Tasavvuf buyuklerinin mezar, makam ve dergÂhları etrafında zaman icinde inşa edilen abidevî yapılardan bir kısmı ayet ve hadislerle donatılmıştır. Bu yazılarda ya o dergÂhın ozellik veya fonksiyonuna, ya orada medfun tasavvuf buyuğunun macerasına bir gonderme vardır.

Medeniyetimizin karakteristik ozelliklerinden biridir. Mimarî eserler, cinilerine nakşedilen yahut uygun yerlerine yazılan ayetlerle, hadislerle, guzel ve hikmetli soz anlamına gelen “kelÂm-ı kibar”larla bezenir. Medeniyetimizden uzaklaşarak kendimizi kaybetmenin şaşkınlığıyla bugun bir sus unsuru gibi gorulup gecilse de, bu hat ornekleri sadece sus olsun diye yazılmamıştır. Estetik bir gaye de gudulmekle beraber, daha ziyade o yapının fonksiyonu ile yazılan metin arasında irtibat kurulmuş, boylece bir mesaj verilmek istenmiştir. Nitekim bu maksat son zamanlarda ehlince fark edilmiştir. Mesela genc akademisyenlerimizden Murat Sulun’un, gorsel acıdan da mukemmel bir calışma olan “Sanat Eserine Vurulan Kur’an Muhru” adlı eserinde (Kaynak Yayınları, İstanbul 2006) soz konusu irtibat ve mesajlara buyuk bir vukufiyetle işaret edilmiştir.

Tasavvuf buyuklerinin mezar, makam ve dergÂhları etrafında zaman icinde inşa edilen abidevî yapılardan bir kısmı da ayet ve hadislerle donatılmıştır. “SÂdÂtın Kapısında” ust başlığıyla genellikle kulliyenin ana girişindeki kapı uzerine yazılan ayetlerden hareketle, biz de bu mesajları anlamanın peşine duşeceğiz. Zira kim ne zaman yazdırmış olursa olsun, SÂdÂt-ı Kiram’dan birinin hatırasına bina edilmiş bir yapıya binlerce Kur’an ayeti arasından biri veya birkacı ozellikle secilip yazılmışsa bir maksat gozetilmiş demektir. Ya o dergÂhın ozellik veya fonksiyonuna ya orada medfun tasavvuf buyuğunun macerasına bir gonderme vardır. Daha onemlisi, bu ayetler tasavvufun şer’î referanslarıdır; hangi zemine dayandığını ilan eder.

Sozu daha fazla uzatmadan ilk kapıya yonelelim.

Arayana yol gosteren bir ayet

Veliler Başbuğu Şah-ı Nakşîbend HÂce Muhammed Bahauddin el-Buharî k.s.’un kapısındayız. Miladî 1389 yılında bu dunyadan goctuğunde Buhara’nın biraz dışında, aynı zamanda doğduğu koy olan Kasr-ı Ârifan’da, kendi dergÂhında toprağa verilmiş. Timurlular doneminden itibaren muhtelif zamanlarda yapılan mescit ve kutuphane ile mezarının ve dergÂhının etrafında bir kulliye oluşmuş. Bu kulliyeye gecit veren ana kapının alınlığına da cini uzerine Ra’d suresinin 28. ayeti nakşedilmiş. Ayetin meali şoyle: “(Hakk’a yonelenler o kişilerdir ki) onlar iman etmiş ve kalpleri Allah zikriyle yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki kalpler ancak Allah’ın zikri ile yatışır.”

Meallerde “yatışmak” kelimesiyle karşılanan “tatmeinnu” fiili, Turkceye de gecmiş “tatmin, itminan, mutmain” gibi turevlerinden de anlaşılacağı uzere, “korku, şuphe ve endişeden kurtulmak, muzdarip ve rahatsız iken sakinleşip rahatlamak, sukun, selamet, itimat bulup huzur ve mutluluğu yaşamak” demektir. Ayet-i kerimede mutluluğun başka bir şeyle değil, ancak Allah’ın zikriyle kazanılabileceği ozellikle beyan buyurulmuştur.

Bu ayetin dışarıdan okunacak şekilde giriş kapısına yazılmasında birbirine bağlı iki maksat olmalıdır. Birincisi, dergÂh dışında kalan butun insanları Allah’ı zikretmeye ve boylece gercek mutluluğa davet etmektir. İkincisi, o kapının acıldığı dergÂhın bu zikir ve mutluluğu talim ettiren bir yer olduğunu haber vermektir.

Ra’d suresinin bu ayeti, kainat baştan ayağa bir mucize iken, ustelik Rasulullah s.a.v.’in tebliği ve Kur’an’ın haberleri ortada iken inkÂrcıların inanmak icin hÂl cok carpıcı bir işaret veya mucize istemelerinin ikinci defa zikredilmesinden hemen sonra gelir. Mufessirler inkÂrcıların bu isteğini onların samimiyetsizliğine bağlar. Cunku gormek, biraz da gormeyi istemekle ilgilidir. Gormek istemiyorsanız gormez, gercekten aramıyorsanız bulamazsınız. Bu sebeple bir onceki ayetin sonunda, hakikate goturen bunca işarete rağmen Allah’ın ancak kendisine “inabe edenler”i hidayete erdireceği beyan buyurulmuştur.

İnabe etmek “samimiyetle yonelmek” demektir. İman, itminana ermiş bir kalp yahut hidayet, bu yonelmenin semeresidir. Samimi bir yoneliş, yoneldiğimiz varlığa ulaşmak icin yol ve imkan arayışını gerektirir. Şah’ın kapısındaki ayet, arkasındaki dergÂhla, bu yol ve imkanlardan birine işaret etmiş olur boylece. O kadar ki “inabe” kelimesi sonraki zamanlarda giderek “bir murşide intisap etme, bir tarikate girme” anlamını da kazanır.

Bir hal olarak zikir

ŞÃ‚h-ı Nakşibend k.s. Hazretlerinin kapısına yazılan ayet, insanları uyarmak, Allah’a samimiyetle yonelenlere yol gostermek yanında, tasavvufun en temel usulu olan “zikir” vurgusuyla bilhassa tercih edilmiştir şuphesiz. Fakat ayetteki zikir de, bu ayetle verilmek istenen mesaj da ilk anda akla geldiği gibi, sadece bir usul yahut metoda işaretten ibaret değildir. Nitekim Ra’d suresinin soz konusu ayetindeki “zikir” kelimesini hemen hemen butun mufessirler “Kur’an-ı Kerim” olarak anlamışlardır.

Yaygın olarak “Allah TealÂ’nın isimlerini soylemek, O’nu anmak, hatırlamak, tesbih etmek” anlamında kullandığımız “zikir”, bu anlamı yanında “Levh-i Mahfuz, Kur’an-ı Kerim, namaz, ayet, doğru bilgi, oğut” gibi kavramları da karşılayan İslÂmî bir terimdir. Kalpleri teskin edebilen zikrin hakikati işte ancak bu anlam genişliği hesaba katılarak, bu anlamlar arasındaki ortak zemin bulunarak kavranabilir. Cunku zikir tam olarak bir “bilinclilik hÂli”dir. Allah TealÂ’nın isimlerini telaffuz etmek, “gaflet”in zıddı bir hÂl veya tutum olan “zikr”in sadece bir boyutudur. Hatırlamak ve dil ile soylemek, oncelikle bir “bilgi”yi yahut “marifet”i gerektirir. Allah TealÂ’yı zikir, bir kabulu ve tazimi beyan anlamına da geldiğinden, zikre kaynaklık eden bilginin tasdiki şarttır. Nihayet bilinen, tasdik ve beyan edilen bir hakikatin icapları, tezahurleri, mukellefiyetleri olmalıdır.

Kısaca Allah TealÂ’yı zikir, oncelikle O’nun varlığını, birliğini, yuceliğini ikrardır. Bu ikrarın dayanması gereken marifet ve tasdik ile, gereği olan amellere de “zikir” denmesi tabiidir. Zira kalpleri yatıştıran zikir hali bunların uyumundan hasıl olur, itminan da bu uyumdan hasıl olur. Tarikatların yahut tasavvuf terbiyesinin tesise calıştığı bu uyum, bir tevhit veya cem halidir; kÂmil imana işaret eder. Ayet-i kerimede “kalpleri Allah’ın zikriyle yatışmış olanlar” aynı zamanda “iman etmiş” kimseler olarak nitelenmek suretiyle zikir-iman munasebetine dikkat cekilmiştir.

Allah dostu murşid-i kÂmillerin bu hali talim ettirdiği dergÂhlar, bu sebepledir ki birer “hÂne-i saadet”, yani mutluluk yurdu, kalplerin itminan bulduğu birer mubarek mekandır. Boyle yerlerde hissedilen gonul dinginliği ve huzur, samimiyetle yonelmenin, dergÂhlardaki uhrevî havanın, dizinin dibine oturulan kÂmil murşidin hem suret ve hali hem de talimiyle Allah’ın zikrine vesile olmasının eseridir. Fakat ote yandan, demek ki kalp de tasavvuf terbiyesinin kazandırmaya calıştığı bir iman ve zikir hali ile itminan bulacak mahiyette yaratılmıştır.

Dunya kalbi teskin edemez

Kalp, ruhumuzun merkezidir. Ruhumuz ise Elest Meclisi’nde Cenab-ı Hakk’la mulaki olmanın tadını almış, Ruhlar Âlemi’nde ilahî aşkın sefasını surmuştur. Butun insanların kalplerinin derinliklerinde bu tat ve sefanın verdiği saadet hissi vardır. Onun icin kim olursa olsun insanın kalbi hicbir dunyevî hazla sukûnet ve ferahlık bulamaz. Cunku hicbir şey kalbin ezelde tattığı ebedî saadetin neşvesini veremez. Hatta tam aksine, insanın mutluluğu bulmak adına, tatmin olmak adına yoneldiği butun arayışlar, kalbin varlık ve yaradılış maksadına uymadığı icin kalbi sakatlar, daha da huzursuz ve tatminsiz yapar. Susayanın, harareti gecsin diye tuzlu su icip daha da yanması gibidir bu.

Cağdaş refah toplumlarında her turlu zenginliğe, konfora, zevk ve eğlence imkanlarına rağmen turlu ahlÂksızlıkların, ickinin, uyuşturucunun, intiharların yaygınlaşması, artan bir tatminsizliğin gostergesidir. Dunya, uzerinden gecilip gidilmesi gereken cok tuzlu bir denizdir; suyu icilmez. Ancak otelere, ebedi Âleme ait ilahî kaynakların arı suları kandırır insan kalbini.

Daha fazla dunyalık, daha fazla tatminsizlik demek. Ya bu huzursuzluğu bastırmak icin kalbi oldurecek, ya cırpındıkca batacaksınız. Her ikisi de insanın mutlak manada helÂkidir. Bu fasit daireden cıkıp doğru bir istikameti, sırat-ı mustakimi aramak gerekiyor. Gercekten arıyor, ictenlikle yoneliyorsak eğer, “mufettihu’l ebvÂb” (kapıları acan) olan Cenab-ı Hak, uzerinde boyle ayetler olan acık kapılar cıkaracaktır karşımıza.

ŞÃ‚h-ı Nakşibend’in kapısındaki ayet, ici yananları tertemiz bir kaynak suyunun kana kana icileceği tukenmez bir pınara davet ediyor. İlahî vahiyden, Sunnet-i Seniyyeden kaynaklanan oyle bir pınar ki bu, reşahatından nasibi olanlar Kasr-ı HinduvÂn’ı bir cırpıda Kasr-ı ÂrifÂn’a ceviriyor. Kasr-ı ÂrifÂn’ın Ârifleri butun fakr u zaruretlerine rağmen Buhara’nın koşklerinde, saraylarında luks ve ihtişam icinde yaşayan meliklerin korku, endişe ve huzursuzluklarından Âzade, kıtalara, cağlara hukmediyorlar hÂlÂ.

Ve ŞÃ‚h’ın kapısındaki ayet, tasavvufun maksadını, dergÂhların varlık sebebini, oralarda ne ile meşgul olunduğunu anlatıyor soranlara.

KAYNAK: SEMERKAND DERGİSİ
Haziran 2009 126.SAYI
__________________