[B]Hava tahmin raporu duzenlemek gaybı bilmek midir?
Lokman suresinin 34. Ayetinde mealen şoyle buyurulmaktadır: “Kıyametin ne zaman kopacağını, yağmurun ne zaman yağacağını, ana rahmindeki cocuğun mahiyeti ve ceninin istidadının ve manevi simasının ne olduğunu, insanın hayır ve şer olarak yarın ne kazanacağını ve nerede oleceğini ancak Allah bilir ve haberdardır.” Bu ayet mealinden de anlaşılacağı gibi, mugayyebat-ı hamseden (bilinemeyen beş şey) olan hava tahminlerinin hukmu nedir? Acaba hava tahmin uzmanları bilinmeyeni mi biliyorlar?

Cenab-ı Hak yağmurun yağma zamanını, sebeplere ve alışılmış kanunlara bırakmayıp doğrudan doğruya kendi ilahi kudretine ve iradesine bağlamıştır. HÂlbuki, genel olarak diğer fiillerinde sebepleri ve kanunları, kudretine perde yapmıştır.

Yağmur, hayata kaynak ve rahmete vesiledir. Diğer nimetler gibi bizlere ulaşmasında araya kanunlar konmamıştır. Yani insanlara dua kapısı kapanmaması icin ilahî hikmet boyle perdeleri araya koymamıştır. Eşref-i mahlukat ve hÂlife-i zemin olan insanın hayatını devam ettirebilmesi icin gerekli olan su; hidrolojik devr-i daim diye tarif ettiğimiz, yer ile atmosfer arasındaki gel git hareketini yapmaktadır. Bir bolgeden atmosfere yukselen su buharı yine aynı yere yağış olarak duşmemektedir. Başka bolgelere de ne zaman yağış olarak duşeceği bilinmemektedir.

Bu durumda meteoroloji ilminin hakikati nedir? Hava tahmin raporlarının hazırlanması icin yapılan bunca masraf beyhude midir? Yoksa bu raporlar hazırlanmamalı mıdır?

Şu bir gercektir ki; meteoroloji ilminin bildiği gayba ait şeyler değildir. Bu ilim Allahın insanlara lutfettiği akıl ve ilim nimetlerini birleştirerek cok yaklaşmış olan yağmur olayını bir muddet onceden tahmin etmektedir. Bu tahmin işi de semaya bakılarak değil, meteorolojik haritalara bakılarak yapılmaktadır. Bu konuyu biraz daha acarsak mesele anlaşılacaktır:

Hazarda (sulh donemi) butun ulke meteorolojileri bir aile gibidir. Meteoroloji saati, uluslararası rasat kodları, meteorolojik hadiselerin sembolleri... Hepsi butun ulkelerde aynıdır. Adeta meteoroloji tek dil, tek ulke gibidir. Ana sinoptik rasat saati diye ifade ettiğimiz 00, 06, 12, 18 gmt (greenwich mean time) saatlerinde butun dunya meteoroloji istasyonlarındaki vazifeli rasatcılar, istasyonlarının o anki hava durumunu, uluslararası rasat kodlarına uygun olarak şifreleyip kendi ulkelerindeki merkezlere, ulkeler de bu rasatları kontrol edip dunyanın belli noktalarındaki ana toplama merkezlerine gonderirler. Bu toplama merkezleri, rasat bilgilerini belli saatlerde butun dunyaya radyofax ve bilgisayar aracılığı ile ulaştırır. Bu bilgiler, ulkelerin ve istasyonların sadece kod numaraları ile temsil edildiği meteorolojik haritalara bilgisayar tarafından işlenir ve eş basınc eğrileri cizilerek farklı hava kutlelerini temsil eden cephe sistemlerinin yonu ve hızı belirlenir.

Bu noktadan sonra sıra tahmin yapmaya gelmiştir artık. Gorulduğu gibi gaybi olan hic bir şey yoktur. Meteorolojik haritalardan okunan ve yorumlanan bilgiler her istasyon icin aynı saatte olculmuş ve kaydedilmiş bilgilerdir. Yani, gaybdan cıkmış, herhangi bir noktaya gore daha batı boylam derecelerinde emareleri gorulmuş bir yağışlı hava kutlesini taşıyan hava akımlarının hızı olculerek, hava tahmini yapılacak olan noktaya ne zaman ulaşacağının tespit edilmesinden ibarettir. Şu anda gelişmiş ulkelerde radar teknolojisi ile, cephe sistemleri ve buna bağlı hava hareketleri, anında radar ve bilgisayar ekranından izlenebilmektedir.

Meteoroloji ilmindeki bu gelişmelere rağmen yuzde yuz doğru tahmin cok zordur. Ozellikle tahmin suresi uzadıkca tutarlılık yuzdesi duşmektedir. Meteorolojistleri en cok yanıltan hava olaylarından birisi de hÂlk arasında kırk ikindi yağmurları olarak bilinen, bahar aylarının kararsız yağışlarıdır. Bu donemlerde hava tahminlerinin tutarlılık yuzdesi, yuzde altmışlara kadar duşmektedir.

Sadece meteoroloji ilminin penceresinden bakıldığında dahi ilim ve teknolojideki baş dondurucu gelişmeler, insanın ancak aczini anlamasına vesile olmaktadır. Netice olarak ilim, mugayyebat-ı hamse denilen, yalnız Allahın bildiği gayba ait şeyleri değil, emareleri gorunmuş, maddi Âlemde belirmiş olanları tespit edebilir.

Laboratuarlarda Canlı Hucre Yapılabilir mi?
Biz, "Hayat nedir?" sorusuna cevap aramayacağız? Cunku, hayatın mahiyeti uzerinde yuzyıllardır suregelen felsefi ve ilmi tartışmaları bir kac sayfada ne sonuclandırmak ve ne de ozetlemek mumkundur. Biz tartışmamızı daha ziyade, biyolojik manada canlı ve cansız ayrımıyla, bunlar arasındaki farklılıklara ve bu farklılıkların devamını sağlayan faktorler uzerine bina edeceğiz.

Butun canlılar, cansız molekullerden ibarettir. Canlı varlıklarda bulunan bileşikleri teker teker incelediğimiz zaman, onların da diğer cansız kimyevi bileşiklerle aynı kanunlara tabi olduğu gorulur. Fakat, canlılarla cansızları karşılaştırdığımız zaman, onemli farklılıkların olduğunu goruruz.

Canlıları cansızlardan ayıran en onemli farklılık, uremeleri ve kendine benzeyen bir neslin devam etmesini sağlamalarıdır. Ureme esnasında, o turun butun ozellikleri DNA adı verilen dev molekullerde nesiller boyu muhafaza edilmektedir. Mesela, bazı bakteriler milyonlarca yıl hic bir değişikliğe uğramadan gunumuze kadar gelmişlerdir. Bir canlı varlığa ait butun ozellikler, DNA molekulleri uzerine yazılmıştır. İnsanoğlu yazılarını taşlar ve metaller uzerine yazarak zor muhafaza ederken, bir bakteri DNA'sı uzerine kader kalemiyle tanzim edilen şifreler, milyonlarca yıldır hic değişmeden kalmıştır. En kucuk bir canlı dahi, devamlı coğalarak neslini aynen devam ettirirken, en buyuk cansızların, mesela bir dağın bir başka dağı doğurduğu gorulmemiştir.

Canlılar, kimyevi bileşim bakımından oldukca zengin ve karmaşık yapıdadırlar. Mesela, cok basit bir bakteri olan ve ağırlığı gramın beş yuz milyarda biri kadar gelen bir Escherichia coli (Eşerişia koli) hucresinde 5000 ceşit bileşik bulunmaktadır. Bunların 3000 ceşidini proteinler, 1000 kadarını nukleik asitler, geride kalan kısmını da yağlar ve kucuk bileşikler teşkil eder. E. coli'de bulunan protein molekulleri aynı işi yapsalar bile, insanlar ve diğer canlı turlerindeki proteinlerle aynı değildir. Her tur kendisine has farklı kimyevi yapıda protein ve nukleik asit molekullerine sahiptir. Butun canlı turlerinde bir trilyon farklı protein ve on milyar civarında değişik nukleik asit olduğu tahmin edilmektedir. Bu protein ve nukleik asitler, molekul ağırlıkları hidrojen atomunun 5-10 bin ila birkac milyon katına ulaşan buyuk molekullerdir.

Canlılarda bir başka olağanustu ozellik de, bu kadar ceşit ve sayıdaki molekullerin cok kısa bir zamanda ve basit maddelerden yapılmalarıdır. Yine, E. coli orneğini verelim: Bu bakteri yalnız su (H2O), amonyum iyonu (NH4) ve glikoz (C6H12O6) ihtiva eden bir ortamda ureyebilmektedir. Her bir E. coli hucresi yirmi dakikadan az bir surede bolunerek iki E. coli hucresi meydana gelir. Her iki hucre de birbirinin aynısıdır. Yani, yirmi dakika icinde hucre tarafından su, amonyum iyonu ve glikoz gibi uc basit bileşikten 500 ceşit melokul bir arada ve ihtiyac duyulan oranda yapılmaktadır. Akıl almaz bir hızla cereyan eden bu molekul imalatı, canlılarda vuku bulan olayların cansızlar aleminde olanlarla karşılaştırılamayacak kadar karmaşık olduğunu gosterir.

Ornek olarak zaten cok basit bir yapıya sahip ve tek bir hucreden ibaret E. coli bakterisini almıştık. İnsan ve diğer canlılarda trilyonlarca hucre olduğunu, ayrıca doku ve organ farklılıklarını da duşunursek, karmaşıklık akıl ve hayalimizin erişemeyeceği bir noktaya cıkar.

Şimdi, şoyle bir soru akla gelmektedir: Madem canlılardaki molekullerin davranışları kimyevi ve fiziki prensiplerle acıklanabiliyor ve hatta hucre faaliyetlerine bazı mudahalelerde de bulunulabiliyor. Ayrıca, canlı hucre hakkında bir cok şey biliniyor, "acaba laboratuvarda kimyacılar tarafından bir canlı hucre veya virus yapılabilir mi?"

Bu soruya cevabımız "hayır" olacaktır. Nicin boyle duşunduğumuzu acıklamadan once, canlı hucre yapısında cok onemli rolleri olan DNA ve protein molekullerinin yapı ozellikleri uzerinde biraz izahat vermemiz yerinde olacaktır.

DNA (Deoksiribo Nukleik Asit) molekulleri, viruslerde ve en basit bakterilerden en yuksek yapıdaki organizmalara kadar butun canlılarda cekirdek gorevi yapar Yani, o varlığa ait butun bilgileri taşırlar. Soz konusu bilgiler DNA uzerinde şifre halinde bulunur ve bunlar da proteinlere RNA (Ribo Nukleik Asit) molekulleri aracılığı ile tercume edilir. DNA molekullerindeki şifre, dort ceşit bileşiğin farklı tarzlarda (bu bileşik kısaca A, G, S, ve T harfleriyle gosterilen adenin, guanin, sitozin ve timindir) sıralanmalarıyla teşekkul eder. E. coli bakterisindeki protein ceşidine bir goz atarsak, canlılarda DNA molekullerinin ne kadar uzun olabileceğini tahmin edebiliriz.

Bir E. coli bakterisine ait DNA baz sıralanmasını ifade edebilmek icin 2000 sayfaya ihtiyac vardır. İnsanınki icin ise yaklaşık bir milyon sayfaya gerek vardır. Bugun laboratuarda bu sayfanın onda biri kadar uzunluğunda bir DNA zincirini yapabilmek dahi mumkun değildir. Kaldı ki, DNA molekulu tek başına, ne bir virustur, ne de bir canlı hucre. Cunku, organizmalarda protein adı verilen ve her ceşit kalıba girebilen harikulade bileşiklerin de mevcudiyeti gerekmektedir. Butun bitki, hayvan ve bakterilerde bulunan proteinleri bir arada mutalaa ettiğimizde, şu hayati fonksiyonların proteinler tarafından yerine getirildiğine şahit oluyoruz:

1- Hucre icindeki butun kimyevi reaksiyonlar 'enzim' adı verilen ve tamamen protein olan katalizorler vasıtasıyla gercekleştirilmektedir. Bunların sayesinde canlının ihtiyacı olan her şey, aynen gaz pedalıyla arabanın hızının ayarlanması gibi, en uygun hız ve miktarda yapılmaktadır.

2- Tırnak, deri, boynuz ve kıllar gibi canlıda koruyuculuk gorevi yapan dokular protein yapısındadır.

3- Bağışıklık adı verdiğimiz ve canlıyı dışarıdan gelen mikroplar ve virusler gibi zararlı amillerden koruyan bileşikler yine bir protein olan 'antikorlar'dır. Bunlar, o canlının kendisine ait olmayan şeyleri tanıyarak, bertaraf ederler.

4- Mesela, oksijen taşıyan hemoglobin gibi, bir cok taşıma gorevleri de bazı proteinlerce yerine getirilmektedir.

5- Hucre ici ve dışı arasındaki giriş-cıkış trafiği de hucre zarlarında yer alan proteinler tarafından sağlanmaktadır. Yani, hucreye lazım olan iceri alınmakta, artık ve fazlalıklar dışarıya tam bir ahenkle cıkarılmaktadır.

6- Sinirlerdeki uyartıların teşekkulu ve iletimi de yine bazı ozel proteinlerce sağlanmaktadır.

7- Canlı vucudunun bir orkestra ahengiyle idare edilmesinde cok onemli rollere haiz olan hormonlardan bazıları da protein yapısındadır.

Yapılan araştırmalar, bu sıralanan fonksiyonlara daha başkalarının da ilave edilebileceğini gostermektedir Şimdi bu harikulade bileşiğin, yine aynı komplekslikteki yapısından bahsedelim:

Yeryuzundeki butun canlıların proteinleri, 20 ceşit amino asidin farklı sıra ve oranlarda birleşmesi sonucu meydana gelmiştir. Canlı turlerindeki proteinler, aynı fonksiyonu gorseler bile, ayrı yapılara sahiptirler. Bundan dolayı, butun canlı turlerini goz onune aldığımızda yuz milyar ceşitten fazla proteinin bulunacağı anlaşılmaktadır. Nasıl ki, 29 harfle ciltler dolusu kitaplar yazılarak bir cok manalar ifade edilmektedir; aynı şekilde, milyarlarca hayati fonksiyon, 20 ceşit bileşiğin teşkil ettikleri dev molekullere gordurulmektedir. "Dev molekuller" diyoruz, cunku bazı hormonlar mustesna, en kucuk proteinlerde bile asgari 100 amino asit vardır. Tabii ki bu kadar cok sayıda amino asidin birleşmesiyle teşekkul eden protein
zincirleri hucre icindeki zincir yapılarını muhafaza edemezler ve birbirlerinin uzerine kıvrılarak, uc boyutlu bir şekle katlanırlar.

İşte, canlıdaki vazifesini, bir protein, uc boyutlu haliyle yerine getirebilir. Proteinlerin sahip olabileceği milyarlarca farklı uc boyutlu yapılarından yalnız birkac tanesi fonksiyon gorebilmektedir. Mesela, 100 amino asitlik bir proteinin 10 uzeri 47 (birin yanında 47 sıfırın bulunduğu bir sayı) farklı şekilde uc boyutlu yapısı olabilir. Bunlardan iş gorecek olanı onceden kestirebilmek imkansızdır. Dolayısıyla, belirli bir fonksiyonu yerine getirebilecek bir proteinde amino asit sıralanışının nasıl olması gerektiğini soylemek mumkun değildir.

Bir hucre hayatında vazgecilmez yeri olan DNA ve protein molekullerinin, yukarıda kısaca arz ettiğimiz bazı ozelliklerini goz onune aldığımız zaman, canlı hucre yapımıyla ilgili suale, HAYIR şeklindeki cevabımızın gerekcelerini de gormuş oluyoruz. Bir virusun veya hucrenin ihtiva ettiği molekulleri yapmaktan aciz kalınıyorsa, bunları laboratuarda sentezlemek elbette mumkun olmayacaktır.

Gunun birinde, teknolojinin daha da gelişerek insanoğlunun bu sentezleri gercekleştirdiğini farz edelim. Bu, canlının tesadufen ortaya cıktığına delil olamaz. Cunku senelerin ve milyonların bilim adamının bilgi birikimiyle ortaya cıkabilen bir netice, ancak sonsuz bir ilmin gostergesi olabilir.

Yaratılışta tesadufun hissesi var mıdır?
Kainattaki muhteşem sanat, fevkalade hikmet ve surekli duzenlilik tesadufu şiddetle reddediyor. Bu yuksek hakikati, matematiğin uygulama dallarından biri olan ihtimaller hesabıyla da gostermek mumkundur.

Once şansa bağlılık veya rasgelelik diyebileceğimiz tesaduf kavramını kısaca acıklayalım. Herhangi bir olayın veya varlığın hicbir kasıt, irade, tercih ve ilim kullanmadan rasgele meydana gelmesi tesaduftur. Mesela, bir topcunun herhangi bir hedef tespiti ve ayarlama yapmadan başlattığı, rasgele atışlardan birinin, bizce bilinen bir hedefe isabet etmesi tesaduftur. Top arabasının veya sistemin, manevra kabiliyetine gore yapılacak milyonlarca atıştan, sadece bir tanesinin yeri hedeftir.
Şansına guvenerek tesadufen bir kac duşman tankını tahrip etmek isteyen bir topcuya, mevcut en buyuk orduların cephanesi bile yetmez.

Dunyamızın var oluşunda tesadufun tesiri var mıdır? Dunyanın meydana gelişinde ileri surulen teorilerden en fazla rağbet goren Kant-Laplace teorisinin bir an icin gecerli olduğunu kabul ederek, bunun tesadufen olma ihtimalini duşunelim. Guneşten kopan gezegenlerin uzayda durabileceği yer ve pozisyon sayısı sonsuz diyebileceğimiz kadar fazladır. Bu sonsuza yakın yerler icinde dunyamızın her gunku yeri, pozisyonu, guneşe olan mesafesi, gerek kendi ve gerekse guneş etrafındaki donuş duzeni tektir. O halde dunyamızın gece gunduzu, mevsimleri meydana getirecek ve hicbir gezegene carpmayacak şekilde hikmetlerle dolu bu gunku halinin tesadufen olması ihtimali sonsuzda birdir. O da sıfır demektir. İhtimali sıfır olan hadiselere “imkansız” denir. Halbuki, dunyanın gerek kendi ve gerekse guneş etrafındaki cok hızlı donuşu, bu donuşe rağmen uzerindekileri sarsmaması, gece ve gunduzle mevsimleri meydana getirmesi mukemmel bir ilmi ve kudreti en acık şekilde gostermektedir. Cunku, dunyanın gerek hızında, gerekse yorungesindeki en kucuk değişiklik, butun mevcudatın, bir anda harap olması icin yeterlidir. O halde, bu duzen ancak ve ancak tek bir Kadir-i Rahim'in kudret, irade ve emriyle olabilir, tesadufun eli karışamaz.

Konunun biraz daha acıklığa kavuşması icin bir misal verelim. İcinde alfabenin 29 harfi bulunan bir torba duşunun. Bir torbaya elimizi sokarak cekeceğimiz harflerle NİZAM kelimesini yazmak istiyoruz. Her cekişten sonra cektiğimiz harfi tekrar torbaya koyuyoruz. Boyle bir sistemle NİZAM kelimesinin yazılma ihtimalini hesaplıyalım. Bu cekişlerde alfabenin 29 harfiyle yazılacak 5 harflik manalı ve manasız kelimelerin sayısı; birden yirmi dokuza kadar olan sayıların birbirleriyle carpımının, birden yirmi dorde kadar olan sayıların carpımına bolunmesiyle elde edilir. Bu da “on dort milyon iki yuz elli bin altı yuz”dur. Bunlardan sadece bir tanesinde harflerin dizilişi NİZAM kelimesini meydana getirecek şekildedir. Yani NİZAM kelimesinin tesadufen yazılma ihtimali on dort milyon iki yuz elli bin altı yuzde birdir. Beş harfli on dort kelimenin bir paragrafta rasgele yazılma ihtimali 14 250 600 uzeri 14’te birdir.

Yani 10 rakamının onune yuz sıfır koyarak elde edeceğimiz sayıda 0,7 ihtimaldir. Bu da yaklaşık sıfır demektir. Yani boyle bir şeyin yazılması mumkun değildir. Demek ki, her biri sadece 5 harften meydana gelen 14 kelimelik bir paragrafın, tesadufen yazılması ihtimali, imkansız denecek kadar kucuktur. Boyle basit ve kucuk bir paragrafın tesadufen yazılması imkansız olursa, buyuk kainat kitabı olan bu mevcudatın sanatlı, manalı ve duzenli bir şekilde yaratılmasında tesadufun hissesi bulunabilir mi?

Bu misali hakikate tatbik ederken, milyonlarca cilt buyukluğunde kainat kitabının tesadufen yazılması hadisesini bir kenara bırakalım ve kainatta sadece bir kelime durumunda olan insan vucudunu duşunelim. Kainatın icinde bir kelime gibi gorunen insan vucudunda dolaşım, sindirim, boşaltım gibi sistemlerden her biri ciltlerce ansiklopedi mesabesindedir. Biz bu sistemden en basit olan iskelet sistemini ele alalım. Yetişkin bir insanda 208 olarak karar bulan kemiklerin tesadufen, ahsen-i takvimde olan, yani en guzel şekilde yaratılmış bulunan insan vucudunu meydana getirecek şekilde dizilmesi ihtimali nedir biliyor musunuz? Birden 208'e kadar olan sayıların carpımıyla elde edilecek sayıda bir ihtimaldir. Bu da yaklaşık sıfır demektir. Başka bir ifadeyle, boyle bir yapının tesadufen ortaya cıkması ilmen mumkun değildir. Halbuki bu duzenli yapı bir insanda değil butun insanlarda ve hatta hayvan ve bitkilerin hepsinde bulunmaktadır. Bunların hepsi bir yana insanın tek elindeki kemiklerin gorduğumuz bu duzen icinde dizilme ihtimali 1/28! dir. Tek elindeki kemiklerin tesadufen istenen şekilde dizilmesinin ihtimali bu kadar kucuk olduğuna gore, dunyaya gelen herhangi bir cocuğun tesadufen normal olmasının imkanı ve ihtimali yoktur. Halbuki, her gun dunyaya gelen milyonlarca bebeğin her haliyle birbirinden farklı olmakla beraber belirli bir planda yaratılmış bulunmaları, tesadufu temelinden reddetmektedir. Demek ki yaratılışta sonsuz bir ilim, kudret ve irade sahibi olan Cenab-ı Hakk'ın emir ve iradesi ve takdiri şarttır.

Kainattaki butun canlılar milyarlarca hucrenin baş başa vermesinden teşekkul eden milyonlarca dokunun belirli bir duzenle bir araya gelmesiyle vucut bulmaktadırlar. Canlıların en kucuk yapı taşı olan tek hucre proteini bile 400 aminoasitten hasıl olmuştur. Bu aminoasitlerden her birisi de dort veya beş temel elementten ve her elementin de belirli sayıda bir araya gelmiş proton ve notronlardan teşekkul ettiği birlikte duşunulurse, her biri bir sanat harikası olan canlıların rasgele meydana gelebileceklerini soylemek bir hezeyandır. Hucrede mevcut 400 aminoasidi kontrol eden DNA zincirinde takriben 41000 veya 10600 farklı dizi mumkundur. Herhangi bir yerde ozel gorevi olan bir DNA'nın meydana gelmesi ihtimali 1/10600 dur. Demek ki canlıların en kucuk yapı taşı olan hucredeki proteinde gorevi olan DNA'nın bile tesadufen meydana gelmesi imkansızdır. O halde hucrelerin milyarlarcasını belirli bir duzenle bir arada ihtiva eden bir canlının yaratılışında tesadufun hicbir hissesi yoktur.

Her insanın “İslÂm fıtratı uzerine yaratılması” ne demektir?
AhlÂk, “hulk” kelimesinin coğulu; huy, tabiat, mizac, seciye gibi mÂnÂlara geliyor. İnsanın fıtratıyla, yaratılışıyla yakın alÂkası var.

Rum Sûresinde şoyle buyrulur: “O halde (Habibim) sen yuzunu bir muvahhid olarak dine yonelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et.” (Rum Sûresi, 30)

Şems Suresinde de bazı mahlûkata kasem edilir, bunlardan birisi de nefistir. Yedinci ve sekizince Âyetlerde, “nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kotuluklerini ilham edene” kasem edilmektedir. Bu Âyet-i kerime, “her cocuğun İslÂm fıtratı uzere doğduğunu” haber veren peygamber kelÂmıyla birlikte duşunulduğunde şoyle bir hakikat ortaya cıkar: Demek ki, insanın fıtratı iyice dikkate alınabilse guzel ahlÂkın kaynağına da inilmiş olacak.

İnsanın bedeni İlÂhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da Hakk’ın tanzim ve takdiriyledir; o da İlÂhîdir.

Buna gore, sozluk anlamından hareketle, guzel ahlÂk denilince insanın yaratılışında mevcut olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir. AhlÂksızlıkların tumunde bu sermayenin yanlış kullanılması soz konusudur.

İnsanın yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır. Zira insan basit bir masanın bile kendi kendine yapılıp catılamayacağını bilecek guctedir. Putperestler bile kendilerini birinin yarattığını bilmişler, ama onu doğru tanıyamamışlar ve tabiatlarındaki ibadet etme ihtiyaclarını yanlış olarak cansız cisimlerle tatmin etmeye calışmışlardır.

Hicbir insanın gıybet edilmekten hoşlanmaması insan yaratılmışının gıybeti reddetmesi demektir.

Yalan soylemenin zorluğu, doğru soylemenin ise rahatlığı, yalanın yasak, doğrunun sevap olduğuna fıtratın şehadetidir.

Kıskanma duygusunun insanın yaratılışına konulması da namus mefhumunun fıtrî olduğunu ders verir bize.

Borc para istediğimiz bir dostumuzun, alacağını fazlasıyla geri istemesinden rahatsız olmamız, faizin haram oluşuna fıtratın şehadetidir.

MisÂller coğaltılabilir.

Demek ki, insanın yaratılışı guzel ahlÂk uzeredir. Ancak, insan tabiatına yerleştirilmiş bulunan butun bu ozelliklerin mecralarını bularak tekÂmul etmeleri gerekiyor. Bu tekÂmulun esasları, İlÂhî kitaplarda konulmuş ve Peygamberlerce (as.) insanlık Âlemine tebliğ edilmiştir. “Ben ancak guzel ahlÂkı tamamlamak icin gonderildim.” hÂdis-i şerifinin bir mÂnÂsı da bu olsa gerek.

Semavat ve arz neden altı gunde yaratılmıştır?
Semavat ve arz altı devrede, safha safha yaratılmış. Ve sonunda şu gorduğumuz harikalar harikası kÂinat cıkmış ortaya.

Onun yaratılışındaki bu hikmet tecellisi ondaki hadiselerde de kendini gostermiş. Gece birden kaplamamış yeryuzunu; gunduz de Âniden gelmemiş. Geceden seher vaktine gecilmiş ve onu guneşin doğuşu takip etmiş. Daha sonra guneşin yine yavaş yavaş yukselmesiyle oğle vaktine erişilmiş, onu da o bereketli ikindi vakti takip etmiş ve sonunda gurup.

Gunduz Âniden gelse, gece birden bastırsaydı ne seherden soz edebilirdik, ne oğleden, ne ikindiden.

Bu hikmetli yaratılış, bitkiler Âleminde de hukum surmuş. Cekirdekte ilÂhî bir sanat ve hikmet gizli. Koca ağacın butun programı o kucucuk Âlemde kader kÂlemiyle cizilmiş. Ondaki, genetik şifre ilim adamlarını hayretler icinde bırakan bir mukemmellikte ve yine onları caresiz kılacak kadar derin sırlarla dolu.

Cekirdeğin acılması apayrı bir harika. Fettah isminin tecellisi. Yerin cekimine rağmen yukarıya doğru başlayan hikmetli ve intizamlı yuruyuş. Derken fidan devresine eriş. Boy atma ve kalınlaşma devreleri ve sonunda cicek acıp meyve verme... Her meyvenin de buyumesi, kemÂle ermesi ve o yumuşak meyveden sert cekirdeklerin suzulmesi yine birden bire değil, safhalar hÂlinde gercekleşmekte.

Her safhası ilim ve hikmetle yurutulen bu akıl almaz faaliyetler, yeryuzunu değişik tablolarla doldurur ve fikir ehlini bu ilÂhî sanatlara hayran bırakır.

Dunyada hikmet, Âhirette ise kudret hÂkim. Dunya kudret Âlemi olsaydı, şu muhteşem kÂinat altı gun, yani altı devre yerine bir anda yaratılacaktı. Ondaki ağaclar da bir anda bitecek ve son şekliyle boy gostereceklerdi. O zaman yukarıda sıraladığımız ilÂhî sanat eserleri de vucut bulmayacaklardı.

Cekirdekler Âlemi, yoklukta kalacak, acılmaları, buyumeleri, fidan olmaları gercekleşmeyecekti.

Cekirdekler olmayınca, hÂliyle, yumurtalar ve nutfeler Âlemi de yokluktan kurtulamayacaklar, bu Âleme gelip, taşıdıkları rabbanî sanatları sergilemekten mahrum kalacaklardı. Fidanlar olmayınca bebekler de, kuzular da, buzağılar da olmayacaktı. Binlerce sanat bire inecek, yuzlerce guzellik ortadan kaybolacaktı.

Terbiye ve tedbir fiillerinin tecellileri gorulmeyecek, sadece ibda ve icat fiillerinin mahsûlleri, Âlemde boy gosterecekti.

İlÂhî hikmet buna musaade etmedi ve kÂinatı bir anda yaratmak yerine altı devrede inşa etmeyi takdir buyurdu.

Bu asrın bu kadar isyanlarına rağmen, nicin helÂk olmuyoruz?
Peygamber Efendimiz (asm.) ummetinin helÂk olmaması icin Allah’a (cc.) cok yalvardı. Bu yalvarmalarının en muhimi de Veda Haccı’nda, Arafat ve Muzdelife’de oldu. Bu iki mubarek yerde O, Allah’ın ilham ettiği olcude pek cok şey diledi. Hatta, kul haklarının affı icin dahi yalvardı, yakardı.

Evet O Sultanlar Sultanı’nın, ummet-i Muhammed’in helÂk olmaması mevzuunda pek cok yalvarış ve yakarışları olmuştu. Bunu Sahabe-i Kiram’a şoyle anlatıyor:

“Ben, Rabbimden, benim ummetimi helÂk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duamı kabul buyurdu. Dedi ki: ‘Onların helÂki kendi aralarında olacaktır. Gunah işledikleri zaman ben onları birbirine duşurecek ve vurduracağım.’ Ben bunun da kalkmasını diledim; ama Rabbim, bunu kaldırmadı.”

Evet, iradeleri ile halledecekleri bu mesele kaldırılmamıştı... Başka kavimler gunah işledikce semavi ve arzi afetler onları kırıp gecirecek; ama Ummet-i Muhammed curum işledikce birbirine duşecek, ittihat ve ittifakları bozulacak, ihtilaflarla hırpalanacaklar. İşte, Resul-i Ekrem (asm.) bunun kalkmasını Rabbinden cok diledi; ancak, Cenab-ı Hak -hikmetini kendi bilir- bunu kaldırmadı.

Kur'an-ı Kerim' de bilimsel keşiflerden bahsediliyor mu?
Kur'an-ı Kerim bir ayetinde şoyle buyurur: "Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mubin'de vardır" (En'am 59). Ayette gecen "Kitab-ı Mubin" tabiri ile kastedilen şey nedir? İslam alimleri, bununla, hem Kur'an-ı Kerim'i, hem de "Levh-i mahfuz"u anlamışlardır.

Levh-i Mahfuz, sırrı ve mahiyeti sadece Allah tarafından bilinen ve icerisinde olmuş, olacak her şeyin yazılı bulunduğu bir levhadır. Yani Allah'ın kader kitabı.

Ayetin taşıdığı bu iki ihtimalden sadece birini kesinlikle iddia edemeyiz. Oyle ise, Kitab-ı Mubin tabiriyle hem levh-i mahfuz ve hem de Kur'an-ı Kerim'in kastedilmiş olduğu soylenebilir.

Bu durumda, Levh-i Mahfuz'da her şey acık olarak butun teferruatıyla yazılmış, Kur'an-ı Kerim'de ise ozetlenmiştir. Aralarında ağacla, ağacın cekirdeği arasında mevcut olan fark vardır. Soz gelişi, bir incir cekirdeği, nokta kadar kucukluğune rağmen, koskocaman incir ağacını (boyu, dalı, yaprağı, meyvesi, tadı, kokusu vs.) her ceşit hususiyetleri ile birlikte ihtiva etmekte, maddi manevi her yonunu, gozlerimizle gormemiz mumkun olmayan genlerde programlar halinde taşımaktadır. Bu ilmen ortaya konmuş bir gercektir.

Binaenaleyh, Kur'an-ı Kerim'de de bu cekirdek misalinde olduğu gibi, gecmiş ve geleceğin muhim hadiseleri ozetler ve işaretler halinde kaydedilmiştir.

Ancak bunu herkesin gorup anlaması mumkun değildir. Bu sahanın ehli olan bazı alimler, bunları sezebilir veya gorebilir.

Akla şu sorunun gelmesi normaldir: Her şeye yer veren Kur'an-ı Kerim'de insanlık icin cok muhim olan ucak, tren, elektrik gibi fenni icatların acık olarak anlatılmamasının sebebi nedir? Herkesin aklına gelen bu soruyu birkac acıdan cevaplandırmak mumkundur:

1- Kur'an'ın Asıl Gayesi Acısından: Kur'an-ı Kerim'in asıl gayesi bize fenni bilgi vermek, gecmiş ve gelecekle ilgili tarihi malumat sunmak değildir. O, ne bir tarih, ne de coğrafya, fizik, kimya, keşifler, icatlar kitabıdır. Bu ceşit kitaplarda bulunan turden bilgileri Kur'an'da aramak, Kur'an'ın asıl maksadını bilmemekten, onu hakkıyla tanımamaktan ileri gelir.

Kur'an her şeyden once bir din kitabıdır. Yani, insanlara Allah'ı ve insanların Allah'a karşı vazifelerini tanıtan bir kitap. Esasen butun dinler, insan icin, iki mechul olan "Yaratan"ı ve "yaratıkların vazifeleri"ni acıklamaya calışır. "Yaratan kimdir, nedir, nasıl bir varlıktır, neler yapmıştır, ne yapmaktadır, yaratmaktan maksadı nedir?"

İnsanoğlu bunları oğrenmek ve anlamak ister. Yine isteriz ki, "mahlukat nedir, nereden gelmiştir, sonu ve akıbeti ne olacaktır, bu dunyadaki işi ve vazifesi nedir", bilsin, anlasın.

İşte Kur'an-ı Kerim'in esas gayesi, bu soruları cevaplayarak insanlara Rablerini ve kendilerini tanıtmaktır.

Kur'an-ı Kerim, bununla beraber diğer mahluklardan da bahseder. Arz ve sema; ay, guneş ve yıldızlar, hayvanlar ve ağaclar; dağlar, denizler ve nehirler onda hep gecit resmi yaparlar. Ancak bunlardan bahis de, esas itibariyle, yukarıda kaydedilen iki maksat icindir: Ya Allah'ın kudretini, onlar uzerindeki tasarrufunu belirtmek, bunları bir delil ve vasıta yaparak Allah'ı tanıtmak; ya da bunların insana olan faydalarını, yaratılış gayelerini belirterek insanlara kulluk vazifelerini hatırlatmak ve buna teşvik etmektir.

Kur'an-ı Kerim'de galaksiler, yıldızların sayısı veya guneşin capı, dunyadan uzaklığı, neşrettiği şualar ve ısı derecesi gibi, fenni bilgiler yer almaz. Zira, bu ceşitten eşyanın bizzat kendisini tanıtan bilgiler, Allah'a sunulan ibadet acısından ehemmiyet taşımazlar. Guneş, bunca azamet ve hizmetine rağmen, kulluk dairesi icerisindeki ehemmiyeti yonuyle, ayet-i kerime'de bir "lamba", bir "mum"dur. Dunya da bazen bir "beşik", bazen bir "doşek"tir. Gok kubbesi ise, yıldızlarla suslenmiş bir tavandır.

Ucsuz bucaksız kainatın, boylesi tasviri yanında, beşeri icatlar, Kur'an'da nasıl zikredilme hakkı isteyebilirler? Zira bunlar, hem cisimleri ve hem de hizmetleri yonunden kainatın parcalarına nazaran cok kucuk ve sonuk kalırlar. Oyle ise, Kur'an-ı Kerim'in, beşeri icatlara uzaktan ve dolaylı bir işarette bulunması onlar icin yeterlidir. Gercekten de oyle yapıldığını az ilerde goreceğiz.

2- İmtihan Sırrı Acısından: Kur'an-ı Kerim'in fenni icatlardan veya gecmiş ve gelecek hadiselerden, herkesin anlayacağı bir tarzda acık olarak bahsetmeyişinin bir diğer sebebi, "imtihan sırrı"nın gereğidir. Bununla şunu kastediyoruz: İnsanlar, diğer mahluklar gibi, sabit, değişmez belli bir kabiliyet uzerine yaratılmamıştır. O, Yaratılışı itibariyle son derece terakki (yukselme) ve tedenni (duşme)ye musaittir. Manen ilerleyerek meleklerden ustun olabileceği gibi; ruhen, ahlaken gerileyerek hayvanlardan cok daha aşağılara duşebilecektir.

Cenab-ı Hakk, insanları bu mahiyette yarattıktan sonra başı boş bırakmamıştır. Peygamberlerle, yuce hedeflere terakki edip yukselmenin şartlarını oğrettiği gibi, ilerlemeye mani olacak engelleri, onu alcaltıcı, duşurucu sebepleri de gostermiş ve şoyle emretmiştir: "İşte sana iki yol, birinde gidersen yukseliş, diğerinde gidersen alcalış var. Sakın nefsine, şeytana uyup kendini alcaltma. Aksi takdirde bundan hesap verecek, ebedi husrana uğrayacaksın."

İşte insanın manen ve hatta maddeten yukselmesi, bu gosterilen doğru yolu hur iradesiyle secmesine bağlıdır. Hayat ise, boyle bir secimin yapılması icin verilen bir fırsattır, bir imtihandır.

Bu imtihanın gercek manada imtihan olması ve insanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi icin, secim işinde zora maruz kalmaması lazımdır. Her şeyi aklı ile gormeli, iradesi ile secmelidir.

Her devirde peygamberler gelerek, bu ilahi tebliği tazelemişler, zamanla unutulan, perdelenen hakikatleri yeniden akılların anlayacağı şekilde acıklayıp gitmişlerdir. Fakat zorlamamışlardır. Hicbir peygamber, tebligatını yaparken, insanlara zorla benimsetme cihetine gitmemiştir. Bir bakıma aklı şaşırtıcı olan mucizeler bile, tamamen susturucu, herkesi kabule zorlayıcı olmamıştır. Soz gelişi, Hz. Musa'nın asası, sihirbazların goz bağlayıcı iplerini yutarak, hilelerini iptal ettiği zaman sihirbazlar:

"Harun ve Musa'nın Rabbine inandık" diye imana gelirken, Firavun: "Bu hepinize sihir oğreten buyuğunuz" (Ta-Ha, 71) diyebilmiş, kufrune devam edebilmiştir. Keza, Hz. Peygamber (Aleyhisselam) Mekke muşriklerinin talebi uzerine, parmağıyla işaret buyurduğunda gokteki "ay" ikiye bolunduğu zaman; onlar: "Muhammed sihriyle semaya da tesir etmeye başladı" diyerek direnmeye devam edebilmişlerdir.

Demek ki, din bir imtihandır. Bu imtihanda, akla kapı acılır, fakat, irade elden alınmaz. Oyle ise, istikbalde insanların keşfedeceği teknikten, karşılaşacakları hadiselerden herkesin gorup anlayacağı şekilde Kur'an-ı Kerim'in bahsetmesi bu ana prensibe aykırı duşer. Cunku, boyle bir şeye kimse itiraz edemeyeceğinden ister istemez herkes kabul etmek zorunda kalır.

3- Tedricen Terakki (Yani zamanla, yavaş yavaş İlerleme) Acısından: Bilindiği uzere, insanlar terakki kanununa tabidirler. Bu kanun, ceşitli fen ve aletlerin, zaman icinde, ihtiyac cercevesinde ve gayret nispetinde tedricen (yani kısım kısım ve peyderpey) ortaya cıkarılmasını gerektirmiştir. Eğer semavi kitaplarda, fenlerden acık olarak bahsetmek ilahi bir kaide olsaydı, bu durum, sozunu ettiğimiz, tedrici terakki prensibi ile zıtlıklar arz ederdi. Her şey hazırca verilmiş olacağı icin insanlara gayret gerekmeyecek, butun insanlar aynı mesajları alacağından, her tarafta aynı seviyede insan cemiyetleri olacaktı. Bu durum insanların tabi kılındığı terakki prensibine aykırıdır.

4- İnsanlığın Şerefi Acısından: Cenab-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de fenlerden acık olarak soz etmemekle, insanlığa buyuk bir şeref ve iftihar payı bırakmıştır. "Arzın halifesi" (yeryuzunde yaşayan canlılar uzerinde sultan) ve "mukerrem (şerefli)" sıfatlarıyla anılan insanoğlunun kabiliyetlerini, şahsi gayretleriyle inkişaf ettirecek, bir kısım fenlere, icatlara ulaşması, diğer mahlukata karşı ne buyuk şereftir. Amerika'nın keşfinden ilk calar saatin icadına, ilk dunya haritasını yapan Piri Reis'ten kan dolaşımını ortaya cıkaran İbnu'n-Nefs'e veyahut elektriği keşfeden Edison'a varıncaya kadar, insanlığa hizmet sunan buyuk kaşiflerle, milliyeti ne olursa olsun, iftihar etmeyen, diğer mahlukata karşı şeref payı hissetmeyen bir insan var mıdır?

İşte bu şeref, Cenab-ı Hakk'ın insanlığa olan milyonlarca lutuflarından bir başkasıdır. İcat ve keşiflerde insani pay, son derece az da olsa mevcuttur ve bu, haklı bir iftihar vesilesidir. Şayet bu keşif ve icatlar Kur'an'da acık olarak zikredilmiş olsa, soz konusu şereften mahrum kalacaktık.

5- Muhatabın Kapasitesi Acısından: Kur'an-ı Kerim, hitaplarında, oncelikle ekseriyetin anlayış seviyesini goz onunde tutar. Her devirde insanlığın dortte ucunden fazlasını avam tabakası teşkil etmiştir. Gunumuzde bile, her ilme ait bir kısım meseleleri sadece o ilmin mutehassısları anlar, geride kalanlar anlayamaz. Buyuk coğunluğu teşkil eden avamın (halkın) anlayacağı seviyede konuşulduğu takdirde, daha ust seviyede olanların fazlasıyla anlayacağı acıktır.

Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in, sadece bir asra değil, kıyamete kadar butun asırlara hitap ettiğini goz onune alacak olursak, meselenin nezaketini daha iyi kavrarız.

İnsanların gunluk muşahedelerine, ferdi tecrube ve umumi bilgilerine uymayan şeylerden acık bir şekilde bahsedilmiş olması, iki muhim mahzura sebep olurdu:

1- Bilhassa henuz tam olarak inanmamış, tereddutlu kimseleri dinden kacırırdı. Dine muhalif olanlar da istihza ve alaylarını artırmada, bunları buyuk bir koz olarak kullanırlardı. Soz gelişi Kur'an, mikroptan haber vererek, ictiğimiz bir bardak suyun icinde milyonlarca kucuk hayvancıkların varlığından soz etseydi, bu bilgi, mikroskobun icadından onceki insanlardan mu'min olanları şaşırtarak hurafelere suruklerken, inanmayanları da iyice reddetmeye, alay etmeye sevk ederdi.

2- İkinci olarak da, insanların dikkatini luzumsuz, faydasız şeylere cekerdi. Hz. Peygamber'in (Aleyhisselam) gerek Kur'an-ı Kerim ve gerekse şahsi haberleriyle, mesela televizyondan bahisle, insanların bir gun gelip oturdukları yerden, dunyanın obur tarafında cereyan eden hadiseleri anında gorup işitebileceklerini soyleseydi, ya da, elektrikten bahisle, kucucuk bir
duğmeye basmakla butun bir şehrin gece iken gunduze cevrileceğine işaret etse idi, insanlar hayallerine hoş gelen bu ceşit meselelerin luzumsuz munakaşa ve dedikodularıyla meşgul olurlar, asıl vazifelerini ihmal ederlerdi. Halbuki, dinin gayesi bu değildir. Onun asıl davası Allah'ı tanıtmak, insanların Allah'a karşı vazifelerini, birbirleriyle olan munasebetlerini tanzim etmek, maddi ve manevi terakkilerinin yollarını oğretmektir.

Hangi yonden ele alırsak alalım, aklımız, hicbir surette fen ve tekniğin Kur'an-ı Kerim'de acık secik olarak zikredilmesini uygun gormez.

Muhimleri yukarıda belirtilmiş olan pek cok hikmet ve sebeplere binaen, Kur'an-ı Kerim'de acık olarak fenlerin ve ilimlerin zikrine rastlanmaz ise de onlara ceşitli şekillerde "işaret" edilmiş olduğu gorulur. Bir kac misal vererek bunu belirtmeye calışacağız.

A - Kevni (kozmozla ilgili) bilgiler: Kur'an-ı Kerim'de sıkca kainatla ilgili bilgiler verilir. Onun yaratılışı, nizamı, ahengi, gece ve gunduzun birbirini takip edişi, yağmur, bulut, bitki, ağac, hayvan vs. anlatılır. Bu bilgiler, eşyaya hakim olan kanunları o kadar doğru bir şekilde aksettirirler ki, insanlığın her sahada gelişen ilmi bunları doğrulamaktan ote gidememiş, hic birinin aksini soyleyememiştir.

Sozgelimi bircok ayette tekrarla bitkilerin erkekli, dişili cift yaratıldığını (er-Rahman 52, Ra'd 3, Taha 131) ifade eden Kur'an-ı Kerim, bir ayette bilmediğimiz şeylerin de cift yaratıldığını (Yasin 36), bir başka ayette de "her şeyin" (Zariyat 49) cift yaratıldığına dikkat ceker. Boylece iyi-kotu, cirkin-guzel, sıcak-soğuk, gece-gunduz, iman-kufur... ciftlerinden atomların yapısını teşkil eden pozitif ve negatif parcacıkları, elektriğin iki zıt kutbuna varıncaya kadar pek cok ciftlerin varlığını haber verir. Bu bilgiler gunumuz icin basit gorunse de 14 asır oncesi icin bir mucizedir.

Nur ayeti burada kaydı gereken enteresan orneklerden biridir. İnsanlığın muhim keşiflerinden biri olan elektriğe işaret ettiği soylenebilir: "Allah goklerin ve yerin nurudur. Onun nur'u, icerisinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam icindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu, ne yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Onun yağı, nerdeyse ateş değmeden aydınlatır. Nur ustune nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah, insanlara misal verir. O, her şeyi bilir" (Nur, 35).

Burada, "inci gibi parlayan bir yıldız" teşbihiyle ampule "ateş değmeden aydınlatan yağ"la da elektriğe işaret edildiğini, bu "yağ"ın, aslında, iklime tabi olarak biten nebattan elde edilen malum yağ olmadığını da "doğulu veya batılı olmayan bereketli zeytin ağacı" teşbihinden anlarız.

Ayetin uslubundaki ulvilik ve derinlik ve bilhassa teşbihler başka manalar cıkarmaya da elverişlidir.

B - Tarihi Hadiseler: Kur'an-ı Kerim, tarihte cereyan eden bazı hadiseleri beyan ederek de geleceğe ışık tutmakta, insanlığın ilim yoluyla elde edilebildiği tekniklere işaret etmektedir. Bu hadiselerden bir kısmı, peygamberlerin mazhar olduğu mucizeler nevindendir. Bir kısmı ise, bu gruba girmez. Bir iki misal verelim:

1- Fil suresi'nde, Mekke'yi işgal ederek Kabe'yi yıkma niyetiyle gelmiş olan Habeşistan ordusunun, kuşların attığı "siccil" (denen pişmiş camur parcaları) ile bozguna uğratıldığı anlatılır. Burada, havadan atılma kaydıyla, bir kuşun taşıyabileceği buyuklukte parcacıklarla, bir ordunun bozguna uğratılabileceği gosterilmiş olmaktadır. Ucaklardan atılan ceşitli silahlardan başka, bir nevi kuş sayılabilecek, istenen yukseklikte patlatılan top ve fuze mermileri bu hadiseyi tatbikata koymuştur.

2- Bedir Harbi'nde, Hz. Peygamber'in (Aleyhisselam) mazhar olduğu bir mucize, yukarıda temas edilenden daha ileri durumu bildiriyor. Tefsir ve siyer kitaplarının acıkladığı uzere, Hz. Peygamber'in (Aleyhisselam) yerden alarak fırlattığı bir avuc toprak ve kumdan, duşmanların her birisinin gozune bir miktar isabet ederek bozguna uğramalarına sebeb olur. Ayet-i kerime bu olaya: "Onları siz oldurmediniz, fakat Allah oldurdu. Attığın zaman da (ey Resulum) sen atmadın, ancak Allah attı" (Enfal, 17) diyerek temas eder.

Atılan merminin, hedefe takip ederek yakalaması, zamanımızda oldukca gelişmiş bir tekniktir. Ancak bu, şimdilik buyuk ve bilhassa havai hedeflerle sınırlıdır. Ayet-i kerime, zamanla, insan gibi kucuk hedefleri bulup yakalayan mermilerin geliştirilebileceğine, hatta bunun insan eliyle de atılabileceğine işaret etmektedir. Notron bombası buna bir ornek sayılabilir.

C - Mucizeler: Kur'an-ı Kerim'de zikredilen mucizeler de insanların ulaşacakları bir kısım fenlere işaret ederler. Mi'rac mucizesi bunlardan biridir. Hz. Peygamber (Aleyhisselam), mirac mucizesiyle ruh ve ceset olarak semaya cıkmıştır (İsra 1; Necm 7-18), Bilhassa hadislerde gelen tamamlayıcı acıklamalara gore, semaya cıkış, ata benzeyen son derece suratli yol alan ve Burak denen bir binek vasıtasıyla olmuştur. Burak'ın surati ile alakalı tasvir, cok dikkat cekicidir: Hadis, Burak'ın gozunun idrak ettiği, ulaştığı son noktaya on ayağını bastığını ifade etmektedir.

Bu mucize, sema yolunun insanlara acık olduğuna işaret etmekten başka, bu yolculukta, fezanın ucsuz bucaksız genişliğine uygun şekilde ulaşılacak suratin buyukluğune de dikkat ceker.

Hz. Musa'nın asasıyla ilgili mucize de gunumuzle ilgilidir. Ceşitli harika işler goren bu asanın bir mucizesi, Hz. Musa'nın, kasten vurması ile yerden su fışkırtmasıdır. Hem de 12 gozlu bir su (Bakara 60). Şimdi cok derinlere inebilen artezyen kuyuları ile collerde bile su fışkırtma işi, adi işler sırasına girmiştir. Kaldı ki, yerden sadece su değil, petrol ve tabii gaz da fışkırtılmaktadır. Ayette 12 ceşme soz konusu olduğuna gore, gelecekte başka nimetlerin fışkırtılması da mumkundur.

Nitekim bir hadiste Resulullah (Aleyhisselam): "Rızık kapısı Arş-ı Ala'dan ta yerin derinliklerine kadar acıktır. Allah her kulunu himmet ve gayreti derecesinde rızıklandırır" buyurur.

Hz. İbrahim'in mazhar olduğu bir mucize bize ateşe dayanıklı maddeleri haber verir. Bilindiği uzere, puta tapan cemiyete boyun eğmeyen Hz İbrahim, kavminin tapmakta olduğu putları kırar. Bu davranışı ateşe atılarak yakılmak cezasına sebep olur. Ateşe atıldığı zaman Hz. İbrahim Allah'a sığınır. Cenab-ı Hak ateşe şu emri verir: "Ey ateş İbrahim icin soğuk ve selametli ol" (Enbiya, 69). Ateş Hz. İbrahim'i yakmaz.

Bu mucize, ateşte yanmayan bir maddenin varlığını haber verir. Nitekim insanlık coktandır amyantı bulmuş ve daha da geliştirerek, cok hızlı şekilde atmosfere giriş yapması sebebiyle son derece ısınan feza gemilerini yanmaktan koruyacak maddelere ulaşmıştır.

Sonuc olarak şunu soyleyebiliriz: Kur'an-ı Kerim'de istikbalde ulaşılacak bilgi ve fenlerle ilgili ayetler coktur. Bu ceşit ayetler, sadece eski peygamberlerin mucizeleri veya tarihi hadiselerin hikayeleri vesilesiyle varid olmamıştır. İnsan ve kainatın yaratılışını ve tabiatta cereyan eden (kevni) hadiseleri konu edinen ayetlerden, insanı tefekkure, ibrete teşvik eden ayetlere varıncaya kadar Kur'an'ın pek cok mevzu hakkındaki ayetlerinde bir kısım ilmi, fenni hakikatler mevcuttur. Her ilme mensup ihtisas sahipleri bunlardan kendi sahasına girenleri zamanı geldikce bulup cıkarabileceklerdir.

Herşey Kur’an’da var mı?
“Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mubin’de vardır.” (1)

“Biz Kur’an’ı sana herşeyin apacık bir beyanı olarak indirdik” (2) gibi ayetlerden hareketle, bazıları “her şey Kur’an’da vardır” derler. Acaba, gercekten her şey Kur’anda var mıdır? Varsa nasıl vardır?

Evet, her şey Kur’anda vardır. Fakat ayrıntılarıyla değil, esaslarıyla vardır. Kucuk bir cekirdekte, ağacın plan ve programının yazılı olması şeklinde vardır. Kainatta ve insanlık aleminde cereyan eden kanunlara işaretler şeklinde vardır.

Kur’an ve kainat, Allah’ın iki kitabıdır. Biri kelam sıfatının, diğeri kudret sıfatının tecellisidir. Allah’ın kudret sıfatından gelen kainatta da her şey vardır ama, herkes her şeyi goremez. Mesela, Edison elektriği buluncaya kadar, alemde elektrik vardı. Fakat insanlar farkında değillerdi. Edison, elektriği yoktan var etmedi. Var olan bir şeyi buldu. Dolayısı ile, Edison, Newton, Arşimet gibi bilginler, tabiattaki kanunların koyucusu değil, bulucusudurlar. Mucidi değil, keşşafıdırlar.

Aynı durum, Kur’an ayetleri icin de gecerlidir. Mufessirler, Kur’anın engin manalarına muhatap olmaya calışır. Her biri, bir takım sırlar gorebilir, bulabilir. Zamanın akış seyri de, Kur’anın sırlarının ortaya cıkmasına yardımcıdır. Mesela, “Biz insanı parmak uclarına varıncaya kadar yeniden diriltmeye kadiriz” (3) ayetinde gecen “parmak ucları”ndaki sır, 19. yuzyılda, herkesin parmak izlerinin farklı olduğunun keşfedilmesiyle daha iyi anlaşılmıştır. Bu konuda, fenni gelişmelere işaret eden yuzlerce ayeti ornek olarak vermek mumkundur. Celal Kırca’nın Kur’an-ı Kerim ve Modern İlimler isimli kitabından konunun ornekleri ve ayrıntıları gorulebilir.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de gecen peygamberlerin mu’cizeleri de, ileriye yonelik mesajlar taşımaktadır. Hz. Musa’nın asası gibi basit aletlerle, yerden su cıkarmanın; Hz. İsa gibi her turlu hastalıklara şifa bulmanın; Hz. Suleyman gibi kuşlardan bile yararlanmanın; Hz. Davud gibi demiri şekillendirmenin; Hz. İbrahim gibi ateşte yanmamanın; Hz. Nuh gibi buyuk gemiler yapmanın; yine Hz. Suleyman gibi, cok uzak mesafeden eşyayı ya suretiyle, veya aynıyla getirmenin mumkun olduğuna, ayetler işaret etmektedir. (4)

Kur’an’daki bilgiyle alakalı şu esaslara dikkat cekmek istiyoruz:
1. Kur’an’da her şeyden bahis vardır. Sema-arz, dunya-ahiret, sevap-gunah, cennet-cehennem, Allah-alem gibi butun temel konulardan ayetler bahsetmiştir.
2. Kur’an’da gunumuz fen ve teknolojisine de işaretler vardır. Fakat ilgili ayetler ayrıntılı bir şekilde değil, esaslar itibariyle işaret etmektedir. “Kur’an’da ilmi gelişmelere işaret yok” denilmesi tefrit olduğu gibi, “Bu ilmi gelişmelere ayrıntılarıyla işaret vardır” demek de, ifrattır. Her iki aşırılıktan da uzak kalmak gerekir.
3. Kur’an, tarih-coğrafya kitabı değildir. Kur’anın asıl gonderiliş hikmeti “Daire-i Rububiyetin Kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.” (5) Yani Allah’ı bize tanıtmak ve kulluk vazifelerimizi bize oğretmektir.
4. Bulunan her yeni keşfe veya revacta olan teorilere “İşte, Kur’an’da bu da var!” şeklinde İslam vahyinin muhrunu vurmak, ilerde bir takım mahzurları netice verebilir. İlm-i İlahi’den gelen Kuran’ın, bir takım, “bilimsel payandalarla” desteklenmeye ihtiyacı yoktur. Boyle bir destek bulmaya calışmak, bilimi asıl, Kuran’ı ise, ikinci derecede kabul etmek demektir. Halbuki asıl olan, Kur’anın ezeli ve ebedi değişmez hukumleridir. Fennin ve ilmin hicbir hukmu , Kuran’a aykırı olamaz. Kainatı yaratan Zat’ın kelamı, kainattaki kanunlara nasıl aykırı olabilir.

“Allah hicbir nefse gucunun yeteceğinden ote yuk yuklemez.” (Bakara Sûresi, 286) ayetini nasıl yorumlarsınız?
Guneşe cevirebileceği kadar gezegen, ağaca kaldırabileceği kadar dal, insana taşıyabileceği sayıda el takılmış. Devenin yuku ayrı, karıncanınki ayrı. Balığa ucmayı, aslana yuzmeyi teklif etmemiş.

İnsanlara da bu imtihan meydanında kuvvetleri nispetinde, hatta bir lutuf olarak, guclerinin cok altında teklifte bulunulmuş. Allah’ın butun emirlerini işlemek butun yasaklarından sakınmak her insanın iktidarı dahilinde. Bizim gucumuz icin son hudut, namazı beş vakit kılmak, orucu bir ay tutmak mı? Elbette hayır!..

İnsanlar bu gerceği iyi değerlendirseler, sabretmesini bilse, iradelerini hırpalayıp zaafa uğratmasalar ve en onemlisi birbirlerine yuk olmasalar, hepsi de yuklerini rahatlıkla taşıyabilecek ve bu imtihan meydanından yuzlerinin akıyla ayrılıp gidecekler.

Yukarıda sozunu ettiğimiz Âyet-i kerime uzerinde ceşitli tefsirler yapılmış. Değişik ilim dallarında bu Âyetin ruhuna uygun nice hukumler verilmiş. Zengin olmayan kişinin zekÂt vermekten sorumlu olmayacağı, keza eli yahut ayağı kesik bir insanın abdest alırken bu organlarını yıkamaktan sorumlu olmadığı hukme bağlanmış.

Akait Âlimleri ise “guc yetirme” meselesini “akıl” yonuyle ele almış ve sıkca sorulan bir soruya şoylece acıklık getirmişler: “Dunyanın ıssız bir koşesinde yaşayan ve cemiyet hayatından habersiz olan bir insan, mucerret aklıyla hangi hakikatleri bilmeye guc yetirebilirse, sadece onlardan sorumlu!..”

Mucerret aklı, “kendisine İlÂhî emirler ulaşmamış, peygamberlik nuruna muhatap olamamış, rehbersiz, bir akıl” şeklinde tarif edebiliriz. İşte boyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda ise değişik goruşler var. İtikad imamlarından MÂturîdî hazretlerine gore insan mucerret akılla, bir yaratıcısı olduğunu bilebilir. Bu adam Allah’a inanmaktan mesuldur, diğer iman rukunlerinden ve İslÂmî hukumlerden ise mesul değildir.

Bir diğer itikad imamı olan, Eşarî Hazretleri ise, boyle bir insanın peygamber olmaksızın Allah’ı sıfat ve isimleriyle bilmesinin de mumkun olamayacağı fikrini savunur ve bu adamın taşa da tapsa necat ehli, yÂni kurtuluşa erenlerden olacağını soyler.

Gorulduğu gibi her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta şu: Kişi icinde bulunduğu şartlarda, aklıyla neyi bilmeye guc yetirebiliyorsa ondan sorumlu...

Kuran-ı Kerimde Arş’tan bahsedilmektedir. Bu konuda biraz acıklama yapar mısınız?
Arş, sozluk mÂnÂsıyla yukseklik, yuksek yer, tavan, cardak demektir. Arş, butun Âlemleri kuşatan en yuce makamdır. Meleklerle kuşatılmıştır.

Fahreddin-i RÂzi hazretlerinin ifadesine gore, Arş İlÂhî emirlerin ilk muhatapları olan meleklerin bulunduğu Âlemdir. Tabiri caizse, butun varlık Âleminin idaresiyle, tanzimiyle ilgili hukumlerin meleklere tebliğ edildiği ulvî makamdır.

Mahiyetinin bilinemeyeceği konusunda butun İslÂm alimleri ittifak etmişlerdir. Maddî ve cismanî ne kadar Âlem varsa hepsi Kursînin icinde kalır; Arş ise Kursînin ustundedir, onu kaplamıştır. Maddî Âlemler Kursînin icinde kalınca, Arş’ın Kursiyi kaplaması, icine alması, onun ustunde bulunması, elbette cismen değildir.

Resulûllah Efendimiz (asm.) yedi kat semanın, Kursînin icinde, bir kalkanın icine atılmış yedi para gibi kaldığını ifade buyurmakla, Kursîyi ve Arşı anlamamızın mumkun olmadığını bize ders verirler.

Bediuzzaman hazretleri, “ Kalb de bir arştır, fakat ben de arş gibiyim diyemez.” buyurarak hem insana haddini bilme dersi veriyor, hem de arşla ilgili bazı sırların yine insan kalbinde aranması gerektiğine işaret ediyor. Elbette ki bu sırlar arşın mahiyetiyle ilgili olamaz; ancak varlığıyla ilgili olabilir. Zira kalbinin ve ruhunun mahiyetini bilemeyen insan, arşı kavrama dÂvÂsına asla kalkışamaz.

Kalbimiz arşa gosterge. Ruhumuz ruhlar Âleminden bir temsilci. Bedenimiz, kursînin icindeki maddî Âlemlerden suzulmuş bir hulÂsa... Ruhun bir sıfatı olan hayat, bedenin her noktasında mevcut. Demek ki ruh, bu sıfatıyla bedeni kaplamış, kuşatmış, ihata etmiştir.

Ruhun bir diğer sıfatı ilimdir. Ruh, sa