Tasavvuf Devri olarak da nitelenen XIII. Yuzyıl¸ Anadolu’da buyuk karışıklıkların yaşandığı bir asırdır. 1243 yılında yapılan Kosedağ Savaşı’nda Moğol ordusu karşısında bozguna uğramasıyla Anadolu Selcuklularının cokme devri başlar. Daha sonra Abaka Han’ın buyuk bir ordu ile Anadolu’ya gelmesi ve Kayseri’den Erzurum’a kadar olan sahada katliamlar yaparak asker¸ ciftci¸ halk gozetmeden iki yuz ile beş yuz bin kadar insanı yok etmesi ve şehir¸ kasaba ve koyleri yağmalaması bu karmaşayı tam bir kaos haline getirir. Hic kimsenin hayatından ve geleceğinden emin olmadığı bu donem¸ tevekkul ve kadere boyun eğmeyi de birlikte getirir. Moğol istilasından kacarak daha onceden Anadolu’ya gelen dervişler halk icin bir kurtuluş recetesi olarak gorulur. Boylece Tasavvuf cereyanı Anadolu’ya hızla yayılır.

Sahte şeyh ve dervişlerin de ortaya cıktığı bu donemde¸ Ahmed Yesevî’yle başlayan Turk tasavvuf geleneğinin bir devamı sayılabilecek uc buyuk mutasavvıf; Mevlana (1207-1273)¸ Hacı Bektaşi Veli (1208?-1271) ve Yunus Emre (1241?-1321?) donemin tasavvuf zirveleridir. Bu cağın diğer onemli bir buyuğu ise fıkralarıyla gunumuze kadar eskimeden ve eksilmeden gelen Nasreddin Hoca’dır.

Sivrihisar yakınında Hortu Koyu’nde doğup¸ Konya medreselerinde okuduktan sonra Akşehir’e yerleşmiş bulunan Nasreddin Hoca (1208-1284)¸ bu uc buyuk mutasavvıfın cağdaşıdır. Yunus ve Hacı Bektaşi Veli yaşadıkları mekan itibariyle ( Eskişehir ve Kırşehir) Nasreddin Hoca’ya biraz daha uzaktırlar. Mevlana ise cok daha yakında¸ Konya’dadır.

Aynı donem ve aynı topraklar uzerinde yaşamış bulunan bu iki şahsın karşılaşıp karşılaşmadıklarına dair bir bilgiye sahip değiliz. Gerek Nasreddin Hoca fıkralarında gerekse Mevlana’nın eserlerinde goruştuklerine ait herhangi bir işaret de bulunmuyor. Her ne kadar Mesnevi’de¸ orneğin hanımının; Hoca’nın getirdiği eti kedinin yediğini soylemesiyle kediyi tartması fıkrası gibi¸ bazı hikayelerin bulunması da goruştuklerine dair tarihi bir belge niteliğinde değildir.

Her ne kadar Mevlana ile irtibatı hususunda yeterli bir bilgiye sahip olmasak da Hoca’nın tasavvufla ilgisi olduğuna dair bazı ip ucları bulunmaktadır. Mevlana’nın kendisine buyuk bir saygı beslediği mutasavvıf Seyyid Mahmud Hayrani (v. 1268) ile yine donemin tanınmış alim ve ariflerinden olan Seyyid Hacı İbrahim’den ders okumuş olması sebebiyle Hoca’nın tasavvufi bir yonunun olduğunu soyleyebiliriz. Fakat bu tasavvufi yon¸ tekkesi ve muntesipleri olan bir şeyhlik mertebesinde değildir.

Hoca¸ bir koy imamının oğlu olarak doğmuştur. Medrese tahsili gordukten sonra bir muddet golge kadılığı yapmış daha sonra ise hocası Mahmud Hayrani’nin bulunduğu Akşehir’e yerleşerek imamlık ve muderrislik gorevlerinde bulunmuştur. Bazı fıkralarından anladığımıza gore kadı olmak istemiş fakat ruşvetle iş yapan kadıları gordukten sonra bu işten vazgecmiştir. Hoca fıkralarında gorulen kadılar aldıkları ruşvet ve hocanın onlara ders vermesiyle gundeme gelir. Belki Hoca’yı cok istediği kadılıktan vazgeciren şey de O’nun tasavvufi yonudur.

İmam olarak gorev yaptığı donemde kendisine sorulan sorulara İslam’ın ruhuna uygun¸ akılcı ve muhatabın anlayacağı bir şekilde cevap verir. Uyuz olan kecisini¸ kara sakız ile tedavi etmesi oğutlenen bir koylu bu soze inanmayıp kecisini getirerek “Nefesin keskindir bir okuyuver Hoca’m” demesi uzerine “Nefesim keskindir amma¸ kara sakızsız fayda etmez. Ben nefes edeyim¸ zararı yok. Sen de biraz kara sakız alıp keciye sur” cevabını vererek¸ koyluyu kırmadan meseleyi usulune uygun olarak halleder.

Komşusu olan bir hanım¸ kızının her gun kendisiyle tartıştığını bu nedenle Hoca’nın¸ kızına bir nefes etmesini veya bir muska yazmasını ister. Bunun uzerine Hoca “Biliyorsun komşucuğum¸ artık yaşlandım. Muskamın da¸ nefesimin de gucu kalmadı. İyisi mi sen ona bir koca bul. O ona muska da yazar¸ nefes de eder. Bir de cocuğu oldu mu işi başından aşar. Boylece mum gibi yumuşak¸ melek kadar sakin bir hale gelir” diyerek¸ bu işin muska ve nefes işi olmadığını gosterir.
Konakladığı bir handa tavandaki ağacların curuyup dokulmekte olduğunu gorur. Hancıya¸ bir usta cağırıp tavanı yeniletmesi gerektiğini soyler. “Hoca sen bilmiyor musun ki her mahluk kendi dilince Allah’ı zikreder” diye işi geciştiren hancıya “Biliyorum da ondan korkuyorum ya zaten. Ya zikrederken coşar¸ cezbelenir de secdeye kapanırlarsa!” cevabıyla tedbir ve tevekkulun nasıl olması gerektiğini gostermiş olur.

Belki bir muntesip seviyesinde tasavvufi yonu bulunan Hoca¸ musluman bir kişide ortaya cıkan olağanustu hal olarak tarif edilen kerametin ulu orta gosterilmesine karşıdır. Kısa zaman onceye kadar XIII. yuzyılda yaşadığı kabul edilen fakat yapılan son araştırmalarda 1348 yılında hayatta olduğu anlaşılan ve boylece Hoca’yla karşılaşmış olması mumkun olmayan mutasavvıf şair Şeyyad Hamza ile ilgili fıkrası bu konuya guzel bir ornektir.

Hoca’nın da hazır bulunduğu bir toplulukta Şeyyad Hamza; “Benim kemÂlÂtıma son yok. Her gece bu alemden gecer¸ goklere ucar¸ oradan dunyayı seyrederim” demesi uzerine Nasreddin Hoca “Sen goklerde ucarken¸ hic eline samur gibi yumuşak bir şey dokunuyor mu?” diye sorar. Şeyyad Hamza’nın “Evet” demesi uzerine¸ “İşte¸ o eline dokunan yumuşak şey¸ benim eşeğin kuyruğudur” cevabıyla bir mutasavvıfın boyle bir tavra girmemesi gerektiğini de muhatabına oğretir.

Kendisi keramet hususunda bu tavrı gosterirken¸ bazı kimseler Hoca’nın bir keramet gostermesini isterler. Hoca “Tamam” der. “Şu karşıdaki ağacı bana doğru yuruteceğim” diyerek ağaca seslenir: “Ey ağac yuru!.” Ağacın yurumediğini gorduğunde yerinden kalkar ve ağaca doğru yurumeye başlar. Ne yaptığını soranlara; “Bizde gurur¸ kibir yoktur. Ağac bize gelmezse biz ağaca gideriz.” Cevabıyla kerametin bir gosteri ameliyesi olmadığını izah etmiş olur.

Ne var ki “Şeyh ucmasa da muridi ucurur” derler. Hatırası efsaneleşmiş bir halk kahramanıdır Hoca. Halk hafsalasında ulu bir din buyuğu huviyetine ulaşmıştır. Hoca’nın¸ hayatında gosteremediği keramet¸ vefatından sonra gercekleşir.

1284 yılında vefat eden Hoca’nın cenazesi yıkanır ve kefenlenir. Cenaze namazı kılınıp mezarlığa goturulurken¸ koşarak gelen birisi: “Ey ahali! Nasreddin olmemiş. Şimdi minarede gordum¸ sel veriyordu” der. Cemaat¸ cenazeyi olduğu yere bırakarak minareye yonelir. Fakat minarede kimse yoktur. Tekrar cenazenin bulunduğu yere donduklerinde¸ cenaze yoktur. Gorurler ki cenaze kendi kendine mezarlığa gitmiştir.
Bir diğer kerameti ise şoyledir:
Hoca’nın vefatından iki yuz yıl sonra bir Cuma gunu¸ Hoca’nın turbedarı tam Cuma namazı başlayacağı sırada koşarak Akşehir Ulu Camii’ne gelir ve yuksek sesle¸ “Ey cemaat! Biraz once turbeyi kilitleyeceğim sırada Hoca Nasreddin bana gorundu ‘Cabuk Ulu Cami’ye koş¸ butun cemaati buraya cağır. Şayet gelmeyen olursa¸ canına kıyarım’ dedi” der. Halk once turbedara inanmak istemez. Fakat turbedar ısrar ederek “Şimdi Nasreddin Hoca turbede sizi bekliyor¸ durmayın!” deyince camiyi boşaltarak turbeye doğru yururler. Cami tam boşaldığı anda orta kubbe buyuk bir gurultuyle coker. Boylece Hoca Nasreddin olumunden sonra gosterdiği bir kerametle Akşehir halkını bir tehlikeden korumuş olur.

Bu anlatılanların doğruluğunu bilemiyoruz ama fıkralarının tasavvufi yonden izahının yapılması¸ Hoca’nın tasavvufi yonune ilişkin onemli bir vesikadır.

Mevlana’nın torunlarından Burhaneddin Celebi (1814-1897) Hoca’nın 121 fıkrasını alarak tasavvufi yonden izah etmiştir. Fikret Turkmen tarafından yayınlanan ve incelemesi yapılan bu eserde guzel izahlar yanında¸ fıkrayla ilgisi olmayan izahlar da mevcuttur. İzahlarda¸ ayet ve hadislerle birlikte Mesnevi’den de yararlanılmıştır.
Hoca’nın bir gece uyanıp bahcede camaşır ipine serilmiş olan kaftanını insan sanarak ok atması ve sabahleyin kaftanı olduğunu anlayarak “ Ya Rab sana şukurler olsun¸ icinde ben olmuş olsaydım coktan olurdum” diye şukretmesi anlatılan fıkranın izahını Burhaneddin Celebi şoyle yapar:

“Kendini kendinde ara. Kendine himmetin yuksek olsun. Kendini kendin helak etme. Nefsini bilen Rabb’ini de bilir. Ok ve yay gibi uğraşılarla nefsinizi acizleştirin. Tefekkurle kendini bulup¸ aklını başına al” demeyi tarif eder.

Netice olarak; Hoca Nasreddin¸ şeyh veya bir şeyhin halifeliğini yapan bir mutasavvıf değilse de en azından bir muntesip olarak tasavvufi yonu bulunan bir şahsiyettir kanaatindeyiz. Fıkraları dikkatle incelendiğinde bu hususta ip ucları bulunacaktır. Donemin onemli mutasavvıflarıyla kesin irtibatı ise ancak bulunabilecek yeni belgeler sayesinde kurulabilecektir.


Alim YILDIZ
__________________