Sızlayan her vicdan, duşunen her akıl, yaralanan her kalp ve yaşaran her goz soruyor; “Ne yapabiliriz?” diye.

İsrail zulmunun inanan insanların ic alemlerine butun ağırlığıyla yerleştirdiği dehşetli bir sorudur bu.

Haklı ofkesini sondurmek icin silaha sarılmak ve cepheye koşmak isteyenlerin karşısına bir başka soru cıkıyor: Bombalara karşı sapan taşlarıyla, tanklara karşı sopalarla nasıl karşı koyabiliriz?

Coşan hamiyet duygusu bu haklı soruyu duşunmek bile istemiyor ve “Olsun, yine de bir şeyler yapmamız lazım.” diyor.

Biz de aynı kanaatteyiz. Bir şeyler yapmamız lazım; ama cok duşunerek ve ileriye donuk planlar yaparak bir şeyler yapmamız lazım, hatta cok şeyler yapmamız lazım.
Maziyi irdelemenin ve yarayı kaşımanın bir fayda sağlamayacağını biliyoruz. Şu var ki, hastalığa doğru teşhis koymadan da tedavinin mumkun olmayacağı inancındayız.
Akıl icin yol birdir: Bombaya daha guclu bombalarla, tanka daha donanımlı ve modern tanklarla karşı koyacak seviyeye gelmek. Biz bu uzun yola girmedikce harbi uzatmaktan, zulmu her gecen gun daha da artırmaktan ve yeni beldelere sıcratmaktan ote bir şey yapmış olmayız.

Bize bu hamiyetli insanların olmesi değil, belli bir hedefe doğru buyuk bir himmet ve gayretle yılmadan yurumeleri lazım. Olumun bir şey halledeceğine inansak elbette en once yapılması gereken “canı feda etmek”tir. Ama bu feda, cephemizi zayıflatmaktan ote bir işe yaramayacaksa bunu care olarak gormemiz mumkun değil. İleri hedeflerimizi iyi tayin etmeli ve bu gun icin de yapılması gereken her turlu maddî yardımı yapmakta gecikmemeliyiz. Haneleri viran olan, yakınlarını kaybedip ortada kalan, hastalıktan inleyen, ceresizlik icinde kıvranan mazlumlara her turlu mali yardımı yapmak, gıda ve ilac sevkiyatına gecikmeden başlamak hem iman kardeşliğimizin hem de insanlığımızın bize yuklediği bir mukellefiyettir.

Şimdi hastalığın teşhisi icin halimize kısaca bir goz atarak konuya devam edelim: Şu anda Arap aleminin sermayesi Hıristiyan bankalarında faize yatırılmış değil mi? Darul harp olan ulkelerden faiz almanın caiz olduğunu biliyoruz. Ama burada aldandığımız cok onemli bir nokta var, o da şu: O ulkelerde yaşayan işciler gibi, paramızı onların bankalarına yatırmaya mecbur isek, paramızın faizini almamamız onlara bir bakıma yardım hesabına gececeği icin faiz almamız gerekiyor. Ama boyle bir mecburiyet olmadan sırf kÂr gayesiyle yabancı bankalara para yatırmak kesinlikle doğru değil. Cunki paramıza, mesala, on lira faiz veriyorlarsa bundan otuz lira kadar kazanc elde ediyorlar; bizim paramızla besleniyor, bizim paramızla silahlanıyor ve bizim paramızla bizi vuruyorlar. Bu kadar basit bir muhakemeyi Arap Âleminin petrol ağaları ve kraliyet mensupları yapamıyorlarsa, biz İsrail’den once onları uyarmak ve ikaz etmek durumundayız.

“Komşusu ac iken kendi tok olan bizden değildir.” diyen bir Peygamberin (ASM) ummeti olarak, komşumuz olan İslam ulkeleri yahudi zulmu altında inlerken biz batı ulkelerinde tatil sarayları yaptırıyor, hamamlarımıza altın burmalardan sular akıtıyorsak once kendimizi hesaba cekmeli ve kendimize gelmeliyiz.

Putlara insanları kurban etmenin ne kadar sacma olduğunu her insan bilir. Ama bir kişi buna iman etmişse bu zulmu seve seve yapar. Yahudilerin kafalarında bir inanc putu vardır. Onlar dunyada yaşama hakkına sahip tek ırkın Yahudiler olduğuna inanır, diğer milletlere kole nazarıyla bakar, hatta onları oldurmeyi sevap sayarlar. Kafası bu derece katılaşmış, kalbi bu kadar kararmış insanlardan insaf ve merhamet beklememiz mumkun değil. Tek yol, onlara yenilmeyecek kadar guclenmekten geciyor.
Orta doğuda yahudiye “Dur!” diyecek bir super gucun yahut guclerin teşekkul etmesi herkes icin hayatî bir zaruret haline gelmiştir. Bu gucun oncelikle Arap Âleminde ve Arap birliğinde tahakkuk etmesi beklenir. Faize yatırılan sermayelerin yonu vakit kaybedilmeden bu ulkelerin kalkınmasına cevrilmeli, sefalet ve işsizliğe son verilmeli, komşu ulkeler arasındaki gelir ucurumu mumkun olduğu kadar kapatılmaya calışılmalı, bunun yanında duşmana karşı da en az onlar kadar guclu olunmalı ve tecavuzlerine boylece set cekilmelidir. Temel hedef; savaşmak değil barış icinde yaşamak ve Muslumanların da ileri ulkelerdeki hayat seviyesini yakalamaları icin gayret gostermek olmalıdır.

Bu vazife yukarıda da belirttiğimiz gibi, oncelikle Arap ulkelerine duşer. Şu var ki, onlar artık isteseler de sermayelerinin tumunu batı bankalarından cekemezler. Bunun yeni bir harbin başlangıcı olacağını iyi bilirler ve bu harbe de hic hazırlıklı olmadıklarının farkındadırlar. Ama hic olmazsa bundan sonrası icin akıllıca bir plan cizmek ve kalkınma yolunda hızlı yurumek zorundadırlar.

Biz butun kalbimizle bunu beklemekteyiz. Arap Âlemi super guc olma yoluna girmezlerse bu konuda buyuk ilerlemeler kaydetmiş olan Turkiye ile cok daha sıkı bir işbirliğine girmelidirler. Turkiye’de yatırım yapmalı, onunla ticari yonden butunleşmeli ve iktisadi yonden buyuk bir ortak guc sergilemelidirler.
Bu yol uzundur, ama tek cıkar yoldur.

Calışmadan başarmak, ekmeden bicmek Allah’ın Âdetullah denilen ilahi kanunlarına gore mumkun değildir. Bu gayretlerimiz fiilî bir dua olacaktır ve bu duanın kabuluyle, inşallah, umidimizin cok fevkinde bir başarıyı yakalamamız mumkun olabilecektir.
Sulh mutlak manada hayırdır. İslam’ı butun muesseseleriyle yaşamamız, ilim tahsil etmemiz, ticaret yapmamız, zengin olup zekÂt vermemiz, başka dinden olanlara İslam’ı tebliğ etmemiz ancak sulh ortamında gercekleşecek hayırlı neticelerdir. Bununla birlikte harbe mecbur kaldığımız takdirde de bunu yine İslam’ın koyduğu esaslara uygun olarak yapmamız uzerimize bir vecibe olur. İslam’da harp hukuku cok onemlidir. Duşmanın coluk cocuğuna, hayvanlarına, ekinlerine, harbe iştirak etmeyip ibadetiyle meşgul olan din adamlarına zarar vermek yasaklanmıştır. Bunlara uymayan kimse zalim olur, onların zulmunu hoş gormek de zulme iştirak etmektir. Bu noktada kalbimizi kontrol altında tutmaya azamî derecede dikkat etmek durumundayız.

“Dunya ahiretin tarlasıdır.” Duşmanlarımız zulumleriyle bu tarladan kendileri icin ebedî bir cehennem mahsulu alıyorlar ve sonunda kendilerini kabir Âlemiyle başlayacak bir ceza silsilesinin icinde bulacaklar. Biz de İslam’ın harp hukukuna aykırı hareket etmekle kendimiz icin gunah ve azap devşirmekten hassasiyetle kacınmak durumundayız. Hissiyatımız aklımıza galip gelerek bizi istikamet yolundan saptırmamalı, kalbimiz nefsimize galip gelmelidir. Bu da hamiyetli insanlar icin cetin bir imtihandır.

Burada dinimizin bize oğrettiği cok onemli bir gerceği de vurgulamak isteriz:

Allah’ın bircok isimlerinin tecellileri umumîdir ve bazı şartlara bağlanmıştır. Bu şartlara kim riayet ederse o tecellilerden nasiplenir.
Hakîm ismine uygun hareket ederek işlerini hikmetle icra eden kimse bunun karşılığını “başarı” olarak alır.
Şafi isminin tecellisi de yine bir takım şarlara bağlıdır. Bu dunyada her derdin devası vardır. O devayı kim bulur ve istimal ederse şifaya o mazhar olur. Burada da mumin-kÂfir farkı gozetilmez.
Allah Resulu, rızkın onda dokuzunun ticarette olduğunu haber verirler. Ticarette başarılı olmanın değişmez kuralları vardır. Bunlara kim riayet ederse o başarıya ulaşır, bunda da yine din- mezhep farkı gozetilmez.
Lemaat adlı eserde “Hak batıldan ustun olduğu halde, nicin kÂfirler Muslumanlara, kuvvetliler zayıflara galip geliyorlar?” şeklindeki bir soruya daha once verdiğimiz bir cevabı ekte takdim edeceğiz.
Son olarak konunun cok onemli bir yonune de kısaca işaret edelim:

“Allah Ganiyy-i Mutlak ve Mustağni-yi alelıtlak”tır. Yani, hicbir şeye hicbir surette ihtiyacı yoktur. Muslumanların calışıp yeryuzunde galip gelmelerinden razı olur, fakat bu başarıya Onun hic mi hic ihtiyacı yoktur. Mahlûkat Âleminden bir misal vermek gerekirse, gozlerin gormesine guneşin değil insanların ihtiyacı vardır. Butun insanlar gozlerini kapasalar guneş bundan zerre kadar zarar gormez ve muteessir olmaz. Hepsi gozlerini acsalar ve gorme nimetine kavuşsalar guneşin ışığında bir artma olacağı duşunulemez. Her iki halde de kazanan ve kaybeden ancak insandır. İman da kalp gozunun acılmasıdır. İnsanların imana gelmeleri ve iman nurundan istifade etmeleri onlar icin buyuk bir kazanctır, Cenab-ı Hakkın buna ihtiyacı yok, ancak rızası vardır. Bu nokta cok iyi bilinmeli ve İslam Âleminin duştuğu perişanlıktan kurtulması icin gereken her turlu gayret en ince teferruatına kadar gosterilmelidir. Biz bunu yapmadığımız surece Allah’ın rahmetini ve inayetini beklememiz kuru kumdan meyve beklememize benzer.
Canavarlara rahmet okutan İsrail zulumleri Allah Resulunun(a.s.m) Yahudilerin akıbeti hakkında verdiği haberin gercekleşmesini hızlandırıyor. İstanbul’un fetih mujdesi gibi dunyadaki Yahudi varlığının sona ermesi mujdesi de şuphesiz tahakkuk edecektir. Şu var ki, bu işi ebabil kuşları değil Yahudilerden daha guclu ordular gercekleştirecektir.

Sonuc olarak, bu zulum ateşi karşısında bize duşen gorevleri iki maddede ozetleyebiliriz.

1 “Allah hicbir nefse gucunun yetmediği yuku yuklemez.” ayetinden aldığımız dersle gucumuzun neye yettiğini iyi tespit etmeli, mazlumlara yapmamız gereken her turlu yardımı eksiksiz yapmaya calışmalıyız.

2- Bu yardımların gecici bir tedbir olduğunu bilip, gercek tedbirin “duşman karşısında ondan daha guclu olmaktan gectiğinin” şuuru icinde tembelliği, meskeneti, eğlence ve sefahati, israfı, gayr-ı muslimleri kendi sermayemizle besleme gafletini terk ederek kalkınmamıza hız kazandırmalıyız. Sadece zengin olmak icin değil guclu olmak, zalimlere “dur” demek ve mazlumları kurtarmak icin butun gucumuzle calışmalıyız.
Bu iki noktada butun Muslumanları gayrete davet ediyor ve başarılı olmamızı Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz.

Kaynak
__________________