Bazı Tasavvuf ErbÂbının Şeriatı Basite İndirgemesi

Tasavvufta şeriat, bir dış yapı olarak ele alınmış ve işin icyuzune hakikat denilmiştir. Şeriatten hakikate giden yola tarikat denir. Şeriat, kabuk kabul edilmiş, tarikat ve hakikat oz olarak değerlendirilmiştir. Şeriatın emirlerine uyup tarikata girmeyen kişiler, işin kabuğunda kalmakla itham olunmuşlardır.

Mutasavvıflar, şeriate direkt cephe almaktan cekinmişler, benzetmelerle onu hafife almayı tercih etmişlerdir: "Dinin şeriat kısmı, cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğuna, tarikat kısmı, sert olan ic kabuğuna, hakikat kısmı yenilecek olan icine, mÂrifet kısmı ise cevizin aslına ve mÂhiyetine benzer. Bal, bal denilmekle ağız tatlanmayacağı gibi, bir cevizin yeşil kabuğu ısırılmakla da, ondan ağıza bir tad gelmez. Asıl tad, cevizin icinin yenilmesindedir. Bununla beraber, cevizin ta kendisi olabilmek daha iyidir. İşte mutasavvıflar, ilme'l-yakîn (bilmek), ayne'l-yakîn (bulmak) ve hakka'l-yakîn (olmak) gibi uc kelime ile ozetle ifÂde ettikleri mÂnÂnın da bu olduğunu soylerler. Yalnız cevizin adını işitmek, sonra onu arayıp bulmak, hatta yemek kÂfi değil; cevizin ta kendisi olmak da lÂzımdır. Bu dort mertebenin birincisi şeriattir, avÂma (halka, aşağı tabaka, cÂhil kesim, ayak takımı) mahsustur. İkincisi tarikattir, havassa (ust tabaka, seckinler, aydınlar, tarikat mensupları) mahsustur. Ucuncusu hakikattir, havassu'l-havassa (seckinlerin seckini, tarikatın ust seviyesindekiler) mahsustur." Kastamonu'lu Şaban-ı Veli, bu dort yolu şu sûretle de ifÂde etmiştir: Şeriat beden icin; tarikat halk icin, hakikat ruh icin, mÂrifet Hak icindir." (Osman Ergin, Balıkesirli Abdulaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, s. 230)

Şeriatın benzedildiği cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğu yenilmez acılıktadır. Sadece cevizi korur. İcindeki gıda veren tatlı cevize ulaşmak icin yeşil kabuğu ezmek ve kırmak gerekir. Ust kabuğu kırmadan ice ulaşılmaz. O yuzden cevize (hakikate) ulaşmak icin şeriatın kırılması, o kabuktan kurtulunması gerekmektedir. Verdikleri ornekten yola cıkarak şeriatın ne kadar basit, kabuk ve aşılması gereken husus olduğu vurgulanır. İşin ozu kabul edilen "hakikat"in ne olduğu bize gore cok belirgin değildir; kendileri tevil ve yorumlarla bu ozun ancak tasavvufa gonul verenlere acılacağı gizli ve buyuk hazine olduğunu belirtirler. Onlara gore, kabukta kalanlar zÂten bunları anla(ya)maz. Bu ve benzeri ornek ve ifÂdelerden şeriatın icinde hakikat olmadığı, hakikatin daha derinde ve daha başka şey olduğu anlatılmış olur. Şeriat ilmi ve yaşayışı, hakikat ilmine ve yaşayışına aykırı olduğu belirtilmiş olur. Bu hakikatin İslÂm mı, kufur mu demek olduğu kimsenin aklına gelmez ve sorgulanmaz. Cunku kullandıkları kelimeler, kavramlar hep İslÂmî kavramlardır. Hakikate karşı cıkmak gibi bir suclamayı goze alan pek cıkmaz. ZÂten tum toplum tarafından kabul gorulen bu tasavvuf anlayışına karşı cıkmak cesÂret isteyecektir. Ama şeriatın hakarete uğraması pek onemli kabul edilmez, ona bu sataşmalar muslumanlar tarafından bile olmadık tevil ve hatalı husn-i zanlarla musÂmaha bulur. Olan da şeriata olur. Bugun halk arasında şeriatı ocu gibi gorulmesinde, onun gercek İslÂm'dan, Kur'an'dan ayrı bir şeymiş gibi kabul edilip yer yer catılmasında bu geleneksel din anlayışı haline gelen yaklaşımın buyuk payı vardır.

ZÂhir-BÂtın Ayrımı: Dinin bir zÂhiri, bir de bÂtını olduğu konusunda Şia ile tasavvufcuların inancı aynıdır. ZÂhir, avÂm halkın nassların zÂhirinden anladığı mÂnÂdır. BÂtın ise, nasslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak şiaya gore imamlar, tasavvufculara gore de velîler (evliyÂ) bilir. Tasavvufcuların nassların bu şekilde bÂtınî acıklanmasına hakikat, diğer zÂhirî tarzda acıklanmasına şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu soylemişlerdir. GazÂlî'nin "L ilÂhe illÂllah"ın avamın imanı, "l huve ill huve"nin havassın imanı olduğunu soylediği bilinmektedir. Şeriat Âlimlerine "zÂhir ve kışır bilgisi Âlimleri" deyişleri de meşhurdur. Şeriatta, kabukta kalmış olanlar, ibÂdetlerini ve haramlardan kacınmalarını cennet arzusu ve cehennem korkusu icin yaparlar diye suclanılır. Kendileri, cenneti kucuk gorme, onu istememeyi mÂrifet olarak gorur ve gosterirler. Tabii ki şeriat kitabı Kur'an, bizden cehennemden sakınıp cenneti talep etmemizi ister, bizi cennete ozendirir, azÂbın dehşetinden korkutur.

Bazı tasavvuf kitaplarında ve gunumuzdeki tasavvufcuların onemli bir kesiminde şeriat aleyhtarı gibi gorunmenin doğru olmayacağı yaklaşımından, gercek tasavvufun şeriata bağlılık olduğu slogan halinde tekrarlandığı da gorulur. Ama, tuhaftır ki; şeriata bağlı kalmadan gercek tasavvuf ehli olunamayacağı gibi ifadelerle, şeriatın hafife alınması, işin ozunun şeriat aşılarak ulaşılabilecek hakikat olduğu gibi celişkilerle beraber ifadelendirilir. Ve şeriatla, tevhidle bağdaşmayacak gavs, kutub gibi yarı tanrılar, tanrı ozelliği gosteren kerÂmet/olağanustu haller sahibi kişilerin evliy kabulu, turbe ve bÂtıl vesileye verilen onem, şefaatcilik gibi inanış ve anlayışlarla, Peygamberimiz'in yapmadığı şekilde zikir ve değişik ibÂdetlerle bid'at ve hurÂfeler şeklindeki uygulamalar değerlendirildiğinde, şeriatın kaynaklarıyla izah edemedikleri hususlar icin de "keşif", "ilham", "ruyÂ" gibi bircok gayr-ı meşrû delile sarıldıkları bilindiğinde, yukarıdaki sloganlarındaki samimiyetlerinin olculmesi icin mihenk taşı olmalıdır. Tarihte, istisnÂlar dışında medresede eğitim gormeyen, hatt medresede okutulan ilimlere ve oradan yetişen Âlimlere catıp sataşan bir olumsuz tavırla tekkelere dolup tasavvufa meyleden kişilerin yine medrese vb. yerlerde ilim tahsil etmeyen ve Âlim olmayı kucuk gorup daha kıymetli olduğu yorumuyla Ârif olmayı secmiş, şeriatı kucuk gorup şeriat bilgisi olmamasını fazilet gibi takdim etmiş kişilerin hocalığı altında ne kadar şer'î bilgiler almış olduklarını duşunebiliriz. Hele gunumuzde daha cok avamdan insanların ya da şeriat bilgileri tahsil etmemiş farklı alanlarda yuksek tahsil yapmış az sayıdaki kişilerin şeriat bilgilerinin ne kadar sınırlı ve yetersiz olduğu değerlendirilebilir. Bununla birlikte şeyhler tarafından bunlara ne derece şer'î eğitim tavsiye edilmektedir? Tavsiye edilen kitapların kahir ekseriyeti yine tasavvufcu kişilerin eseri, sohbetlerde atıfta bulunulan ornek kişilerin hemen hepsi o yolun yolcusu olduğu icin, insanların şeriata bağlılığı ne kadar olabilecektir? Bazı muvahhid genclerin tevhidî esaslarla bağdaşmadığını Âyet ve hadisleri delil getirerek tasavvufculara anlattığında hic olumlu bir netice alınamadığı da, şeriatın en temel delillerinin bile onlara nicin etkili olamadığının altı deşinilince, konuyla ilgili bahsettiğimiz problem kendiliğinden ortaya cıkacaktır.

İşi biraz daha ileriye goturup haramı helÂl, helÂlı haram ilÂn edenlere de rastlanır. Allah'ın dininde, şeriatta haram-helÂl butun musluman kullar icin sozkonusu iken, bunların din anlayışında bu haram ve helÂller yalnız basit ve sıradan insanları (avÂmı) bağlayan kurallar olarak sunulabiliyor ve kendilerinin bunlardan muaf olduğunu ileri surebiliyor. Bu anlayış, kamuoyunda kabul gormediği icin bunları tum bu ekol sahipleri direkt olarak savunmazlar. Ama iclerinden bu anlayışta olanları inkÂr da edemezler. Ayrıca, bu anlayışın temelini besleyen yaklaşımları hemen butun tasavvufî kitap ve sohbetlerde bulmak mumkundur: Orneğin bir şeyhi icki icerken ve kadınlarla işret halinde goren murîdin bu gorunenlerin zÂhir olduğunu duşumesi, bÂtınında ise mubÂreklerin kim bilir ne halde olduklarını duşunmeleri, şeyhinin yanlış yapma ihtimalini aklından bile gecirmemesi tavsiye olunur. Boyle olunca, helÂl-haram hudûdu insana gore değişmiş olacaktır. Şeyhin şeriata aykırı sozleri ve davranışları varsa, murîde duşen bunları guzel bir yolla tevil etmesi, tevil edemiyorsa "vardır bir hikmeti" demesi, ama kesinlikle eleştirmemesi, hatta hata olarak duşunmemesi gerekecektir. Ama, kendisi şeyhinin eline, olunun yıkayıcısına teslim olması gibi teslim olup her konuda itaat edecektir.

Kaynağı itibarıyla şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zÂhirî ve bÂtını ikilemine rÂcidir. İslÂm'ın başında muslumanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım her şeyin zÂhiri ve bÂtını olduğu gibi Kur'an'ın, hatta Kur'an'dan her Âyetin ve her kelimenin bir zÂhiri bir de bÂtını olduğunu soyleyen Şia ile başlamıştır.

Marifet ve Hakikat İddiası: Tasavvufcular dinin ozu ve cevherine ulaşma iddiÂları yanında onun hukumlerini kucumsemeyi ve onlara muhÂlefeti bayraklaştırmayı da ihmal etmemişlerdir. Bu hukumleri zÂhir, kabuk, şekil ve benzeri sıfatlarla niteleyerek bunlara muhÂlefetin cok onemli olmadığı, onemli olanın cevher ve oz dedikleri mÂrifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir. Onun icin bunlar arasında kemÂle erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini duşunenler artık teklifin kendilerinden kalktığını ve bu hukumlerin avam insanlar icin olduğunu soylemekten kendilerini alamamaktadır. Nitekim gunumuzde de aşk, sevgi, mÂrifet, hakikat, humanizm ve hoşgoru sloganları arkasına sığınan ve dinin hukumlerini gozardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat cevreleri bulunmaktadır.

Bu cevreler, yazılarında ve kitaplarında da bunu telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır. Bir-iki ornek verelim: "Namaz (sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elini, oruc sol elini, zekÂt ve sadaka sağ ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar kalbi kotu ahlÂklarından ileri gelen hastalıklarla mÂlul olduğunda asla fayda vermez. Bir hÂzik hekim demek olan murşid-i kÂmilin ilÂcına muhtactır."; "Buyurmuşlardır ki, ibÂdetlerin yukte ağır, pahada hafifi ve pahada ağır, yukte hafifi vardır. Abdest, namaz, oruc, hasenÂt ve her ne kadar zÂhirî ibÂdet ve tÂat varsa, bunların hepsi yukte ağır, pahada hafiftir. Allahu TeÂlÂ'nın rızÂsı, Rasûlullah (s.a.s.)'in sunnetleri ve murşidin sozleri de, eski bakır gibi yukte hafif ve pahada ağırdır." (el-Hac Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam MiftÂhu'l-Kulûb, s. 229, 300)

Toplumda birtakım insanlar tarafından "kalbim temizdir, kalbime bak. Onemli olan kalp temizliğidir" gibi sozlerin kullanılmasının kaynağı, bu nevi tasavvufî hikmetler(!) olsa gerek.

Muhammed Nazım Kıbrisî, ilim ve Âlimi şu şekilde kucumsemekte ve aşağılamaktadır: "Ali başka, veli başka. Dunyada ne kadar Âlim varsa, o Âlimlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur... Oteki ulemÂların okuduğu ilimleri onların okudukları kitapları, Avrupa'nın papazları da okur. Bizden fazla okurlar onlar... İlmi dilinde olan kimselerin bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor. LÂkin ilmi kalbinde olanların ilminden onlar bîhaberdir. Kalpte olan ilim ledunnî ilimdir. Ledunnî ilmi papazlar alamaz." (M. Nazım Kıbrısî, Tasavvufî Sohbetler, s. 90). (Tasavvuf ilimlerinin buyuk coğunluğunun bu ilme dayandığı Ledunnî ilim, şeriatın olculerine gore buna ilim demek doğru olmaz. İslÂm akaidiyle ilgili kitapların hemen tumunde yer alan "ilmin kaynakları" arasında bu tur ilim yoktur. Tasavvufcular bunu Kur'an ve Sunnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybdan gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufcuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.) "ZÂhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil goren şeytanı dahi kurtarmadı. Zira ilmi gırtlaktan yukarı kafasında kalmış, kalbine inmemişti. (FÂsit kıyas yaptı ve cennetten kovuldu)." (Ali Erol, HÂtıratım, s. 66). "Bilmiyorsanız ehl-i zikir (Âlimler)'den sorun" (16/Nahl, 43) Âyetindeki ehl-i zikirden maksat, evliyÂullah hazerÂtıdır." (Ramazanoğlu Mahmud Sami, MusÂhabe, 6/145) (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslÂm, s. 272-273).

Tasavvufcular, Kehf Sûresinde gecen Hz. Mûs ile "sÂlih kul" arasındaki kıssadaki sÂlih kulu Hızır adında bir ermiş kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mÂnÂlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif etmiş ve tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zÂhir bir şeriat ve ona muhÂlif bÂtın bir hakikat bulunduğunu, şeriat Âlimlerinin hakikat Âlimlerinin bazı davranış ve sozlerini yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu soylemişlerdir. Peygamber değil; Hızır adında bir velî kabul ettikleri "sÂlih kul"a Hz. MûsÂ'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat Âlimlerinin de hakikat Âlimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu soyledikleri Hızır'ın (Kur'an'daki gecen ifÂdeyle "sÂlih kul") vahil, ilham, akaid ve şeriat sahibi olduğunu soylemişler ve ilimlerinin buyuk bircoğunu buna bin etmişlerdir.

Hızır'ın kıyÂmete kadar yaşadığını, şeriat ilimlerinden ayrı olan bÂtınî ilimlere sahip olduğunu, peygamber olmayıp veli olduğunu, peygamberlerden gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisne ledunnî ilim dedikleri bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber'in peygamberliğinden once ve sonra her zaman butun velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha ustun ve daha buyuk olduğunu iddi etmişlerdir. Nitekim, "veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûs peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Ustelik Hızır'dan birtakım bilgiler oğrenmek icin onun yanına gitmiştir..." diye iddia etmişlerdir.

Yine, veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber olan Hz. MûsÂ'dan daha buyuk ve daha bilgili ise, ummetin velileri de şeriatın zÂhirini bilen peygamberden daha buyuk ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat Âlimleri olan evliya yahut tasavvufcuların şeriat (zÂhir&#238 Âlimi olan Âlimlerden daha buyuk olduğunu dolaylı olarak iddi etmişlerdir. Yine, Hızır'ın evliy ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara oğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını soylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin mustakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.

Hemen belirtelim ki, kendisine Hızır adı takılan "sÂlih kul"un veli olduğunu soyleyen kimi Âlimler olmakla beraber, Âlimlerin cumhûru onun peygamber olduğunu soylemektedir. Nebî olduğunu soyleyenlerin delilleri daha acık ve kesin gibidir (Bu konudaki deliller ve tasavvuf anlayışının iddiÂlarının curutulmesi icin bak. İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslÂm, s. 70-81).

İddi olarak, hemen tum tasavvufcular, sozlerinin "Kur'an ve Sunnetle kayıtlı" olduğunu ifade ederler. MeselÂ, tasavvuf kitaplarında şu ifÂde yer alır: "Şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uctuğunu veya su ustunde yuruduğunu gorseniz bile, o velî olamaz." Bu tur sozleri, tasavvufun Kur'an ve Sunnet dairesi (şeriat) icinde olduğuna delil gosterenler olabilir. Ama, din anlayış ve yorumlarının bu olculere gercekten bağlı olup olmadıkları herhangi bir tasavvuf kitabındaki ifÂdeleri gozonune getirince ortaya cıkmaktadır. Mesel tasavvufun meşhurlarından en-Nablusî'nin vahdet-i vucûdun Kur'an ve Sunnetten alındığını soyler. Yeryuzundeki ve evrendeki butun varlıkların Allah'ın kendisi veya gorunen şekli olduğunu soyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve Sunnetten alındığını iddi edecek bir yaklaşım, sozlerinin ve eylemlerinin Kur'an ve Sunnete, yani şeriata bağlı olduğunu niye iddi etmesin? Ornek olarak Gumuşhanevî'nin şu sozlerine bakalım: "Şeriata muhÂlif olan tarikat, dalÂlettir, felÂkettir ve hatta kufurdur. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sunnette uymazsa, fÂsıklık ve zındıklıktan başka bir şey değildir." (Gumuşhanevî, Veliler ve Tarikatlarda Usûl, Pamuk Y. İst. 1977, s. 267). Bu ifadenin bir sayfa sonrasında yer alan şu sozlerin şeriatla bağdaştığını nasıl soyleyeceğiz?: "Şeriat sozler, tarikat fiiller, hakikat haller, mÂrifet de servetin başıdır." Şeriatın hangi hukmu hakikat değildir ki, diğer hukumlerine bu isim verilmiş olsun? İslÂm'ın bu ayrımını Kur'an ve Sunnet mi yapmıştır, Rasûlullah (s.a.s.) doneminde tarikat mı vardı ki, şeriatı (ya da dini) bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Bu anlayış, şeriattan (Kur'an ve Sunnetten) takvÂyı cıkarmışlar, onu kendi anlayışlarıyla yorumlayıp tasavvuf ve tarikate mal etmeye calışmışlar; fetv ayrı, takv ayrı demişler, takvÂyı elde etmenin yolunun şeriatten değil; tasavvuftan gectiğini dillendirmişlerdir.

Ve bu anlayışta şeriata ters, Kur'an ve Sunnetle bağdaşmayacak din anlayışlarını savunan nice yanlışlara şÃ‚hit oluyoruz. Birkac ornek verelim: Tasavvufun en buyuk hanım evliyÂsı RÂbia şoyle der: "Ateşinden korktuğum, yahut cennetini umduğum icin Sana ibÂdet etmedim. Sana sadece zÂtın icin ibÂdet ettim." Yunus Emre'nin de bu anlayışı şoyle tekrar ettiğini biliyoruz: "Cennet cennet dedikleri / Birkac koşkle birkac hûri / İsteyene ver onları / Bana Seni gerek Seni." Goruluyor ki, Rabia ve Yunus (ve onların bu sozlerini tasvip eden tasavvuf), Allah'ın mu'minlere sÂlih amelleri icin vaad ettiği cenneti beğenmiyor veya yeterli gormuyor, onun yerine İsrÂiloğullarının Hz. MûsÂ'ya "Biz Allah'ı acıkca gormedikce sana inanmayız" (2/Bakara, 55) dedikleri gibi, Allah'ın zÂtını gormek istiyor. Halbuki hicbir peygamber Âhiret icin boyle bir istekte bulunmamıştır. Kaldı ki, hayır ameller icin mukÂfat olarak Kur'an ve Sunnet cenneti vaad ederken, onları istememek veya Allah'ın zÂtını istemek Kur'an ve Sunneti takmamak değil midir? Bid'at ve sapıklıklara dalan kimi tasavvufcuların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları acıkca goruluyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhu'l-İslÂm Ebussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemeyen, hem kucumseyen sozleri icin "kufur" demektedir (Bak. Ebussuud Efendi, FetvÂlar, s. 87, Mesele 353, İst. 1972). Allah'ın ornek gosterdiği kadınlardan biri olan Hz. Âsiye'nin duÂsını Kur'an oğretiyor:

"Allah, mu'minlere de Firavn'un karısını misal gosterdi. O, 'Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zÂlimleri topluluğundan kurtar' demişti." (66/Tahrîm, 11).

Yuce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'ında zikrettiği, mu'minlere ornek gosterdiği sÂliha kadın Âsiye, cennette kendisine bir ev yapması icin Allah'a yalvarıyor ve du ediyor. Firavun'un eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan RÂbia ise, cenneti istemiyor... (İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslÂm, s. 227-232)

“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azÂbı erteleme sozu olmasaydı, derhal aralarında hukum verilir (işleri bitirilir)di. Şuphesiz zÂlimler icin can yakıcı bir azap vardır.” (42/ŞûrÂ, 21).

Bu Âyette uydurdukları hurÂfeleri Allah'ın dini, şeriatı gibi gosterenler reddediliyor. Onların, Allah'ın izin vermediği, rÂzı olmadığı dini kendilerine yasalaştıran, şeriat yapan, meşrû gosteren ortakları mı olduğu, inkÂr tarzında soruluyor. Bu sorudan Allah'tan başka kimsenin din hukmu koyma yetkisinin olmadığı kesin şekilde anlaşılıyor. Zira Allah'tan başka ilÂh yoktur. Allah, insanların Kur'an'a uymayan geleneklerini din yapmalarına izin vermemiştir. Bu gelenekler, Allah'ın din hukumleri değil, şeytan oğutleridir. Allah boyle şeylerden rÂzı olmaz. ŞÃ‚yet ezelde kullarına bir sure vermeyi, cezÂalarını ertelemeyi veya Âhirete bırakmayı kararlaştırmış olmasaydı derhal aralarında hukum verilip helÂk edilirlerdi. Fakat Allah ezelî kararı uyarınca onların cezÂlarını ertelemekte, (hidÂyetleri ve) uslanmaları icin fırsat vermektedir. Onlar, zamanı gelince şiddetli bir cezÂya carpılacaklardır (S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 323-324).

Bir de şu ifÂdelere bakalım: "Şeriat, tarîkat yoldur varana / Hakîkat, ma'rifet andan iceru." (Yunus Emre). Tasavvuf anlayışında, en azından yetersiz bir şeydir şeriat, başka şeylerle takviyesi gerekir. Yunus Emre'nin şu sozlerinde bu anlayış cok net gorulur: "Mumlu baldır şeriat, yağı anın tarikat / Dost icin yağı bala ya nicin katmayalar?"

Ahmed KALKAN
Kavram Tefsiri
__________________