İnsan tabiata dost olabilirse, tabiatı tum insanlar icin varoluşu idrak edebileceğimiz ortak payda olarak kabul edebilirse, kitabın dilini oğrenmeye ve yavaş yavaş sayfaları okumaya başlıyor demektir. Tabiat kitabının sayfalarını ilÂhî aşkla satır satır okuyup sonsuz mutluluğa erişenlere ne mutlu!

İnsan tabiatla vardır, vazgecilemez bir bicimde tabiatın icindedir. Aynı zamanda insan, buyuduğu ve halen yaşamakta olduğu tabiatın şartları ve ozellikleriyle donanmıştır.

Tabiatı bir anne kucağı gibi hissedebilirsek, kendimizi onun şefkatli vadileri, ırmakları arasında sonsuz huzur ve mutluluk icerisinde yaşarken bulabiliriz. Kur’an-ı Kerim’de yer alan Cennet tasvirlerinde 49 ayette dunyada ve ahiretteki ırmaklardan bahsedilmektedir.

“İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu mujdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıkca: ‘Bu daha once de rızıklandığımız şeydir, yani dunyada iken de bu rızıktan yemiştik.’ derler. Cennetteki bu rızık, onlara dediklerine benzer verilmiştir.” (Bakara, 25)

Bu ayet hakkında pek cok acıklamalar yapılabilir, ancak ayette gecen dunya ve Cennet nimetleri benzerliği son derece dikkat cekicidir. Yani denilebilir ki ırmaklar, yediğimiz meyveler, kısaca bizlere rızık olarak lutfedilenler ahirettekilerin bir yansımasıdır. İcinde yaşadığımız tabiat, Cennet’in bir numunesi…

Ote dunyada mutlu olup olmayacağımızı merak ediyorsak kendi ruh halimize bakmalı, mutlu isek sevinmeliyiz. Cennet nasıl bir yerdir diye duşunuyorsak, insana azameti hatırlatan yuce dağlara cıkmalı, engin okyanuslara acılmalı, gurul gurul akan nehirleri seyretmeliyiz.

“Kim buyruğunu yurutuyor (kainatı yonetiyor)?” (Yunus, 31). Ayetin devamında da gectiği uzere, cevabımız Allah’tır; bu kÂinatı da O yonetmektedir, Ahireti de… O halde inanan bir insan Allah’ı ve Allah’ın işaretlerini kainatta arayarak tarifi imkansız bir mutluluk deryasına dalabilir.

Tabiatta tefekkur edebilmek icin o kadar cok imkan vardır ki! Her bir kuşun cıvıltısı, her bir yaprağın kıpırtısı, her bir damlanın fısıltısı, her bir kar tanesinin muhteşem geometrik desenle yeryuzune suzuluşu bizlere Rabbimizi ve O’nun sanatkÂrane işlerini hatırlatmaz mı? “Doğa, her yaprağında en derin yazılar olan biricik kitaptır.” (Goethe). Bizler, milyonlarca sayfadan oluşan bu kitaptan acaba kac satır okuyabiliyoruz?

İnsan tabiata dost olabilirse, tabiatı tum insanlar icin varoluşu idrak edebileceğimiz ortak payda olarak kabul edebilirse, kitabın dilini oğrenmeye ve yavaş yavaş sayfaları okumaya başlıyor demektir. Tabiat kitabının sayfalarını ilÂhî aşkla satır satır okuyup sonsuz mutluluğa erişenlere ne mutlu! Ancak, kitabın sayfalarını karıştırıp sadece turlerle uğraşanlara, kitabı pek cok bilim ve teknoloji ile donatmasına rağmen onu okuyamayanlara ne demeli!

Tabiatın idrak edilebilmesi sureci ne kadar devam eder? Dikkat edilirse hemen anlaşılacaktır ki bu idrake zaman yetmeyecek, hatta zaman otesi boyuta yani sonsuzluğa kadar surecektir. Cunku, Bediuzzaman Hazretleri’nden mulhem diyebiliriz ki, tabiat, sayfa icinde nice sayfaları barındıran bir sayfadır. Binlerce bitki ve ağac turleri, su kaynakları, her biri ayrı bir sayfadır. Bir ağacın her bir yaprağı, her bir meyvesi insan icin keşfedilmeyi bekleyen bir sayfadır. Meyvenin ozunu barındıran merkezindeki cekirdek belki de okunması en zor sayfadır.

Tabiat sayfalarının okunması ice doğru derinleştikce zorlaşmaktadır; ayrı bir yetkinlik istemektedir. Peki, bu tabiatın sonsuz sayıdaki zerrelerini okuyabilmek nasıl bir şeydir acaba? Veliliğin sırlarından biri bu olsa gerektir; zerreden kurreye tabiatın butun unsurlarını kuşatarak kurulan dostluğun sonsuz huzuru icerisinde yaşamak…

Tabiatın dostu olmak, yerine getirmemiz gereken bir gorevimiz değildir; kendi doğallığımızın, bizde var olanın bir yansımasıdır. İbn Arabî k.s.’den bu yana, insana “kucuk alem”, kainata da “buyuk alem” denilmiştir. İnsan kendisinde durulmuş olan tabiatın ve kÂinatın şifrelerini cozebildikce buyuk alem olmaya doğru ilerliyor demektir. Butun meridyenler ‘Kutup’larda toplanmıyor mu? Suhreverdî el-Maktûl, kainatı nur tabakaları şeklinde tahayyul etmiştir. Ona gore Allah nurların nurudur (nûru’l-envÂr). Alemler ise, O’na yakın olduğu olcude nurlu, O’ndan uzak olduğu olcude de karanlık olur.

Her insan ayrı bir alem ise, tabiattaki ilÂhî işaretlerin izini takip ile Allah’a yaklaşarak bir nur abidesi olmamız arzu edilmez mi? İnsan ve tabiat, Allah’ın varlığının farklı duzeylerdeki tecellilerinden ibaret olduğuna gore, akıl ve duyu ile bilinen tabiatın cismanî oğeleri ile bu oğelerin barındırdığı latif ve ulvî ruhu varlığımızda sentezleyebilirsek, mulk ve melekût alemleri arasında gidip gelen bir seyyah olabiliriz.

Bilindiği gibi, “nakşbend”, Farsca nakış yapan demektir; kalbi suslediği, kalbin uzerine turlu nakışlar yaptığı icin bu adı almıştır. Biz insanlardaki ilÂhî nakışlar ile tabiattaki binbir ceşit nakışların muhteşem guzelliklerini anlayabilecek bir idrake ulaşabilmek icin dua ile Nakkaş’tan basiret dilemeliyiz. Faruk Nafiz Camlıbel’in, “Omrunu gecirse de gullerle bahcıvanlar, / Bir gulu yeryuzunde gulden guzel kim anlar?” beytinde gectiği gibi, Gul Muhammed s.a.v.’in gul bahcesine girebilmek, bu basiretle mumkun olabilir.



KAYNAK: SEMEKTAND DERGİSİ Mart 2011 147.SAYI
__________________