Bir Garip Tiryakilik
Aslında, tanınma, bilinme, meşhur olma ve parmakla gosterilme isteği hakiki mu'minlerin değer olculeri acısından cok kıymetsizdir ve basit kimselerin şiarı olan pestpaye bir duygudur. Ne var ki, hubb-u cÂh, iman ve Kur'an hizmetinde koşturan kimseler icin de her zaman teyakkuzda olunması gereken bir felaket sebebidir. Zira, hubb-u cÂh resmî olabileceği gibi, gayr-i resmî de olabilir; devlet dairelerinden herhangi biriyle ilgili bir makam sevgisi şeklinde insanın gonlune duşebileceği gibi, bazen kendini herkese beğendirme, başkaları tarafından ovulme, hep onde gorunme ve aranan, ihtiyac duyulan bir insan olma isteği şeklinde de tezahur edebilir.
Evet, imana ve Kur'ana hizmet eden insanlardan bazıları da hubb-u cÂh hastalığına tutulabilirler. Tutulur ve bulundukları her yerde kendilerini ifade etme, toplum icinde farklı ve ayırt edilir bir insan gorunme, bazen sozle, bazen yazıyla, kimi zaman sesle, kimi zaman da edayla halkın teveccuhunu toplama duşuncesiye değişik tavır ve davranışlar sergileyebilirler. Mesela, zahiren tesirli konuşan ve gorunuşte guzel şeyler yazan bir insan herkesin parmakla gosterdiği biri haline gelir. Herkes tarafından parmakla gosterilmek de bir ceşit pÂyedir. Şayet, bu insan hubb-u cÂha muptel ise, artık hayatını o şan u şohrete gore programlamaya başlar. Ondan sonra her fırsatta o istikamette daha başka takdir ve teveccuhler koparmaya calışır.
Hatta, o kadar teveccuh ve nazar tiryakisi olur ki, her konuştuğunda karşısında ağlayıp inleyen, heyecandan bayılan kimseler bir gun aynı hali sergilemeyecek olsalar onlara karşı ciddi ofke izhar eder. Halka hitap ettiği her yerde, alkış primi alıyor, takdir goruyor ve parsa toplar gibi “Aman ne guzel soyledin!” iltifatları topluyorsa, bu atmosfere oyle tutulur ki, artık o insan bir uyuşturucu bağımlısı misali takdir ve alkış bağımlısı haline gelir. Şayet, bir gun falso yapsa, bir kabz hali yaşasa, anlatmak istediği hususları gonlunce dile getiremese ve her zamanki teveccuhleri bulamasa –Allah korusun– her şeye ve herkese gonul koyar. Once, “Bu insanlar neden bu kadar kalbsizdi bugun; neden beni heyecanlandıracak ve coşturacak bir tavra burunmediler, neden bakışlarını gozlerimin icine teksif etmediler?” der, muhataplarına darılır ve genel atmosferi sorgular. Daha sonra, “Ya her zaman bu meclise sekine taşıyan melekler neredeydiler? Bugun neden beni teyid etmediler?” duşunceleriyle dolar ve meleklere kuser. Hatta haddini butun butun aşarak, meseleyi daha da ileri goturme tali'sizliğine de duşer ve “Neden her zamanki gibi ilham gondermedi?” turunden cirkin mulahazalarla icten ice Allah'a da kuser. Emin olun, pÂye tutkunu, şohret duşkunu ve hubb-u cÂh muptelÂsı boyle bir insanın tahayyul ve tasavvurlarına muttali olsanız, kalbinin ve zihninin bu denli kotu duygularla ve bu kadar kirli mulahazalarla dolu olduğunu gorursunuz.
Oysa, insan her zaman aynı olcude selis ve beliğ konuşamayabilir; her defasında maksadını akıcı, noksansız ve guzel anlatmaya muktedir olamayabilir. Bazen manevî feyzler birden kesilmiş gibi olur, adeta dile kilit vurulur ve insanın butun melekeleri tutulur. Bu durumda, insan irÂdesinin nisbî bir tesirinden soz etmek mumkun olsa da, aslında o hal tamamen Allah'ın elindedir. SemÂlardan insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman evirip-ceviren O olduğu gibi, Peygamber Efendimiz'in ifadesiyle, “Kalb de, Hazret-i RahmÂn'ın parmakları arasındadır; CenÂb-ı Hak hÂlden hÂle cevirir ve ona istediği şekli verir.” Allah TeÂlÂ, dilediği zaman insanın kalbini oyle sıkar, oyle ihtiyaclara boğar ki, artık O'ndan gayri kimse ona inşirah veremez. Haddizatında, işte o hal de Hazret-i Rahman'ın bir rahmet tecellisidir. Yuce Yaratıcı bir manada kuluna, “Gordun mu ya, konuşma kabiliyetini bile aldım elinden; dilersem gorme, işitme ve duşunme melekelerini de alırım; sağır, kor ve dilsiz gibi kalıverirsin bir anda!” der; onu Kendine dondurur ve “Rabbim! Beni Sensiz etme; Seni soylemeyen dilden, Senin eserlerini gormeyen gozden ve Senin zÂkirlerini işitmeyen kulaktan Sana sığınırım!” niyazıyla yonelmesi gereken kapıya yonlendirir. Bu itibarla da, oyle bir tutukluk yaşayan insan onu bile Rabb'in teveccuhu bilmeli; konuşması sırasındaki anlık gafletlere karşı dahi tavır almalı, gonul gozunu bir kere daha verÂlara tevcîh etmeli ve istiğfarla o hali savmaya bakmalıdır. Ne var ki, makam sevdasına dûcar olmuş ve alkış peyleme peşine duşmuş kimselerin bunları duşunmeleri ve uygulamaları da zorlardan zordur.
“Ben Duşmem” Deme!..
Evet, hubb-u cÂh herkesin yakalanması muhtemel olan oldurucu bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalanmama hususunda hic kimsenin teminatı yoktur. Bu sebeple insan, her gun kalbini defaatle cilalamalı; ic dunyasını, tıpkı bir kandili lebrîz ediyor gibi, tekrar ber tekrar parlatmalı ve gonul kıblesinin nereyi gosterdiğini surekli kontrol etmelidir. Yoksa –hafizanallah– “Ben doğru inanıyorum, Allah yolundayım, istikamet uzere yuruyorum; bundan sonra aldanmak benim icin soz konusu değildir.” şeklinde duşunen biri butun butun kaybetmeyle karşı karşıyadır. Bir insanın, kendini bu derece guvende hissetmesi ve aldanmanın onun icin mevzubahis olmadığını duşunmesi, zaten aldanmış olduğunun delilidir; bir gun mutlaka onun sırtı da yere gelecektir ama o zaman meselenin hakikatini anlasa bile iş işten gecmiş olacaktır.
Nitekim, “nice servi revÂn canlar, nice gulyuzlu sultanlar, nice Husrev gibi hanlar ve nice tÂcdarlar” hubb-u cÂh denen o kandan irinden deryada boğulup gitmişlerdir de, o gayyaya nasıl duştuklerinin farkına bile varamamışlardır. Oyle ki, İslam ulemasının uzerinde hassasiyetle durduğu ve Risaleler'de de ele alındığı uzere, bir sure seyr u sulûk-i ruhanîde yol alıp Hızır aleyhisselamın ya da Kutb-u a'zam'ın golgesini bir an da olsa uzerinde hisseden kimselerden bazıları kendilerini o ulvi kÂmetler yerine koymuş, hubb-u cÂh tuzağına duşerek enaniyete mağlup olmuş; şukru bırakıp fahre girmiş, fahirden gurur cukuruna sukut etmiş ve nihayet ya divane olmuş ya da hak yoldan sapmışlardır.
Bu itibarla da, insan teveccuhler karşısında eğilmemeli ve kulluk duşuncesinden asla taviz vermemelidir. Belki halkın takdir ve husn-u kabulu karşısında şoyle demelidir: “Allahım, bu insanların onca teveccuhune ben lÂyık ve ehil değilim. Onlar, hakkımda husn-u zan edip yanılıyorlar, bir ictihad hatası icindeler; onları bu hatalarından dolayı affet, beni de hubb-u cÂha duşme gibi bir kaymadan muhafaza buyur.” Evet, mu'mince duruş, tavır ve davranış boyle duşunup, boyle soylemeyi gerektirir; işin mu'mincesi budur. Başka mulahazaların kÂfirce olduğunu soylemeyeceğim ama mu'mince olmadıkları da muhakkaktır. Muhakkaktır; zira, hubb-u cÂh, ihlÂsı kıran ve riyaya yol acan pek cok sebepten biridir. Riya ise, “şirk-i hafî”dir ve kufurle hemhudut olan bir gunahtır. Makam sevgisi ve itibar tutkusu, şohretperestliğe sebep olur; insanı halkın nazarlarını cekmeye zorlar ve boylece onu riyaya, suma'ya sevk eder; gorsunler, desinler, bilsinler... duygusuyla hareket etmeye surukler.
Gonullerin Fatihi O'dur!..
İşte, boyle riyakÂrca ortaya konan tavır ve davranışlar, mu'mince değildir; değildir cunku, insanların teveccuhunu kazanma niyetiyle yapılan bir işte bir boluşturme soz konusudur; sadece AllÂh icin yapılması gereken o işe başkalarını da ortak koşma bahis mevzuudur. Oysa, CenÂb-ı Hak, daha Kur'an'ın başında “Elhamdu lillahi rabbi'l-alemîn” buyurarak, cok onemli bir hususa dikkatlerimizi cekmiştir. “Lillah” ifadesinde yer alan “lam” harfi, ihtisas ve istihkak bildirir; yani, butun hamd u senaların, her ceşit şukur ve minnet duygularının Allah'a mahsus ve Allah'ın hakkı olduğunu belirtir. Her şekliyle hamd u sena O'nun hakkı olduğu gibi, teveccuh de yalnızca CenÂb-ı Hakk'a aittir, O'na mahsustur, sadece O'nun hakkıdır. Dolayısıyla, bir mu'min icin, her amelde CenÂb-ı Hakk'ın teveccuhu ve rıza-yı ilahî esas olmalıdır. Şayet, bir kimse, bu esası gormezlikten gelir de halktan teveccuh beklentisine girerse, o zaman Allah'ın hakkını insanlara ve kendi nefsine taksim etmiş olur. Ameline şurekÂnın nazarını da bulaştırmış sayılır ve farkında olmadan şirk-i hafiye yuvarlanır.
Bu itibarla, muvahhid mu'min, CenÂb-ı Hakk'ın teveccuhune başka ortaklar koşmaz ve O'nun rızasını her turlu mukafatın ustunde tutar. O, sadece Allah'ın teveccuhunu ve rızasını tahsile calışır; insanların teveccuhune ve istihsÂnına zerre kadar kıymet vermez. Halkın nazarını ve kabulunu, ancak CenÂb-ı Hakk'ın kabulunun ve teveccuhunun bir yansıması ve golgesi ise makbul sayar. Fakat, teveccuh-u nÂsın bir istidrac olabileceğini de hic hatırdan cıkarmaz ve bu konuda da hep temkinli davranır. Halk tarafından alkışlanmayı ve onların takdirini almayı esas maksat yapmaz. O, Hazret-i Rahman'a hasr-ı nazar eder; teveccuhunu butunuyle asıl hak sahibi Rabb-i Rahim'e yonlendirir ve sadece O'nun hoşnutluğunu kazanmaya calışır. Bilir ve inanır ki, CenÂb-ı Hak isterse ve hikmeti oyle gerektirirse onu halka da sevdirir, hakkında husn-u kabul ve sevgi vaz' eder.
Evet, gonul kapılarının acılması Allah TeÂlÂ'nın meşietine bağlıdır; o dilemeyince hic kimse insanların nazarını celb edemez, kendini onlara sevdiremez. Gorduğunuz gibi, bazıları insanlar nezdinde inanılan, guvenilen ve sevilen kimseler olabilmek icin olup olup diriliyor, her fırsatı o istikamette değerlendirmeye calışıyorlar. Guc-kuvvet ellerinde, dayatma ve sindirme imkanlarının hepsine sahipler; beyin yıkama mekanizması da diyebileceğimiz medya onların emrine amÂde... Fakat, onca imkana rağmen, bir turlu kendi toplumlarının ve umum insanların sevgisine ve kabulune mazhar olamıyorlar. Şeytanı bile hayrette bırakan cok buyuk kotuluklerini saklıyor; ama –bağışlayın– şov turunden şeylere girerek ve en ufak iyiliklerinin gunlerce reklamını yaparak dikkatları kendi uzerlerine cekmeye calışıyorlar. Değişik illuzyonlarla minnacık bir akıntıyı şelale gibi gostermeye gayret ediyor ve halkın teveccuhunu kazanmak icin her yola başvuruyorlar. Ne var ki, gonul kapılarını bir turlu acamıyor, milletin takdirini asla kazanamıyor ve istedikleri teveccuhe mazhar olamıyorlar; hatta maksatlarının tam aksiyle tokat yiyorlar. Beri tarafta ise, guc ve kaba kuvvet temsilcilerinin karınca kadar bile gormedikleri insanlar, hic oyle bir beklentileri olmadığı halde halkın teveccuhunu ve husn-u kabulunu tahsil ediyorlar. Onlar, sadece teveccuh-u ilÂhî peşinde koşuyorlar, CenÂb-ı Hak da onlara teveccuh-u nÂsı da yÂr ediyor.
Bu meselede değinilmesi gereken bir husus da şudur ki; halkın teveccuhu, ilahi teveccuhun bir golgesi olması itibarıyla makbul kabul edilse bile, kanaatimce, biz oyle bir mulahazaya bağlı kalmak şartıyla da olsa teveccuh-u nÂsa kıymet vermemeli; boyle masumÂne gorunen bir duşuncenin dahi Allah'a teveccuhumuze ve O'nun bize teveccuhune golge yapabileceğinden korkmalıyız. Korkmalı ve EnbiyÂ-ı izÂm'ın hulusuna tÂlip olmalıyız. CenÂb-ı Hak, her peygamberi peygamberliğe has bir donanım ve mahiyette yaratmıştır; canlarımız onlara kurban, biz onların hicbirinin kıtmiri olamayız. Fakat, peygamberlik isteme başkadır; peygamberlerin vasıflarıyla muttasıf olmayı dileme daha başkadır. Artık hic kimse icin peygamberlik soz konusu değildir ama her mu'min, peygamberlerle temsil edilen guzel ahlaka sahip olmayı gonulden istemelidir. İşte, bu teveccuh-u nÂs konusunda da bize yakışan tavır, peygamberÂne bir ihlas talebidir.
Evet, bu mevzûda, Allah Rasûlu'nun şu beyanı ne kadar mÂnidardır: “Oyle peygamberler gordum ki arkalarında tek bir ummet dahi yoktu.” Bir peygamber duşunun ki, bir omur boyu calışıp didiniyor da, kendisini anlayacak tek aşina sîm bulamadan vefat ediyor. Senelerce tebliğ ve temsil vazifesinde bulunduğu ve hem de muhataplarına Allah'ın elcisine yaraşır bir edayla hitap ettiği halde, sozunu dinleyen cıkmıyor, uc-beş kişi bile onu takip etmiyor. Fakat, o ne sabır, nasıl bir ihlas ve ne buyuk bir vazife şuurudur ki, insanların teveccuhunu kazanamamış olmadan dolayı ye'se duşmuyor, tavır değişikliğine girmiyor ve vazifeden el cekmiyor. Otelere giderken zahiren yalnız ve kimsesiz olarak yuruyor ve gorunuşte eli boş gidiyor; ama aslında CenÂb-ı Hakk'ı kazanmış ve O'nun rızasına ulaşmış olarak Cennete ucuyor.
Bu acıdan, yapılan hizmetleri ve salih amelleri insanların teveccuhune gore değerlendirmemeli. Unutmamalı ki, -Ustad'ın ifadesiyle- CenÂb-ı Hakk'ın rızası ihlÂs ile kazanılır, kesret-i etbÂ' ile ve fazla muvaffakiyetle değil. Dahası, teveccuh-u nÂs ve şohret, insana kabir kapısına kadar arkadaşlık etse de, kabir ve sonrasında başa bela olabilir; dolayısıyla onu arzu etmek değil, belki ondan urkmek ve kacmak gerektir. Ayrıca, inanan insanlar, kendilerinden once yaşayıp gitmiş olan makam-mansıp sahiplerinin akıbetlerini duşunmeli ve dunyalık bakımından en debdebeli bir hayat suren kimselerin bile sonunda mezar denen iki metrelik makamla yetinmek zorunda kaldıklarını hatırdan dûr etmemelidirler. Etmemeli ve henuz vakit varken hubb-u cÂhtan kurtulup ihlas tiryÂkisi olmanın, rıza-yı ilahiye bağlanmanın ve maddî-manevî fuyuzÂt hislerinden fedakarlıkta bulunarak Allah'a ulaşmanın peşine duşmelidirler.
__________________
Bİr Garİp Tİryakİlİk ''makam Ve ŞOhret Tutkusu'' Bu Yaziyi Okumadan GeCme.
Dini Bilgiler0 Mesaj
●27 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Bİr Garİp Tİryakİlİk ''makam Ve ŞOhret Tutkusu'' Bu Yaziyi Okumadan GeCme.