Musluman zihninin ‘ummetci duşunce’nin dar ve eski kalıbına sıkışmış olduğunu iddia edenler, ummet kelimesinin butun insanlığı kuşattığını bilmiyorlar.

Evet; kendisinden sonra kıyamete kadarki butun nesiller Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in ummetidir.

Bu durum, muslumanı buyuk insanlık ailesiyle onemli bir paydada irtibatlı kılarken, ilahî daveti kabul etme ayrıcalığına ulaşmış olmanın sorumluluğunu da hatırlatmaktadır.,

Musluman, Ummet-i Muhammed’in hakla hakikatle tanışamamış ya da arasına mesafe koymuş kesimlerini “ummet-i davet” olarak gorur, ona gore hareket eder.

Kur’an-ı Kerim’de 64 yerde gecen bir kelime olarak Ummet, cok farklı toplulukları ifade etmektedir. Bu kelimenin gectiği ayetlere baktığımız zaman, aynı coğrafyada yaşayan, aynı inanc ve kulture sahip olan, aynı peygambere inanan insanlar, hatta aynı ozelliklere sahip topluluk icindeki ozel bir grup… hakkında kullanıldığını goruyoruz. (Enbiya, 92; Zuhruf, 22; En’am, 42; Ra’d, 30…)

Yuce Kitabımız’da, başlangıcta butun insanların bir tek ummet olduğu haber verilmekte, bilahare aralarında inanca dair ihtilaflar cıktığı, hak yoldan sapmalar olduğu ve bu yuzden peygamberler gonderilmeye başlandığı bildirilmektedir. (Bakara, 213)

Ummet kelimesi sadece insanlar hakkında değil, cinler ve hatta diğer canlılar hakkında da kullanılmaktadır:

“Ve yerde yuruyen hicbir hayvan ve iki kanadı ile ucan bir kuş yoktur ki, onlar sizin gibi ummet olmasınlar. Biz kitapta hicbir şeyi noksan bırakmadık, sonra Rablerinin huzuruna sevkolunacaklardır.” (En’am, 38) ayeti bu noktayı ifade etmektedir.

Hadis-i şeriflere baktığımızda ise “Ummet-i Muhammed” veya “Ummetim” ifadesiyle hem muminlerin, hem de inkÂrcıların kastedildiğini goruyoruz. Biraz sonra bu hususu detaylı olarak goreceğiz.

Ummet kelimesinin Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdeki bu kullanımlarını dikkate alan ulemamız, aynı dine inanan, aynı coğrafyada yaşayan, aynı zamanda yaşayan, aynı ulkuye bağlanan… insan topluluklarının hepsine ummet deneceğini soylemiştir. (el-MunÂvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/185)

“Ummet” kim?

Ulema, Efendimiz s.a.v.’in beyanlarından yola cıkarak “Ummet-i Muhammed” tabirinin iki kısım insanı anlattığını soylemiştir:

• Butun insanlık/ Ummet-i davet
• Muslumanlar/ Ummet-i icabet. (et-TehÂnevî, KeşşÃ‚fu IstılÂhÂti’l-Funûn, 1/262)

Ebu Nasr el-KelÂbÂzî ise bu taksimi biraz daha dakik bir şekilde şoyle ifade etmektedir:

• Ummet-i davet,
• Ummet-i İcabet,
• Ummet-i itaat. (İbn Hacer, Fethu’l-BÂrî, 11/411)

Bu uclu taksim uzerinden giderek konuyu acıklamaya calışalım.

Ummet-i davet

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in tebliğ ve davetine muhatap olan insan ve cin nevinden butun varlıklar... “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gonderdik.” (Enbiya, 107) ayeti, başka pek cok hususa delalet ediyor olmakla birlikte, temelde Efendimiz s.a.v.’in tebliğ ve davetinin şumulunu ifade etme noktasında dikkatimizi bu noktaya cekmektedir.

Efendimiz s.a.v. de bu hususu şoyle dile getirmiştir:

“Benden onceki hicbir peygambere verilmeyen şu beş ozellik bana ihsan edildi:

Duşmanlarımın kalbine bir aylık yoldan korku salarım.

Yeryuzu bana temizleyici ve mescit kılındı. (Abdest icin su bulunmayınca yeryuzu cinsinden bir şeyle teyemmum edebilme ve namaz icin belli bir mekÂn şart olmayıp, vakit geldiğinde gerekli ozellikleri taşıyan her yerde namaz kılabilme).

Bana ganimetler helal kılındı.

Ahirette şefaat-i kubra (en buyuk şefaat) yetkisi bana verildi.

Benden onceki peygamberler sadece kendi kavimlerine gonderildikleri halde, ben butun insanlığa gonderildim.” (Buharî, Muslim)

Bir an icin aklımıza şoyle bir soru gelebilir:

“Efendimiz s.a.v.’in butun insanlığa peygamber olarak gonderilmesi, tebliğ ve davete muhatap olan herkesin ‘Ummet-i Muhammed’ olarak isimlendirilmesini gerektirmez.” Ancak bizzat Efendimiz s.a.v.’in bu durumu acık bir şekilde ifade etmiş olması, bu noktada herhangi bir şupheye mahal bırakmamaktadır. Şoyle buyurmuştur Rasul-i Kibriya s.a.v. Efendimiz:

“Nefsimi kudret elinde tutan Cenab-ı Hakk’a yemin olsun ki, bu ummetten, yahudi olsun, hıristiyan olsun, beni(m davetimi gereği gibi) işitip de sonra bana iman etmeden olen hic kimse yoktur ki, cehennem ehlinden olmasın.” (Muslim)

Bu hadis-i şerif, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in tebliğ ve davetine muhatap olan butun insanların “Ummet-i davet” olduğunu acık bir şekilde anlatmaktadır. Aksi halde burada gecen “bu ummet” tabirinin yahudi ve hıristiyanları da icine almasını izah etmek imkansız olacaktır.

Son zamanlarda bazı cevrelerin, bu ve benzeri hadislerde yahudi ve hıristiyanlar hakkında da “Ummetim” tabirinin kullanılmış olmasından hareketle onların da Ummet-i Muhammed’e dahil olduğu, dolayısıyla “mumin” sayılması gerektiği gibi tezler ileri surduğu gorulmektedir.

Bu bÂtıl yaklaşım kabul edildiğinde Kur’an ve Sunnet’in kendi kendisini -hÂşÃ‚- yalanladığı soylenmiş olacaktır. Bu iki kaynağın uzerinde hassasiyetle durduğu iman-kufur ayrımı ve bu ikisi arasındaki sınırın titizlikle muhafazası, yuklendiğimiz emanetin en temel unsurudur. Bu sebeple gerek Kur’an gerekse Sunnet, ummet-i daveti ısrarla iman etmeye cağırmıştır, cağırmaktadır. Bu, “ummet” kelimesinin mana ve maksadı hakkındaki bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir vehimden başka bir şey değildir.

Yine bir başka hadiste şoyle buyurulmuştur:

“Diretenler haric, ummetimin tamamı cennete girecektir.”

Sahabe,

– Diretenler kimdir ey Allah’ın Rasulu, diye sorduğunda şoyle mukabele etmiştir:

“Bana itaat eden beni tasdik etmiştir (mu’mindir, cennete gidecektir). Bana isyan edenlerse diretmiştir (dolayısıyla cehenneme gidecektir).” (BuhÂr&#238

Yine Efendimiz s.a.v.’in, insanlar yanında cinlere de peygamber olarak gonderilmiş olması bu durumun ifadesidir. Yani Ummet-i davet’in icinde cinler alemi de bir butun olarak bulunmaktadır. Zira O’nun cinlere de tebliğde bulunduğunu haber veren ayetlerin (AhkÂf, 29; Cinn, 1; vd.) acık delaleti yanında, “alemlere” rahmet olarak gonderildiğini ifade eden ayet (Enbiya, 21) de şuphesiz cinlerin de tebliğ kapsamında bulunduğunu anlatmaktadır.

Ummet-i icabet

İnsan ve cinler arasından, ilahî cağrıya ve nebevî davete olumlu cevap verip “muminler” sınıfına girenlere “Ummet-i icabet” deniyor. “Ummet-i Muhammed” dendiğinde, Ummet-i davet’in de kastedildiğini gosteren ozel bir delil bulunmadıkca munhasıran “Ummet-i icabet”, yani muminler topluluğu kastedilir. Hadis-i şeriflerde yer alan butun “benim ummetim”, “bu ummet” gibi ifadeler hakkında bu soylediğimiz kaide gecerlidir.

Ummet-i icabet diğer insan topluluklarına kıyasla belirgin bir ustunluğe ve hususiyete sahiptir. Bu ustunluk ve hususiyet, onun yaratılış maksadına uygun inancı ve hayat tarzını tercih etmesinden, ilahî cağrıya olumlu karşılık vermesinden gelmektedir.

“Gevşemeyin, mahzun olmayın; (gercekten) iman etmiş kimselerseniz, ustun olan sizlersiniz.” (Âl-i İmran, 139) ayet-i kerimesi, Ummet-i icabetin ummet-i davet karşısındaki konumunu ve durumunu dikkatimize sunan ilahî beyanlardan sadece birisidir.

Ummet-i icabet, ilke olarak Efendimiz s.a.v.’e itaat ve ittiba etmekle birlikte, dinin emir ve hukumlerini yerine getirme konusunda gerekli titizliği gostermeyenleri de icine alan geniş bir kavramdır.

Ummet-i itaat

Bu tabir, “Ummet-i icabet” icinde ozel bir kesimi anlatmaktadır ki, KelÂbÂzî bunları “amel-i salih işleyen muminler” olarak ifade etmiştir. Bu tariften hareketle “Ummet-i itaat”in, Allah TealÂ’ya ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e “gerektiği gibi” itaat edenleri anlattığını soylemek mumkundur. Bilhassa Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e ittiba olmadan, O’nun sunnetini rehber edinmeden amel-i salih işlemenin mumkun olmayacağı dikkate alındığında, bu noktanın daha iyi anlaşılacağı şuphesizdir.

Kur’an ve Sunnet’e itaatin, bu iki kaynağı bize aktaran Sahabe-i Kiram’a ittiba olmadan tahakkuk etmeyeceği de bir başka gercektir. Tıpkı Kur’an’ın muradını ancak Sunnet’e başvurarak anlamaktan başka bir yolumuz bulunmadığı gibi, Sunnet’in mana, maksat ve rehberliğine de ancak Sahabe-i Kiram’ın kılavuzluğunda vasıl olabiliriz.

Bu hakikatin bizi gotureceği nokta Ehl-i Sunnet ve’l-Cemaat’ten başkası değildir. Zira gerek gecmişte ortaya cıkmış bulunan ve bir kısmı varlığını bugun de devam ettiren, gerekse gunumuzde ortaya cıkan bid’at fırkaların tamamı, en temelde Sahabe-i Kiram’a dinde tanınması gereken mevkii tanımadıkları icin bid’at yollara sapmışlardır. Dolayısıyla, Ummet-i itaatin Ehl-i Sunnet ve’l-Cemaat olduğunu soylemek yanlış olmayacaktır.

Kurtuluş gemisine binmek

Varlık aleminin tamamı dikkate alındığında Ummet-i davetten olmak bir ayrıcalık olarak ortaya cıkar. Yani akıllı, iradeli varlıklar olarak yaratılmış bulunmak şuphesiz bir ayrıcalıktır. Ancak bu ayrıcalık aynı zamanda bir mukellefiyeti de beraberinde getirir: İman etme ve salih amel işleme mukellefiyeti... Biz bu cumleyi, “insan olmak, iman etmeyi gerektirir” şeklinde de kurabiliriz.

Evet, iman etmekle insan olmanın en temel gereğini yerine getirmiş olan, yani “mumin” olan insan, sefine-i necat’a, kurtuluş gemisine binmiş oluyor. Ancak her şey burada bitmiyor. Bu gemiye binme bahtiyarlığına erdirilen insan, diğer insanların da kendisi gibi bu gemiye binerek sahil-i selamete ulaşması icin elinden geleni yapmakla mukelleftir.

Bu soylediğimiz, en temel mukellefiyetlerimizden olan “emr-i ma’ruf/nehy-i munker” olgusuna karşılık gelmektedir. Yani gemiye binmek “kurtuluşu tam anlamıyla garanti etmek” anlamına gelmiyor. Başkalarının da kurtuluş imkanını elde etmesi icin calışmak durumundayız. Ummet-i davetten olmak nasıl diğer varlıklara karşı ustunluk sebebi ise, Ummet-i icabetten olmak da diğer insanlara karşı bir mukellefiyet anlamına gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e yonelik olarak yer almış bulunan “tebliğ” vazifesi, O’nun izinden giden Ummetine (Ummet-i icabete) de terettup etmektedir. Bu noktayı Elmalılı Hamdi Yazır merhum şoyle dile getirmektedir:

“Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dunyada hicbir hususta umitsizliğe duşmek caiz değildir. Her ne kadar gunahkÂr olurlarsa olsunlar, insanların tevbe ve takvasını arzu ve umit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali surekli değişmededir ve kader sırrı, meydana gelişinden once bilinmez. Ne bilirsiniz, bugune kadar hic soz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar. Butun butun sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup oğut vermek, tebliği terk etmekten evlÂdır. Tebliği butunuyle terk etmekte ise hicbir umit yoktur. Hic bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha suratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mumkun olmasa da hızını azaltmaya calışmak da goz ardı edilmemelidir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 4/ 2313)

Şu halde her mumin, İslÂm’ı gereği gibi yaşamakla mukellef olduğu gibi, dilinin donduğunce, gucunun yettiğince bu muazzez dinin ihtiva ettiği ilahî ve mutlak hakikatleri başkalarına aktarmakla da mukelleftir.

Ummet-i icabet bu noktada diğer insanlardan cok farklı bir hususiyete sahiptir. Yuce Rabbimiz şoyle buyurur:

“Siz, insanlar icin (varlık sahnesine) cıkarılmış en hayırlı ummetsiniz. Ma’rufu emredersiniz, munkerden sakındırırsınız ve Allah’a iman edersiniz…” (Âl-i İmran, 110.)

Bu ayet-i kerime, Ummet-i icabetin insanlığa karşı en temel vazifesini dikkatimize sunuyor: Emr-i ma’ruf ve nehy-i munker.

Bu mukellefiyet sadece dinin başkalarına sozlu olarak anlatılmasını ifade etmez. Onların yardıma muhtac olanlarına yardım etmek, onların hak ve hakikatla buluşmasını kolaylaştıracak şekilde guzel orneklikler sergilemek ve bunu tabii bir hal olarak yaşamak da son derece onemlidir.

Bu gercek, dinin emir ve yasaklarına uymayarak, kotu orneklikler sergilenmemesi gerektiğini de anlatır. Hak ve hakikati gereği gibi temsil edemeyenler, başkalarının hak ve hakikat hakkında yanlış kanaatlere sahip olmasına sebebiyet verir ki, buyuk bir vebaldir.

Bu sebeple Kur’an’da Hz. İbrahim a.s.’a iman edenlerin, “Rabbimiz! Bizi inanmayanlara fitne kılma..” diye dua ettikleri haber verilmektedir (Mumtehine, 5). İnanmayanlar, bizdeki eksiklik ve kusurları dinimize yukleyerek; “Eğer bu din insanları boyle yapıyorsa bize lazım değil!” diyecek olurlarsa, şuphesiz bunun sorumlusu bizden başkası olmayacaktır.

Ya kardeşlerimiz?

Yuce Yaratıcı bizleri farklı kavim, etnik koken ve kabilelere mensup insanlar olarak yaratmış. Ummet-i icabetin Ummet-i davete karşı sorumluluğunu yukarıda ifade etmeye calıştık. Burada bir hususun daha altını cizmek istiyoruz:

Bu sorumluluk, sadece Ummet-i davete karşı değil, Ummet-i icabete karşı da ihmal edilemez mukellefiyetlerin bulunduğunun ifadesidir. Ummet-i icabeti oluşturan fertler ve kesimler, kendi iclerinde de birbirlerine karşı sorumludurlar. Emr-i ma’ruf ve nehy-i munker mukellefiyetinin alanı burayı da icine almaktadır.

Bir kere daha vurgulayalım: Yukarıda Ummet kavramı uzerinde yaptığımız izahat, varlık alanındaki uc kategorinin ifadesidir aslında:

• Yaratılmışların icinde “insan” olarak,
• İnsanlar icinde “mumin” olarak,
• Ve muminler icinde “salih” olarak var kılınmış olmak ne kadar buyuk bir saadet ise, aynı zamanda o kadar buyuk bir sorumluluktur da.

Yani cerceve daraldıkca sorumluluk artıyor!

İcinde bulunduğumuz zaman diliminde birtakım siyasî ve ideolojik yonlendirmeler sonucunda Ummet-i icabeti oluşturan ulus, ırk ve halkların, aralarına cizilen yapay sınırlara aldanarak birbirlerine karşı sorumlu olmadıkları vehmine kapılmaları kesinlikle onaylanabilecek bir davranış değildir.

Turkuyle, Kurduyle, Arabıyla, Acemiyle bu ummetin unsurları, bir bedeni oluşturan uzuvlar gibidir ve bugunun dunyasında hicbiri tek başına bir anlam ifade etmez. Bizi birbirimizden ayıran yapay sınırlar ve ideolojik yaklaşımlar, Kur’an ve Sunnet’in bizi “kardeş” yaptığı gerceğini perdelememelidir.

Ummet-i icabeti oluşturan unsurlar, sadece gunumuz dunya sisteminin dayatmaları karşısında kendi kimliklerini muhafaza ederek varlıklarını devam ettirmek icin değil, aynı zamanda inanclarından gelen mukellefiyetlerin gereğini yerine getirmiş olmak icin de birbirlerine kopmaz bir şekilde bağlanmak zorundadır.

Kur’an ve Sunnet, Arab’ı Arap olmayandan ayırarak her birine farklı yaklaşmış değildir. Allah Teal ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz nazarında hepimiz aynı değere sahibiz. Bizim icin bir tek ustunluk kriteri vardır: Takva.

Dolayısıyla bu ummeti oluşturan uzuvların herhangi birisi bir ızdıraba ducar olduğunda, diğer uzuvların bunun sıkıntısını onunla beraber hissetmesinden daha tabii ve gerekli bir şey olamaz.

Mısır’da, Gazze’de, Doğu Turkistan’da, Balkanlar’da, Avrupa’da, Amerika’da veya başka bir coğrafyada bir muminin ayağına batan diken, yeryuzunun en ucra koşesindeki muminin yureğini sızlatır, sızlatmalıdır. Akif’in,

Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu / Gelir adl-i ilahî, sorar Omer’den onu.

Beytinde dile getirdiği hassasiyet, aslında Yuce Yaratıcı’nın bizi nasıl derin ve kopmaz bağlarla birbirimize rapdettiğini ifade ediyor.

Efendimiz s.a.v.’in, “Nefsimi kudret elinde tutana yemin ederim ki, iman etmedikce cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikce de iman etmiş olmazsınız.” (Muslim) ikazı, Ummet-i icabeti oluşturan kesimler arasındaki munasebetin sadece “birbirine ilgisiz kalmamak” seviyesinde olamayacağını, bu munasebetin “sevgi” temeline oturmasının, karşılıklı sevgi gibi kopmaz bir bağla gonullerin birbirine kaynaştırılmasının bir zaruret olduğunu ifade etmektedir.

KAYNAK: SEMERKAND DERGİSİ Mart 2011 147.SAYI
__________________