gecirmesi, sağlam teraziyle tartması gerekmektedir.
Bilindiği gibi, “Velî” Allah’ın isimlerinden biridir. Allah kendisinin velî olduğunu soylemektedir; yani koruyucu, kollayıcı, dost, yardımcı, yakın, sahip, efendi mÂnÂsında. Veliyyullah olarak kullanıldığında ise Allah’ın dinini koruyucu, O’nun dininin yardımcısı, O’nun dostu, O’nu sahip ve efendi edinen, yani ozetle Allah’ı rÂzı eden kimse demektir. Bu durumdaki kimseyi Allah yakın edinmekte, O’nu sevmekte, O’ndan rÂzı olmaktadır. Kullarının arasında Allah'a yakınlığı ile mumtÂz bir mevkii bulunmaktadır veliyyullahın. Bu seckinlik, o kişinin Kur’an’ı ahlÂk edişinin doğal bir sonucu olarak guzel ahlÂkı sebebiyle insanlar tarafından sevilmek, beğenilmek, imrenilmek halidir. Allah’ın ona yardımı, sunnetullahı, eşyanın tabiatını tersine dondurmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince onun işlerinin kolay olmasının, başarıya ulaşmasının gercekleşmesidir.
Bir muslumanın, diğer muslumanların velîsi olduğuna gelince, mesele hic de halkın anladığı gibi değildir. Zira, Âyetlerde gecen “velî” kelimesi, birbirinin yardımcısı, birbirine hak yolunda yardım eden, malından yediren, birbirini bağışlayan, bir vucudun parcaları arasındaki uyum gibi uyum icinde ve aynı vucudun sağlığını korumaya yonelik bir birliktelik kastedilmektedir. MuhÂcir ve EnsÂr’ın Hz. Peygamber’i velî olarak kabullenmeleri, birbirlerinin velîsi olduklarıyla ilgili uygulamalar, karşılıklı tavırları, sozleri ve Peygamber’in de onları velî/dost edinmesiyle ilgili bilgiler, bu velîliğin boyutlarını gosterir. Bu gercek velîlerin hic biri gaybı bilmediği gibi, hic birinin gezdiği yerlere bereket yağdırdıklarına, kızgınlık duyduklarının olumunu isteyip oldurduklerine, onları carptıklarına veya taş yaptıklarına, denizin uzerinde yuruduklerine, kuru ağacı yeşerttiklerine ve benzeri kerÂmetlerine rastlamamaktayız. O kadar rastlamamaktayız ki, Hz. Hamza, Uhud Harbinde kendisini oldurmek icin fırsat kollayan ve en cok on-onbeş adım otesinde bulunan eli mızraklı Vahşi’nin varlığından habersizdir. Hz. Omer, iki adım gerisinde, safta namaza durarak kendisini oldurmek icin hazırlanan ve hancerleyerek bunu gercekleştiren Firuz isimli Ebû Lu’lu kunyeli Zerduştî kolenin niyetinden (kalbinden gecenden) habersizdi. Hz. Ali, kendisini oldurmek icin aylardır plan kuran ve anlaştığı arkadaşlarıyla kararlarının bir parcası olarak kendisini oldurmek icin namaz kıldığı cÂmide bulunan ve onu hancerleyerek emelinin gercekleşmesini sağlayan Abdurrahman İbn Mulcem’in yanına kadar sokulan varlığından habersiz idi.
Rasûlullah (s.a.s.)’ın kendilerine İslÂm’ı oğretmeleri icin gonderilmesini istedikleri tebliğcileri tuzak kurarak yolda oldurenlerin niyetlerinden habersiz olduğu tarihî bir vÂkıa olarak karşımızda durmaktadır. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Omer (r.a.) gibi ozellikle ileri gelen sahÂbenin, MuhÂcirlerin ve EnsÂrın, Âyetlerle sÂbit bulunduğu uzere yaptıkları amellerden oturu Allah’ın dostluğunu kazandıklarını biliyoruz. VelÂyetlerinden emin olduğumuz bu insanların hic birinin uctuğu, su uzerinde yuruduğu, gaybı bildiği ile ilgili sahih mÂlûmÂta sahip değiliz. Muslumanlık lÂfla değil; iman ve yaşayışla isbat edilir. Nasıl ki Rasûlullah, amelleriyle, ornek yaşayışıyla (33/AhzÂb, 21) İslÂm’ı bize oğretmiştur. Rasûlullah’ın Uhud’da dişi kırılır, bu velîlere bir şey olmaz; Rasûlullah gaybı bilmez, bu velîler bilir. Rasûlullah oluleri (mesel amcası Hz. Hamza’yı, oğlu İbrahim’i) diriltemez, bu velîler diriltir. Rasûlullah kılıcla, kalkanla savaşır, bu velîler ufurukleriyle savaşır...
“O’nun berisinden cağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.” (7/A’rÂf, 197) “Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah’ın berisinden ilÂhlar/tanrılar edindiler. Ama onların yardıma gucleri yetmez. Oysa ki kendileri onlar icin hazır askerdirler.” (36/YÂsin, 74-75) “De ki, Allah’ın berisinden cağırdıklarınıza bakın bakalım. Gosterin bana, yeryuzunde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların goklerde bir ortaklığı mı bulunuyor? Eğer doğru iseniz, bu konuda bana, bundan once gelmiş bir Kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Allah’ın yakınından kendisine kıyÂmete kadar cevap veremeyecek olanı yardıma cağırandan daha sapık kim olabilir? Oysa ki bunlar onların cağrısından habersizdirler.” (46/Ahkaf, 4-5) “Şunu bilin ki, goklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın dûnundan/yakınından birtakım ortaklar cağıranlar neyin peşindedirler? Bunların peşine takıldığı belli bir kuruntudan başka bir şey değildir. Onlarınkisi sadece sacmalamadır.” (10/Yûnus, 66)
Bu Âyetlerde gecen “dûne” kelimesine, coğu mealde “başka, gayrı” anlamı verilmektedir. Bu mÂnÂ, “dûne” kelimesinin anlamlarından biridir. Ama bu kelimenin asıl anlamı, “fevka”nın zıddı, yani en ust mertebeden beri, ondan aşağıca demektir. Bir şey, oburunden biraz aşağıda olunca, bunu ifade icin “dûne” kelimesi kullanılır. Buna gore, Âyetlerde gecen “min dûnilÂllÂh”, yani “Allah’ın dûnundan” ifadesi, Allah’ın en yakınından, yani berisinden demek olur. Zaten Allah’tan başka velîlere tutananlar, hep onların Allah'a cok yakın olduğuna inanmışlardır.
Tasavvufî anlamda velî olmak icin aranan şartların başında kerÂmet gelmektedir. Hemen butun tasavvuf kitaplarında velîliğin alÂmetlerinden sayılan kerÂmet, yani velîlerin izhar edebileceği birtakım hÂrikulÂde olaylar dolayısıyla velîliğin, peygamberliğe benzer bir statu kazandığı dikkat ceker. Mevcut olan bu paralellik, daha 9. yuzyılda, peygamberlerin sonuncusu olması sebebiyle Hz. Muhammed (s.a.s.) icin kullanılan “HÂtemu’l-Enbiy” terimine benzer bir “HÂtemu’l-Evliy” (Velîlerin muhru/sonuncusu) kavramının doğmasına sebep olmuştur.
Burada, bir de velîler arasındaki mertebeler silsilesinden bahsetmek gerekir. VelÂyet kavramı, 9. yuzyılda kendi icinde bir mertebelenmeye tÂbi tutulmuştur. Şuphesiz velî telÂkkisindeki gelişmelerden kaynaklanan bu duruma gore velîler, bir piramid şeklinde muhtelif derecelere ayrılmışlardı. Bu piramidde en alt tabakadan başlayarak sayıları gittikce azalmak uzere sırayla Recebiyyûn, Mufredûn, AsÂib, NukabÂ, NucebÂ, Abdal, EfrÂd, EvtÂd, İmÂmÂn yer alır ve tepede ise, hepsinin başı olan Kutb bulunur. Dolayısıyla Kutb, bir devirde yeryuzunde mevcut butun velîlerin en buyuğu olup kÂinat, onun otoritesi altında, zikredilen tabakaları oluşturan velîler tarafından yonetilir. Velî kavramındaki, Kur’an’daki anlamdan sapma ve gelişme, sonraki bazı mistik etkilerin, mesel Yeni EflÂtunculuk’un ve Gnostisizm’in rolune dikkat cekmek gerekir. Aynı etkilere mÂruz kalan hıristiyan mistisizmindeki “saint (aziz)” telÂkkisiyle, tasavvuftaki “velî” telÂkkisi arasında benzer noktalar hayli fazladır. MeselÂ, hıristiyan mistisizminde “saint”, “Allah adamı” ve “Allah dostu”dur. Genel mÂnÂda da, butun durust hıristiyanlar Allah dostudur. Fakat ozel anlamda asıl Allah dostu olan, saint/aziz, yani butun dunyevî zevk ve bağlardan kurtularak birtakım riyÂzet ve mucÂhede usûlleriyle kendini Allah'a adayan, Ona ulaşabilen hıristiyandır. Hıristiyan mistisizmindeki bu telÂkki, tasavvuftaki “velÂyet-i Âmme” (butun muslumanların genel mÂnÂda velî olduğu) ve “velÂyet-i hÂssa” (dar mÂnÂsıyla tasavvuftaki velî

Velî telÂkkisindeki bu farklı statunun, ilk zamanlarda İslÂm ulemÂsı muhitlerinde ve onlara bağlı halk cevrelerinde birden bire kabul gormeyip tepki ile karşılandığını biliyoruz. Ozellikle sûfî cevrelerin butun gayretlerine rağmen, peygamberlik ile velîlik arasındaki paralel noktalar şiddetle reddedilmiştir. Aynı şekilde mu’tezile mezhebi, birtakım ustun vasıflarla techiz edilmiş boyle bir insan telÂkkisini, dinin esasına aykırı olduğu duşuncesiyle asla benimsememiştir. Fakat zamanla bu tepkilerin mutasavvıflar tarafından değerlendirilip hesaba katılması sonucu, uyuşma icin gosterilen gayretler boşa cıkmadı. İlk tepkilerin giderek şiddetini kaybettiği ve hatta sunnîliğin, velîlik telÂkkisini sadece benimsemekle kalmayıp savunduğu bile goruldu. Hic şuphesiz bu değişmede İmam GazzÂlî (ol. 1111)’nin unutulmaz cabasının buyuk rolu olmuştur. Artık gunumuzde, halkın buyuk coğunluğu, tasavvufî anlamdaki velî telÂkkisini kabul etmeyenleri, eksik (sapık) musluman sayar; bazı cevrelerde ise bunlar musluman bile kabul olunmaz.
Turklerin İslÂmiyet’e girişinden sonra tasavvufun velî telÂkkisi, Turk mutasavvıflarınca da aynen benimsenerek devam ettirilmiştir. Velînin peygambere denk tutulduğu ve onun gibi, soylediği her sozun mutlak kabul gorduğu sozkonusu olmuştur.
Kavram Tefsiri-Ahmed Kalkan
__________________