Hic, Hiccilik, Hic Olmak, Hicin Felsefesi, Tasavvufta Hic (2)
İlk yazımızda ‘Hic’ kelimesini ağırlıklı bir şekilde kullanınca daha sonra icimde buna bir itiraz yukseldi. HÂlbuki tasavvuf ve tarikat literaturunde bunun yerine ‘Fena’ terimi kullanılmaktaydı. O yazıda buna hic değinmemem, bu terimi hic kullanmamam daha sonra ilgili yazıda buyuk bir eksiklik olarak goruldu. Gerci ‘hic’ ve ‘fena’ tasavvuf ve tarikat kulturunde birlikte kullanılmaktaydı ama ‘hic’ genellikle bir aksiyonu, duşunce jimnastiğini, murakabe ceşidini ifade ederken ‘fena’ ve ondan tureyen fenafillÂh bir hal ve makama işaret etmekteydi. Hic aksiyonu, murakabesi insanı fenaya, o da fenafillÂha goturur, şeklindeki bir duşuncede kelimeler yerli yerinde kullanılmıştır, diyebiliriz.
Allah dostu olmak kolay değildir. Bir Musluman ve mumin nefis sahibidir. Genellikle cehennemden korktuğu ve cenneti arzuladığı icin haramlara karşı sabır gosterir, onlardan kacar; ibadetlere de tahammul eder. Bu da onu maksadına Allah’ın izniyle ulaştırır.
Allah dostluğu ise bunların uzerindedir. Nefis genellikle zikir ve rabıta nurları ile terbiye olunur. Bunun icin bir Musluman’ın gunluk ibadetlerinin ustune en az onun iki katı kadar daha nafile ibadetler eklenir. Yani zikir ve rabıta cok zaman alır. Bir de tasavvuf ve tarikat yolunda sunnet-i muekkede olan şeyler farz hukmune gectiği icin ibadet hayatı hayli vakti işgal etmiş olur. Orneğin teheccut namazı en başta bu kategoride yer alır. Tehecceut namazı olmadan tasavvuf ve tarikat yolunda hal ve makam sahibi olmak mumkun değildir. Teheccut namazı tasavvuf ve tarikat yolunda farz hukmundedir. Ayrıca kişinin işrak, duha, evvabin namzalarına da gucu ve imkÂnı yettiğince devam etmesi gerekir. Tabii butun bunlardan once uzerinde kaza orucu ve kaza namazı varsa bunların gereğini yerine getirmesi de gerekmektedir. İşte tum bunlardan sonra nefis yavaş yavaş nurlarla terbiye olunmaya başlar. Belli bir dereceye gelindiğinde kişi bu nurları muşahede edebilir. Hatta otesinde guneş gibi etrafa nur sactığını da kalp gozuyle gorebilir.
Nurlar nefsi terbiye ettiği gibi cinni şeytanları da uzaklaştırır. Yani bu yolda cinni şeytanlarla mucadele de devreye girebilir. Tabii bu durum arizidir. Herkeste olmaz. Bu yoldaki kişilerin binde birinde olur. Zikrinde ve rabıtasında istikrar gosteren sofilere cinni şeytanlar pek yaklaşamazlar. Musallat olamazlar. Allah dostunu şeytanlardan koruyan şey, tecelli-i nurdur. Bu tecelli az veya cok olabilir. Az olduğu zaman cinni şeytanlardan gelen bazı sıkıntılara tahammul etmek gerekir. Cok olduğunda cinni şeytanlara buyuk zararlar verilir. Onlar uzaklaştırılır. Bu tecellinin miktarını belirleyen şey, kişinin ibadetlere, ozellikle zikre ve rabıtaya gosterdiği ozen ve ayırdığı vakittir. Boyle cinni şeytanların musallatına maruz kalan sofi kardeşlerime tavsiyem zikir, rabıta, murakabe ile nur ve feyizlerini artırma yoluna gitmeleridir. Onların elinden kurtulmada başka bir yol yoktur. Bu, buyuk bir cihattır.
Nurlarla bezenen ruhtur. Nefis, ruhtan uzak değildir. O da bunda hisse sahibi olur. Ruhun nurlara kavuşmasının nedeni, ibadetlerle, ozellikle zikir ve rabıta ile beslenmesidir. Bu sayede ruh ve manevi organları olan letaiflerin emir Âlemine yukselmesi gercekleşir. Letaifler emir Âlemindeki yerlerine vardığında sinyal olarak kendine has bir nur rengi ile kendisini belli eder. Bu da gozler kapatıldığında muşahede olunur.
Nefis nurlarla uzun bir sure terbiye olunduktan sonra kişide kotu olan ahlaklar yok olmaya başlar. Kişinin nefsi yavaş yavaş Allah rızası icin ibadet etme yoluna koyulur. Yani cehennem korkusu ve cennet arzusu ile ibadetten ziyade Allah (c.c.) muhabbeti devreye girer. Bunun neticesinde Allah’ın guzel isimleri ve sıfatları o kişide tecelli ederek kişi ustun ahlaki vasıflara, faziletlere ulaşır. Bu yuksek hal ve makamlara fenafillÂh ve bekabillah denir. Velilik nefsi bu makamlara ulaştırmakla mumkun olur.
İlahi nurları muşahede etmeden, bu nurlarla şeytanları nefsinden uzaklaştırmadan, ruh ve onun manevi organları olan letaifler emir alemindeki ilgili yerlerine ulaşmadan, nefis tecell-i nurla ( tecell-i nur, tıpkı guneş aydınlığında ve yalımlarında oluşan nur hali) yoğrulmadan, nefisteki kotu ahlaklar yok olmadan, tum bunlardan sonra Allah’ın guzel isim ve sıfatlarından bazıları kişide yuksek ahlak ve faziletler olarak tecelli etmeden ve muşahede olunmadan velilik mumkun olamaz.
Nefis hicbir zaman yok olmaz. Kişi veli de kutup da olsa onda yine nefis vardır. Fakat bu nefis artık terbiye gormuştur. Nefsin fena hali ile anlatılmak istenen şey, nefsin terbiye gormesidir. Onda bazen gunah işleme arzusu uyansa da bu hemen nefis sahibi tarafından fark edilir, engellenir. Ona bu manevi guc verilir. Şayet bir gunah işlendiğinde ısrar edilmez, tovbe yoluna gidilir. Veliler gunahtan masum değillerdir.
Yuce Allah (c.c) insanı Kendisine kul yapmak uzere yaratmıştır (bk. Zariyat suresi, 56). Nefis tasavvufi terbiye yolu ile bu dunyadan yuz cevirince ibadetlere yonelir. Boylece yaratılış amacına ulaşmış olur.
Fena halinde ne meydana geliyor ki velilik bu makamda başlıyor? Nefis hic olduğunu algılamaya başladığında beraberinde yuce Allah’tan (c.c.) gelen bir muhabbet baş gosteriyor. Nefis fena hali ile ayna gibi saflaşıyor. Yuce Allah’ın guzel isim ve sıfatlarının tecelli olacağı bir duruluğa, berraklığa ulaşıyor. Bu durum da Allah’ın muhabbeti ve rızasına vesile oluyor.
Yuce Allah (c.c.) fena halini yaşayan kuldan nicin hoşnut olmakta, fena halini yaşayan bir kula karşı nicin bir muhabbet duymaktadır? Fena hali olum halini andırır. Bu manevi makam ve hali elde etmek icin nefisle buyuk mucadele etmek, savaşmak gerekmektedir. Bu da her babayiğidin ustesinden kalkacağı bir şey değildir. Buyuk bir fedakÂrlık ve feragat gerektirmektedir. Allah’ın (c.c.) fena halini yaşayan kişiye karşı muhabbet duymasını şu misalle yakından kavrayabiliriz: Kendilerini cok sevdiğimiz eş ve dostlarımıza şoyle bir baktığımız zaman onları bu kadar cok sevmemizin en başlıca nedenini şu olguda goruruz. Onlar kimi konularda bize baş eğmekte, sozumuzu dinlemekte ve bizlere itaat etmektedirler. Yani nefislerini bazı konularda bizden ustun tutmamaktadırlar. İşte eş ve dostlarımıza olan muhabbetin sırrı buradadır. Yuce Allah da nefsini fena kılan kuldan boyle hoşnut olmakta, ona karşı muhabbet duymaktadır. Cunku fena halini yaşayan bir kul, yuce Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına gonul rızası ile uyar. Bunlar karşısında en ufak bir benlik hali gostermez. Allah’a tam anlamıyla teslim olur.
Nefsin fena halinde yuce Allah’ın (c.c.) muhabbeti de tecelli ettiği icin bu makamdaki kişi Allah dostluğuna nail olmaktadır.
Fena halini somut olarak anlamamız icin bir zamanlara yaptığımız gunahlara daha sonra tovbe etmeyi kafamızda canlandırmamız yeterlidir. Nefis o zamanlar nasıl o gunahlara koşuyordu? Daha sonra Allah’ın hidayeti ile nasıl o gunahlardan uzaklaştı? Değişen ne oldu ki, nefis o eski gunahları artık işlemiyor? Adeta o nefis fena (yok) oldu da, yerine başka bir nefis geldi. Tovbe ile bir insan eski nefsini oldurup toprağa gomduğu gibi yeni bir nefis sahibi de olmaktadır. Allah’ın ruya Âleminde de bunu boyle yaratması manidardır. Gercekten ruyada olu olarak gorulen kişiye genellikle tovbe nimeti Allah’ın izni ile erişir. Yani ruyalarda olu olarak gorulen kişinin tovbe edeceği, Allah’ın rızasına uygun yeni bir hayatı yaşayacağı umulur.
Fena halinin fenafillÂha basamak oluşu ise şu şekilde anlaşılabilir: Kişi icin artık dunyanın mubah, helal olan şeyleri bile zevk vermez hale gelir. Elbette Allah’ın nimetlerine şukur gerekir. Bunun icin de onlardan yararlanılır. Fena halini yaşayanda bu da vardır. Bu işin bir yonudur. Ama fena halini yaşayan sofide bu nimetlerin olması ile olmaması indinde eşit hale gelir. Kalbi Allah aşkı ile o kadar meşguldur ki, gozune ibadetlerden başka bir şey gorunmez olur. Şeytanlar onu dunya ile kandırmada buyuk bir acziyet yaşamaya başlarlar.
Nefsi fena haline erdirmeden Allah dostluğu soz konusu olamaz. Nefis de oyle dunya zevklerini kolaylıkla terk edemez. Haramları değil mubah, helal olanlarını kastediyorum. Bu tıpkı şuna benzer: Bir tuccarsınız. Elinizdeki malı para ile değiştiriyorsunuz. Kar elde ediyorsunuz. Nefis bundan elbette zevk alır. Ama elinizdeki malı kaybederseniz, caldırırsanız veya az bir paraya, daha doğrusu zararına satarsanız nefsiniz bundan hoşlanmaz. Bunun gibi nefsin Allah aşkı ve rızası icin dunyadan yuz cevirmesi de Allah’ın nimetleri ile olmaktadır. Bu nimetleri tuccarın kar olarak kazandığı paralara benzetebiliriz. Bu nimetler olmasa hicbir insanın Allah yolunda ilerlemesi, dostluk kazanması mumkun olamazdı.
Tasavvuf ve tarikat yolunda tuccarın karını temsil eden paraların yerini tutan şeyler, nur ve feyzdir. Coğu kişilere bu kelimeler soyut birer anlama gelir. HÂlbuki tasavvuf ve tarikat yolunda nur ve ozellikle feyz somut bir anlama sahiptir. Yani bu yoldaki kişiler kalp ve letaif noktalarında feyzi algılarlar. Varlığını hissederler, onunla ceşitli hoş halleri de yaşarlar. Bu kalpte algılanınca ceşitli cezbe ve vecd halleri meydana getirir. Nurları muşahede etmek cok ileri makamlarda, hallerde soz konusudur. Bu, belki elli binde, yuz binde bir sofiye nasip olur. Ama feyz sofi icin ilk ayda bile hemen algılanabilir. İşte sofiler kalpte ve letaif noktalarında varlığını somut olarak hissettikleri bu feyizle nefislerini ikna edip dunyadan yavaş yavaş yuz cevirip Allah aşkına ve rızasına yonelirler. Dunya nimetlerinden aldıkları zevkten daha buyuk ilahi zevklerle mutmain olurlar. Eğer nur ve feyz bu yolda mukÂfat olarak sunulmasaydı hicbir nefis sahibi bu yola giremezdi. Girmeye de guc ve takat bulamazdı. Cunku nefis karşılıksız hicbir şey yapamaz. O şekilde dizayn edilmiştir. Yuce Allah (c.c) bu nimetlerle, yani nur ve feyz ile nefis sahibi kullarını ilahi aşk yolunda yurutmektedir. İnsanların gozlerinde buyuttukleri ibadetleri sofilere ilahi feyz ve nurla kolaylaştırmakta ve bunlardan zevk almalarını sağlamaktadır. İlahi feyz kalbe duşunce cezbe ve vecd halleri meydana gelir, bu da her ibadete cok buyuk bir zevk katar. Haz sağlar.
Sofi makamı ilerledikce nur ve feyz ile meydana gelen zevkten daha cok hisse sahibi olur. Oyle ki tum letaifleri acıldığında ilahi aşk şarabı ile mest olur. İbadetler sırasında adeta kendinden gecer. İlahi aşk şarabından sarhoş olmak hayali bir şey değildir, yaşanan bir olgudur. Ruhsal bir gercekliktir.
Kalbinde feyzi algılamayan kişiler, tasavvuf yolunun meşakkatlerine fazla katlanamazlar. Kısa zamanda bu yolu terk ederler. Az da olsa kalp tarafında feyzi algılayan bir sofi ileri halleri ve makamları buyuklerin kitaplarında okuyunca daha bir şevke gelir. Onları yaşamak ister. Kendinde manevi bir guc ve kuvvet bulur.
İnsanın kendi nefsine, eşyaya, dunyaya Hic/Fena nazarıyla bakması kolay değildir. Bu iş o kadar kolay olsaydı tasavvuf ve tarikat yoluna giren herkes makam ve hal sahibi olurdu. Bir imam bilirim. 25 yıldır tasavvuf ve tarikat yolunda olduğunu soyler. Zikrini de daima cektiğini, rabıtasını da pek ihmal etmediğini belirtir. Ama kalbinde zerre kadar bir hal mevcut olmamıştır. Beri tarafta yuzlerce icki icme, zina gibi kebairden tovbe etmiş insana rastladım. Tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez onlardan coğu birkac ayda, hatta birkac haftada hal sahibi olmuşlar, feyzi kalp bolgesinde hissetmişlerdir. Cezbe ile ortalığı inletmişlerdir. Bu durum beni her zaman şaşkınlığa sevk etmiştir. Bir tarafta gunahtan uzak ve ibadetlerinde olan bir imam diğer tarafta gunaha batmış kişiler... Nasıl oluyor da tovbe eden birisi omrunu İslam yolunda harcayan bir kişiyi bir anda gecebiliyor?.. En sonunda şoyle bir duşunce ile bu meseleyi cozduğume inanmaktayım: Manevi haller kalp dahil diğer letaiflerin Allah’a doğru yukselmesi ile meydana gelmektedir. Nefis bu dunyaya, eşyalara gereğinden cok bağlandığı zaman bu manevi yukselme istenilen oranda gercekleşmemektedir. Bir insan namazında niyazında olsa da, tasavvuf ve tarikat yoluna intisap etse de, yani virdi ve zikri olsa da, o kişi nefsini Hicle/Fena ile terbiye etmediği surece cok az, belli olmayacak derecede, yani manevi halleri acık bir surette yaşamayacak oranda bir ilerleme kat etmektedir. Beri tarafta bir sarhoş veya buyuk gunahlara batmış bir kişi tovbe edip bir murşid-i kÂmile bağlı olduğu anda nefsini ve dunyayı bir hic olarak gorduğu icin ruhu, dolayısıyla letaifleri bir anda yukselerek yuce makamlara ulaşmakta, boylece ilgili kişi bazı manevi halleri kısa zamanda yaşayabilmektedir. Nefis hic/fena halleri ile terbiye edilmediği surece ruhu ve letaifleri elinde tutmakta, onların yukselme hızlarını cok yavaşlatmaktadır.
Tasavvuf ve tarikat yolu aşkla gecilirse kolay olur. Akıl ve mantık bu yolda pek iş gormez. Bir sarhoş zaten tovbe etmeden once de genellikle dunyaya pek değer vermez. Nesi var nesi yoksa bu yolda harcar. Dunyayı gozden cıkarır. Tovbe edip hak yola girince onun bu hayat felsefesi ona ustun hal ve makamları kazandırmakta buyuk yararlar sağlar. Zira nefsine ve dunyaya hic/fena nazarıyla bakması onun icin buyuk bir problem teşkil etmez. Bakıyorsunuz ilahiyatta akademik kariyeri olan bir hoca tarikat munkiri oluyor. Yani tasavvufi halleri yaşayamayınca inkÂr yoluna gidiyor, bu yoldaki kişileri tekfir ediyor. Gecmişi buyuk gunahlarla dolu olup da tovbe edip bir murşid-i kÂmilin eteğine yapışmış bir insan kadar bile olamıyor. Onun tırnağına bile ulaşamıyor. Aklıyla mantığıyla, ilmiyle tasavvufi halleri anlayamıyor. Adeta gozlerine, basiretine bir perde cekiliyor. Evliyaları inkÂr edince bu sefer peygamberlerin hallerini ve mucizelerini anlayamıyor. Peygamberin (s.a.s) mucizelerini inkÂr ve tevil yoluna sapıyor. Bu konuda da gizli gizli şupheler başlıyor. İmanına kurt giriyor. Ama tabii işi icabı bunları saklı tutması gerekiyor. Pek dışa vurmuyor. Tasavvuf munkirlerinin peygamberle (s.a.s) ilgili vesveselere tutulmadan, hatta şuphelere duşmeden bu dunyadan gocmeleri pek enderdir, zordur. Allah (c.c.) cumlemizi bu dunyadan imanla ahrete gocmeyi nasip eylesin. Âmin.
Nefsi hic/fena haline ulaştırmanın en kestirme yolu rabıtadır. Rabıtanın nefse ağır gelmesinin nedeni de budur. Cunku onda nefis icin hic/fena dersi vardır. Coğu kişi zikirden zevk alır, virdini pek aksatmaz. Ama rabıtayı ihmal eder. Rabıta sırasında buyuk bir hoşnutsuzluk duyar, yaşar. Bunun en temel nedeni rabıtanın nefse hic/fena dersini eksiksiz ve en etkili bir şekilde vermesidir. Rabıta ile kişi kendi nefsini şeyhinin nefsinde fani kılmaya calışır. Onun icindir ki fenafillÂhın mukaddimesi fenafişşeyhtir. Fenafişşeyh olmadan fenafillÂha erişmek mumkun değildir.
Rabıta baştan aşağı nur kesilen şeyhin hallerini kendi uzerine almaktan ibarettir. Ruh ve letaifler kendisi ile iletişime gecen kişilerle bir zaman sonra kontak kurarlar. Şeyh ruhunu ve letaiflerini emir Âlemine yukselten ve ulaştıran kişidir. Rabıta vasıtası ile onu duşunen ve hayal eden kişi de ruh ve letaiflerini şeyhinin ruh ve letaiflerinin golgesine koymuş olur. Boylece rabıta yapan kişi kısa zamanda yuksek haller yaşar ve makamlara ulaşır.
Ruhun ruhla olan iletişimi cep telefonlarının kartlarının istasyonlarla ve uydularla olan bağlantısından aşağı değildir. Ruhu materyalist bir anlayışla tanımlayan kişiler, maalesef rabıtayı anlayamıyorlar, kavrayamıyorlar. Allah’tan ilahi bir nefha olan ruh, dunya kanunlarının dışında pek cok ozelliğe sahiptir. Rabıta ile onun sadece bir gizli ozelliğinden istifade edilir. Rabıta sırasında ruh ve onun manevi organları olan letaifler, şeyhin ruhuna, letaiflerine vasıl olur ve onlardan yararlanır. Sofi bunları bilmez ve anlamaz. Ama bu yolda ileri makamlara ulaşınca rabıtanın sırları ona acılır.
Rabıtanın en etkilisi telebbusu rabıtadır. Cunku onda nefsi sıfırlamak soz konusudur. Bu rabıtayı kısaca ifade etmek gerekirse, kendini şeyhin yerine koymak olarak tarif edebiliriz. Hem sureten hem sireten kendini şeyhle ozdeşleştirmektir. Şeyhi bir elbise gibi ustune giyinmektir. Zaten kelime olarak telebbusunun anlamı budur. Bu ceşit rabıta her zaman, her iş sırasında yapılabilir. Bundan elde edilen kazanc cok buyuktur. Tek başına bile bu rabıta insanı maksada ulaştırabilir.
Her şeyde olduğu gibi ibadetler sırasında da ibadetlerden en azami şekilde yararlanmak gerekir. Bunun caresi de ibadetler sırasında nefse hic/fena halini murakabe etmekle olur. Bir kişi rabıta ve zikir sırasında nefsini hic/fena kılarsa o rabıta ve zikir maksimum seviyede gercekleşmiş demektir. Keza namazda bunu gercekleştirirse hem vesveseden kurtulmuş olur hem de namazı cok feyizli ve nurlu olur.
Yaşanan manevi hal ve makamları başkalarına anlatmak doğru değildir. Kişide kaldıramayacağı bir enaniyet duygusu meydana getirebilir. Nefis ucba duşunce bundan kurtulması cok guc olmaktadır. Bir de nazara uğrayabilir. Zira insanlar birbirlerine cok kolay nazar edebilirler. Nazar, hasetten doğar. Bu farkına varmadan herkeste olabilir. Hatta baba ve anneler farkına varmadan evlatlarına bile yapabilirler. Ustun hal ve makamlar her nefsin gıpta damarını celbederek ona sahip olanları guclu nazarlara maruz bırakabilir. Bu konularda soz soylenecekse mutlaka murşidinden izinli olmak gerekir.
Yuce Allah (c.c.) ilmimizi ve nurumuzu artırsın. Âmin.
Muhsin İyi
__________________