Tasavvufun başlangıcı Resulullah AleyhisselÂm’ın ve AshÂb-ı kiram -radiyallahu anhum- HazerÂtının yaşayışlarında gorulmektedir. Bazılarının zannettiği gibi Resulullah AleyhisselÂm’dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile zÂhir olmuştur.
Kaynağı Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerdir.
Asr-ı saÂdet’te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zumre yoktu. Sufiliğin hakikatı vardı, fakat adı yoktu; yaşanırdı, dÂvÂsı yoktu.
SaÂdet asrında en yuksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren AshÂb-ı kiram -radiyallahu anhum- HazerÂtı almışlardı. Hepsi değerliydi, amma iclerinde değerlisinin de değerlisi vardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı. Bir kısmı ilim oğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yoneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha cok onem veriyordu.
Muslumanlar onlar icin “Sahabi” olmaktan daha ustun bir tÂzim unvanı tasavvur etmiyorlardı. Resulullah AleyhisselÂm’dan sonra AshÂb-ı kiram’a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara “TÂbiîn” denilmiştir. Ondan sonra da “TÂbiîn”e erişen “Tebe-i tÂbiîn” gelmektedir. Bu uc nesil, en hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir.
İslÂmî ilimler ilk devirlerde bir butundu. Tefsir, Hadis, Fıkıh, KelÂm, Tasavvuf gibi bolumlere ayrılmış değildi. Bugunku şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya cıkmıştır.
•
AshÂb-ı kiram Tarikat-ı aliye’nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu. Nasıl yaşıyordu? O Nur’un sohbetinde kendilerine icabeden herşey veriliyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi cok alıyordu, derya oluyordu; kimisi az alıyordu, havuz oluyordu.
O Nur’un sohbetinde bulunmakla, Allah-u TeÂl onları lutfu ile dolduruyordu. Şu kadar var ki, AshÂb-ı kiram’ın hepsinin dereceleri aynı değildir. Bu dereceler, onların kendi şahsiyetlerine Âit faziletlere, İslÂm’a yaptıkları hizmete gore farklılık arzetmektedir.
AshÂb-ı kiram Tarikat-ı aliye ile meşgul olmamıştır, cok az olmuştur. Amma hepsi de Tarikat-ı aliye’nin icinde idiler. Hele bunların arasında bir zumre vardı ki;
“Seninle beraber olanlardan bir tÂife de kalkıyorlar.” (Muzemmil: 20)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği uzere, fazla ibadetleriyle secilmişlerdi.
Dikkat edilirse gorulur ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah icin cok seyrek halka toplamıştır. Hadis-i şerif’lerde birkac yerde gecer. AshÂb-ı kiram’ı her yonden yetiştirmeye calışmıştı. Cunku herşeyden habersiz bir topluluğun, her yonden eğitime ihtiyacı vardı. Bir yonden, bir noktadan değil, bircok yonlerden onları yonetiyordu.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz kendilerine gore bir ders vermişlerdi, fakat yaygın değildi.
Cunku onlar Hazret-i Kur’an’ın nuru ile nurlanmış, feyzi ile feyizlenmişlerdi. Âyet-i kerime’ler sabah akşam nÂzil oluyordu. Resulullah AleyhisselÂm’ın nuru ile, şeref-i sohbeti ile hemhÂl oluyorlardı. O Nur’un karşısında bulunuyorlar, o Nur’dan nur alıyorlardı, ilim alıyorlardı, edep alıyorlardı, feyz alıyorlardı. O Nur’un yanında bulunmak, ona bakmak kÂfi idi. Baka baka iman ediyorlardı. Hepsi de Tarikat ehli idi, amma kapalı, meydanda birşey yok. Oylece yetişiyorlardı.
Bu muridan da aynı şekildedir. Ciddi bir ders almış, terbiye gormuş değil, hususiyetli bir şey yok. Kitaplardan nasibi kadar almış, kimisi derunî noktasına yavaş yavaş inmiş, kimisi cihada eğilmiş, kimisi yolda kalmış, amma o yolun icinde bulunuyor. Herkes nasibi kadar nasibini alıyor. Kimisi acık olarak, kimisi gizli olarak terakki ediyor. Fakat hepsi de kapalı olarak goturuluyor, gizli hallerle terbiye ediliyor. Teslimiyeti, bağlılığı, sadakati ve nasibi nisbetinde hic farkına varmadan mahviyetle yurutuluyor, Allah-u TeÂlÂ’nın ilÂhî lutfuna nÂil oluyorlar.
O yol ile bu yol bu noktada da bitişiyor.
Her ne kadar mÂneviyat yoluna ağırlık veriyorsa da bircok muridan bunun ciddiyetle farkında değil.
AshÂb-ı kiram da boyle idi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu. AshÂb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. AshÂb-ı kiram ile her zaman goruşemese de, AshÂb-ı suffa ile her zaman goruşuyordu. Onlar onun talebeleri idi. Onun feyzi ile gıdalanıyorlardı. Onlar onu tercih etmişlerdi.
•
AshÂb-ı kiram ve TÂbiîn devirlerinden sonra muhtelif ilimlerle uğraşanlara, uğraştıkları ilimlere gore isimler verilmişti. Mesel Tefsir ilmiyle uğraşanlara “Mufessirûn”, Hadis ilmiyle uğraşanlara “Muhaddisûn”, KelÂm ilmiyle uğraşanlara “Mutekellimûn”, Fıkıh ilmiyle uğraşanlara da “Fukaha” gibi isimler verilmişti.
İşte bu arada rûhî kabiliyetlerini geliştirmeye calışan ve Allah yoluna sulûk eden zumrenin yoluna da “Tasavvuf” adı verildi.
İlk devirlerde zuhdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslÂm dininin kendi bunyesinde doğmuş, gercek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlamıştır.
Zuhd hareketi “Mutasavvıfe” adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelÂmcılar kelÂm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıcta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da oteki, İslÂmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi.
Bedenî ameller icin hukumler konduğu gibi, kalbî ameller icin de hukumler kondu. Boylece “Tasavvuf ilmi” doğmuş oldu.
ZÂhirî fıkhın hukumleri Kur’an-ı kerim’de ve Sunnet-i seniyye’de bulunduğu gibi, bÂtınî fıkhın hukumleri de Kur’an-ı kerim’de ve Sunnet-i seniyye’de bulunmaktadır.
İslÂm dini ruh ile bedenin birleşip kemÂle erdiği bir dindir. İnsanın ruh ve beden diye iki cephesi olduğu gibi, dinin de zÂhir ve bÂtın diye iki yonu vardır.
Namaz, oruc ve diğer amellerin zÂhirî bir şekli varsa ve bunlar zÂhirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşû gibi bÂtınî bir şekli de vardır. Bu da bÂtınî fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.
Fıkıh konularının dort mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdulkadir GeylÂni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahauddin ŞÃ‚h-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan dolayı cehri zikir yapanların yoluna “Kadiri tarikatı”, hafi zikir yapanların yoluna ise “Nakşibendi tarikatı” denmiştir.
Bundan sonra ceşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye’dir. Gaye, Allah-u TeÂlÂ’yı en guzel şekilde zikretmek ve O’na kulluk yapmaktır.
Alıntı: www.hakikat.com
__________________
Tasavvufun Menşei
Dini Bilgiler0 Mesaj
●36 Görüntüleme