Cevap 1:
Gunumuzdeki laiklik, butun dunyada farklı kesimlerin farklı zihniyetlerine paralellik gostermektedir. Dine karşı alerjileri olanlar, bunu dine karşı kullanmak istiyorlar. Dine karşı saygılı olan kesimin de bunu butun dinlere karşı saygılı bir fenomen olarak algılamaları normaldir. Anayasadaki ifadelere bakılırsa, Devlet, laiklik ilkesiyle butun dinlere karşı aynı mesafede durmayı, dinsizlere karışmadığı gibi, dindarlara da karışmamayı taahhut eden bir gorunum sergilemektedir.
Buna gore, devlet laik olabilir fakat fertler laik olamaz. Cunku bir musluman ben "musluman değilim" diyemez. Bireyler, din-dinsizlik perspektifinde tarafsız olamazlar. Dini olmayanın yeri dinsizliktir. Mantık acısından bunun başak izahı yoktur. Oysa, kufre razı olmak kufrun ta kendisidir. Demek ki, fertler laik olamazlar. Ya dinsiz veya dindar olurlar. Ancak bazen az da olsa, Devletin laiklik ilkesine taraftar olduğunu ifade etmek icin "ben laikim" diyenler de cıkıyor. Yoksa, bizzat bir birey olarak kendilerini hem bir dine bağlı hem de laik olarak gorenlerin bu tavırlarını cehaletlerine vermek gerekir.
Devlet bir kurum olarak, boyle bir prensibi benimsemişse, onun da gorevi, hangi dine bağlı olursa olsun butun din mensubu ve dinsiz olan vatandaşlarına karşı tarafsız olmaktır. Ve onların bu ozgurluklerine despotca yaklaşımlarda bulunmaması esastır.
Sonuc olarak diyebiliriz ki, Laiklik yabancı kulturden bize gecmiş bir fenomendir. Kişilerin veya grupların kendi zihniyetlerine gore, dinimizle catışan veya barışan bir esnekliğe sahip olarak şekillenebilmektedir.
Cevap 2:
Doğru islamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan ama islama uymayan bazı uygulamalar islamiyete ve muslumanlara zarar vermektedir.
Birisiyle karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından, oruc tuttuğundan soz ediyor. Sohbetiniz suruyor ve sonunda, şeriatın en onemli iki emrini yerine getiren bu adamın, şeriata karşı olduğunu goruyor ve hayret ediyorsunuz.
Bir başkasıyla goruşuyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İc Âlemine, ibadet dunyasına iniyorsunuz, İslÂm’ın ceza hukumlerinin tatbiki icin gosterdiği heyecanın yuzde birini, ibadet hayatında gostermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete duşuyorsunuz.
Bu iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor: Bunlar şeriatı bilmiyorlar!.
Şeriat ne demektir?
Şeriat: “Din”, “Allah’ın emri”, “İlÂhî emir ve yasaklar” gibi mÂnÂlara geliyor.
Bir cekirdeğe ağac olma kÂbiliyeti yukleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O cekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, guneşle sohbet edecektir ki ağac olabilsin.
İnsanın mahiyeti de o cekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir cekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lÂyık olabilmesi icin uyması gereken kanunlar manzumesi.
Akıl, O’nun koyduğu sınırlar icinde duşunduğu takdirde, mÂrifetullaha eriyor. Dil, hayır soylediği olcude o ebed ulkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden, Allah icin yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak kazanıyor.
Sevgi, korku, şefkat, merhamet gibi hislerden, goze, kulağa, ele, ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde calışmaları hÂlinde terakki ediyor, ulvîleşiyor ve ulvî Âlemlere yoneliyorlar. Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lugat mÂnÂsı, “Su membaından su almak icin girilen yol.”
Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne guzel ozetler: Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat meyvesi andan iceru.
Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan ote bir işe yaramayan kuruntulardır.
Tarikat, nÂfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yuruyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha guclu olabilmek icin konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcı.
Kısacası, hakikate ulaşmak icin oncelikle İlÂhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam, ruhunu daha guclu kılmak icin de nÂfile ibadetlere devam etmek gerek.
Buyuk muceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim:
“Dilin yalan soylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan duşuncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve calışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın muyesser olursa hakikattir.”
Buyuk İmamın bu guzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sozlu olmak, Allah’ın razı olduğu guzel bir ahlÂk, yÂni hakikat. Kul, bu hakikate ermek icin, ilk olarak, şeriatın “yalan soylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu gunahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan soyleme arzusu gelmemesi icin ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin, bir faaliyetin icine girer. Sonunda kalp hicbir zorlamaya, calışmaya luzum kalmaksızın yalan soylemekten nefret eder hÂle gelir. Artık o kalbe, yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve buyuk bir rahatlıkla doğruyu soyler. İşte bu adam doğru soylemenin hakikatine ermiştir.
Buyuk imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin, bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan, doğrudan, şeriattan hakikate gecebilir. Ama, bu ermenin, bu varmanın şeriatsız olmayacağı muhakkaktır.
Burada bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun icin yazdım. Şeriat denilince, sadece, İslÂm’ın ceza hukukuna dair hukumlerini anlamak eksik olur.Yalan soylememek de şeriattır. Yalan soylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kotu nazarla bakmayan, helÂl kazanc peşinde olan bir insan da şeriat uzeredir ve hakikat yolundadır. Boyle birinin şeriata karşı cıkması, kendisiyle tenakuza duşmesi demektir.
Dinin temeli, şeriatın esası, insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar Âlemi mevcut. Bu Âlemde her zerre, her yıldız, hava, toprak, su, ziya her şey Allah’ın kullî iradesine tÂbi. O’nun koyduğu İlÂhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada, irade soz konusu değil. Her şey O’nun emrine, yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler Âlemi de bu hakikatin bir başka goruntusunu sergiliyorlar. İbadet icin, tesbih icin, hamd icin yaratılan bu varlıklarda da insandaki mÂnÂsıyla bir irade mevcut değil. Onlar, Allah neyi emrederse onu işliyorlar.
İnsana gelince o, hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kÂinatın bu şuurlu meyvesinin de her hucresi, her organı daima tesbihte, daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi calıştırıyor, ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte, hepsi Allah’a itaat uzere bulunan bu beden ulkesine, bir sultan tayin ediliyor: Ruh. Bu ruha, buyuk bir lutuf ve yine buyuk bir imtihan olarak irade takılıyor.
İnsan ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yone işaret edebiliyor, yuzunu istediği tarafa donebiliyor. Kendisindeki butun duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor, neyi arzu ederse onu yiyor, neden hoşlanmazsa ondan kacıyor.
Bu iradenin onune teklif cıkarılmış, bu iradenin onune imtihan cıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin onune cennet ve cehennem cıkarılmış.
İşte, şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kacınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlÂhî ipe sımsıkı sarılmakla emrolunuyor.
İnsan iradesinin onunde iki ayrı saha var. Biri dunya, diğeri ise Âhiret işleri. Ama şu var ki, İslÂm’da dunya işlerinin hepsi icin de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dunya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış oluyor.
Şeriat uzerinde yapılan munakaşaların daha cok bu ikinci grupta merkezleştiğini goruyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelÂt, diğeri ceza. Ve şeriat uzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yonunden de İslÂm’ın koyduğu bircok hukumler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak farz. Her emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Boyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini gunahkÂr eder. Şayet, o İlÂhî emri, o Kur’anî hukmu inkÂr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya cıkıyorsa kufre sokar. Ama, İslÂm sadece bu hukumler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya cekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış olur.
İslÂmî hukumler şu uc ana gruba ayrılırlar. Biri, ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri. Diğeri, ailesine karşı vazifeleri. Ucuncusu de cemiyet hayatındaki vazifeleri. Şeriatın bunların her ucune de getirdiği olculer, hukumler var. Her birinin inkÂrı kufur ve her birine karşı isyan etmek gunah. Ama bunlar arasında oncelikli olanlar, ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor. İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mukellefiyetleri hususunda, butun semÂvî kitaplarda hukumler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş, hepsinde gunahlardan sakınma esas tutulmuş.
Bu ibadetlerin şeklinde, vaktinde, miktarında farklılıklar var, ama ibadeti emretmeyen, ahlÂkı emretmeyen bir hak din gostermek mumkun değil. LÂkin, sosyal kaideler, hele devlet yonetimine dÂir hukumler, dinlerin en mukemmeli ve en sonuncusu olan İslÂm’da kemÂliyle yer almış.
Şunu ozellikle ifade etmek isteriz: İnsanın yaratılış gayesi, butun dinlerde muşterek. Bu gaye, Kur’an-ı Kerim’de: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” Âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hukumler. Bu hukumler şarta bağlı. Bugun Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan Muslumanların bu emirleri tatbik gucleri yok. Ve bunlardan sorumlu da değiller.
Bu konuda yapılan tartışmalarda, muhatabı olan mu’mini İslÂm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi gostermek ve onu insafsızca tenkit etmek, tek kelimeyle zulum olur. İslÂm kardeşliğini baltalayan ve Âhirette cezası pek buyuk olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kacınmak gerek.
Butun insanları fakir bir ulke hayal ediniz. Siz bu ulkenin fertlerini, İslÂm’ın zekÂt farîzasını yerine getirmemekle suclayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslÂm’ın ceza hukumlerine inandığı halde bunu tatbike gucu yetmeyen bir Musluman da boyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir, ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettup etmez.
İslÂm’ın temel hukumleri, hangi beldede olursa olsun, ferdin uymak zorunda olduğu İlÂhî emirlerdir.
Devlet yonetimiyle ilgili hukumler de İlÂhîdir, onlara inanmak da her mu’mine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir.
“Şeriatta; yuzde doksan dokuz ahlÂk, ibadet, Âhiret ve fazilete aittir. Yuzde bir nispetinde siyasete mutealliktir. Onu da ulûl-emirlerimiz duşunsunler.” Bediuzzaman
İslÂmî hukumler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlÂhî hukumler iki kısma ayrılıyor: Bir kısmı sadece Muslumanlara uygulanan hukumler, diğeri ise bir İslÂm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hukumler. İşte bu ikinci kısım, “muamelÂt” ve “ceza” hukumleri. Bir gayr-i muslim cizye vererek İslÂm beldesinde yaşıyorsa, o beldenin bir vatandaşı olarak butun muamelat ve ceza hukumlerine muhatap olur. Hırsızlık ederse eli kesilir, birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır. Bazı cevreler meseleyi ters değerlendirerek, İslÂm’ın ceza hukumlerinin uygulanmadığı bir ulkede namaz kılmanın, oruc tutmanın da bir mÂn ifade etmeyeceği gibi cok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sozler soyluyorlar. Kendilerine karşı cıkan mu’minleri de Allah’ın hukumlerinden bir kısmını dikkate almamakla sucluyorlar. Halbuki bu iddia asıl kendileri hakkında gecerli oluyor. Şeriatın yuzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hukumleri hafife almak ve dinde sadece muslim - gayr-ı muslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelÂt ve ceza hukumlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın icine duşuyorlar.
Namazın her rekÂtında FÂtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı mustakime” hidayet talebinde bulunan bir mu’minin, cok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her turlusu, yÂni ifratı da tefriti de insanı istikametten uzaklaştırır.
Bu noktada duşulen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz: Bazı insanlar, bu asırda İslÂmî hukumlerle hukmetmenin mumkun olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslÂm hukumleriyle hukmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen kufurle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır, diğeri tefritte. YÂni ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış.
Once birinci yanılmadan soz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” El dendi mi, parmaklar onun lÂzımıdır. Eli, parmaksız duşunemezsiniz. Ve boyle bir elden istifade edemezsiniz. Yuz dendi mi, gozu ondan ayıramazsınız. Gozsuz bir yuzun onemli bir yanı eksik demektir. Gozun de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin, goz yuzun, gozbebeği de gozun lÂzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak duşunurseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslÂmî hukumler de oyledir. Bir butun olarak duşunulmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur.
İslÂm’ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar uzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelÂt ve ceza hukumlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hukumlerin, boyle bir cemiyete tatbiki mumkun olmayabilir. Olsa bile, bircok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka duşer. Musluman gorunur, ama bir İslÂm duşmanı olarak yaşar.
Şeriatın bir butun olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslÂm’da faiz haramdır, yasaktır. Bu yasağı getiren Âyet-i kerimeyi “Muminler ancak birbirinin kardeşidirler” Âyetiyle birlikte duşunmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya cıkar: “Bir mu’min, ihtiyac icinde kıvranan ve kendisinden borc isteyen bir kardeşine borc verirken, şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken, bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mumkun değildir.”
İslÂmî kardeşliğin son derece zayıfladığı, kişinin kendi oz kardeşine oyunlar oynadığı, tuzaklar kurduğu, devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette, İslÂm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa, kabahat o bozulan bunyenindir; ilÂcın, yahut gıdanın değil.
Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslÂm’ı tam tatbik etmeyen, hukmunu ona gore vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kÂfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman kufre zıttır. Bir insan İslÂm’a zıt bir hukum veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslÂm’ı reddederek yapacaktır ki kufre girsin. Aksi halde onun kufrunden değil gunahından, isyanından soz edilebilir. İman gibi kufurde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, “İslÂm’ın şu husustaki hukmu şoyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şoyle hareket ediyorum” derse kufre girer. Boyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hukum tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kÂfir demek Ehl-i Sunnet itikadınca mumkun değildir. Bunu ancak, buyuk gunah işleyenin kÂfir olduğuna hukmeden “Haricîler”, yahut boyle bir kimsenin imanla kufur arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalÂlet olduklarında butun Ehl-i Sunnet Âlimleri muttefiktir.
Cok dikkatli olmamız gerekiyor. İslÂm’ı savunuyorum derken, bilmeden dalÂlet ehlinin yoluna girebiliriz..
Kaynak
__________________
Ulke yonetiminin laiklik olup olmaması konusunda bilgi verir misiniz? [ISLAM TIM]
Dini Bilgiler0 Mesaj
●36 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Ulke yonetiminin laiklik olup olmaması konusunda bilgi verir misiniz? [ISLAM TIM]