Zikirde Amac (Gaye, Hedef, Niyet) Nedir?
Bir hocanın kitabında şunu okudum. Duşuncesini eleştirdiğim, hatta karşı olduğum icin değil de pek cok taraftarı, seveni olduğu ve onları da manevi olarak yaralamamak icin hocanın adını vermek istemiyorum: ‘Allah Allah… diye zikirde gaye, tefekkurdur. Cunku tefekkur en buyuk ibadettir. Peygamberimiz (s.a.s) bir saatlik tefekkurun bir yıllık ibadete denk olduğunu soylemiştir…’ Bir sofi duşunun ki, bu tefekkur oncesinde en az beş bin kez kalbinden ‘Allah’ diye zikredecek. Sonra da Allah uzerinde duşunecek. Gerci hic kimse Allah’ın zatı uzerinde duşunemez. Bu hadis-i şerifle yasaklanmıştır. (Ama Allah’ın zatının huzurunda olma duygusu (ihsan), yani murakabe başka bir konudur. Bu tasavvufun gayelerinden birisidir.) Bu sofi hak yolda olaraktan Allah’ın sıfatları, guzel isimleri, varlıklar uzerinde tecelli eden manaları uzerinde duşunsun, kabul edelim. Size soruyorum, bunun icin zikir yapması mı daha uygun olur, yoksa bu yolda yani tefekkur sahasında yazılmış kitapları okuması mı? Elbette duşunce kafayla yapıldığına gore bu yolda yazılmış kitaplar daha yararlı olur. Kaldı ki, sofi icin tefekkur ihmal edilmemesi gereken bir ibadetse de onun asıl buyuk derdi, gayesi Allah (c.c.) aşkıdır (muhabbetullahtır). Allah zikrindeki asıl gaye, kalpte Allah muhabbetini uyandırmak, geliştirmektir.

Elbette insanlar ceşit ceşittir. Tuttukları yol da bu acıdan buyuk bir farklılık gostermektedir. İnsanların buyuk coğunluğu Allah’ı zikrederken sevap kazanma, ahrette cezadan kurtulma, cennete girme… gayelerini guderler. Bunlar yanlış şeyler değildir. Hatta ovulecek hasletlerdir. Herkesin bu niyetlerle cekebileceği kadar bir zikir edinmesini tavsiye ederiz. Ben şahsen pek cok Musluman’ın bu tur niyetlerle kendi kendilerine değişik zikirler edindiğine ve bunları şu kadar yıldan beri cekiyoruz dediklerine tanık oldum. Bundan daha guzel bir şey mi olur?.. Seneler bizi toprağa, kabre doğru yaklaştırıyor, boyle kişiler de yarın kabirde, ahrette kendilerine lazım olacak sermayelerine bir şeyler katıyorlar. Gecen zamanı, belli sayıda değişik zikirleri kendilerine gunluk virt edinmekle lehlerine kullanmaktadırlar. Ama bu ebrarın (iyilerin, kitabı sağ tarafından verilecek olanların) yoludur. Mukarrebun (Allah’a yakın) olanların yolunda sadece Allah aşkı ve O’nun rızası icin zikir yapılır. Sofinin de zikirdeki gayesi bu olmalıdır. Yoksa tasavvuf yolunda olması mumkun değildir.

Bilindiği uzere Vakıa suresinde cennetlikler iki gruba ayrılmışlardır: Eshabu’l-Yemin (Kitabı sağ tarafından verilecekler, ebrar), Es-Sabikunlar (İmanda ve amelde one gecenler, daha doğrusu Allah aşkında ve rızasını elde etmede onde olanlar, mukarrebun) olmak uzere. İyiler, cennette yukseltilmiş doşeklerde otururken ileri gecenler, değerli mucevherlerle işlenmiş tahtlar uzerindedirler (bk. Vakıa suresi, 15,34). Elbette bu iki grup cennette olmakla buyuk bir ikrama nail olmuştur. Ama bunların cennette birbirinden ayrılan dereceleri ve makamları vardır.

Nasıl bir deli aynı kelimeyi yuzlerce, binlerce kez soylerse sofi de ilahi aşkla, muhabbetle zikre yaklaşmalı, ‘Allah’ kelimesini mubarek bir delilikle veya şevkle soylemelidir. Bunda Allah’ın (c.c.) rızası dışında başka bir gaye gozetmemelidir. Zaten Nakşibendiyye tarikatında her yuz ‘Allah’ kelimesini zikirden sonra soylenilen (bazgeşt), ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ cumlesi de zikirde gaye olan bu aşk halinin rotasını vermektedir.

Nefis, şeytanlar zikri her zaman bulandırırlar. Onu dunyevi bir gaye icin cekme yoluna sevk edebilirler. Bu elbette buyuk bir yanlışlıktır. İnsanın ahretteki nasibini yok edebilecek buyuk bir hatadır. Zira yuce Allah (c.c.) şoyle buyurmaktadır: “Kim ahiret mahsulu isterse onun urunlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dunya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hic nasibi olmaz. (Şûr suresi, 20).” Zikrin tabiatında bir aşk hali, bir muhabbet zaten vardır. Yani insan zikir cekerken buyuk bir duygu ve coşku seline istemese de kapılmaktadır. Duşunun, boyle kalbinde dunyevi bir gaye ile zikreden insanın halini. Ne kadar cirkin bir duruma duşmektedir. Elbette dualarımızda ahreti unutmamak şartıyla Allah’tan dunyalık şeyleri de isteyebiliriz. Bu meşrudur. Ama biz burada zikirde amacta dunyalık şeyleri istemenin yanlışlığına değiniyoruz. Hele hele bir insan zikrin sağladığı bu aşk ve muhabbet duygusu ile dunyaya yonelirse dini acıdan manzara ne kadar korkunc olur!

Tabii sofi icin en buyuk tehlike başkadır. Zikirde sevap kazanma, cehennemden kurtulma, cenneti isteme… gibi gayelere duşebilir. Elbette bunlar meşru isteklerdir. Bu amaclarla zikir ceken insanlar yanlış yolda değillerdir. Bilakis doğru yoldadırlar. Cunku sonucta bu meşru istekleri Allah’ın rızası dışına cıkmamaktadır. Ama bunlara sofi denmez. Bu, tasavvuf yolu değildir. Sofinin cıtası yuksektir. O Allah aşkını ve rızasını talep etmektedir. Bunlara, yani sevap kazanma, cehennem korkusu, cennet aşkına takılan sofinin gayesine ulaşması ise imkÂnsızdır. HÂlbuki Allah aşkı ve rızası elde edildiğinde sevap kazanma, cehennemden kurulma, cenneti kazanma gibi endişelerin bir manası kalmayacaktır. Boyle bir kul Allah (c.c.) indinde buyuk ikramlara nail olacaktır. Dahası Allah dostu (veli) mevkisine cıkacaktır. Tabii tum bunların elde edilebilmesi icin sofiye oncelikle bir murşid-i kÂmilin rehberliği ve rabıtasına ihtiyac vardır.

Sofi icin zikirde en buyuk tehlike ise, manevi hal ve makam elde etme, keramet sahibi olma isteğidir. Bu istekler saniyede olan şeylerdir. Cunku kalp hadis-i şerifte de belirtildiği uzere saniyede halden hale girer, değişir. Onu bir yolda tutmak kolay değildir. Sofi bu cumle ile, yani ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ diyerek hemen zikrini rotasına sokmalıdır. Nefis ve şeytanların telkinlerini boşa cıkarmalı, zikri Allah aşkı ve rızası icin cektiğini belli bir sayıdan sonra hafif bir sesle yinelemelidir. Şeytanın ve nefsin bu tur vesveselerini sindirmelidir. Bu son durum, halleri yaşayan sofiler icin mukadderdir. Yani sofinin zikir sırasında her saniye bu tehlikeye duşmemesi şaşılacak bir şeydir. Sofinin kalbini her yuz tane ‘Allah’ zikrinden sonra rotaya sokması zaruret halini alır. Bu cumle olmadan zikir gayesine uygun olarak cekilemez. Başka bir noktaya kayar. Nefsin ve şeytanların vesveseleri ile bozulur.

Biz nefsin ve şeytanların saniyelik vesveseleri ile zikirde gaye olan ilahi aşkın ve Allah rızasının bulanacağını, berraklığını yitireceğini belirtirken ilgili hoca zikrin yolunu tamamen şaşırtmaktadır. Daha başta onu başka bir mecraya kanalize etmektedir. Bu hocanın tasavvuf ve tarikat yolunda onde gelen isimlerden birisi olarak tanınması ise akıl almaz bir şeydir.

Peygamberimiz (s.a.s) ‘Bir saatlik tefekkur bir yıllık ibadete denktir.’ demiştir. Ama başka bir hadis-i şerifinde ‘Kalpteki bir cezbe hali, insan ve cinlerin butun hayırlı amellerinden ustundur.’ diye buyurmuşlardır. Kaldı ki sofinin derdi mutefekkir (duşunur) olmak değildir. İlahi aşkı yaşamaktır. Biz elbette birini diğerinden ustun gorme gibi bir yol tutmuyoruz. Sadece zikirdeki gayenin saptırılmasına itiraz ediyoruz. Bu apacık bir aldatmaca, kandırmaca, en hafifinden sofiyi başka bir yola sokmadır.

Başka bir hoca ise zikirde gayenin murakabeye ulaşmak olduğunu, murakabe derslerinde zikre gerek kalmadığını soylemektedir. HÂlbuki boyle bir şey yoktur. Murakabe derslerinde zaman endişesi nedeniyle zikir dersleri biraz azaltılsa da zikrin tamamen terk edilmesi doğru değildir. Zira sultani zikrin (bedenin her hucresinin Allah diye titremesi) oluşması ve devamı icin zikre ihtiyac hayat boyu surer. Bu zikir olmadan bir sofinin, hatta bir murşidin şeytanların hucumlarından korunması mumkun değildir.

Zikir ile amaclanan gaye ilahi aşk ve Allah rızasıdır. Bu gayeyi en guzel şekilde varlık Âlemi gostermektedir. Oyle ki fena (yok olma) halinin guzelliği ile ileri derecedeki bir sofi adeta yaşarken olumden sonraki halini yaşamaktadır. Toprak olmuş bedeni tum varlık Âlemi ile Allah’ı (c.c.) zikretmektedir: “Yedi kat gok, dunya ve onların icinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hicbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsr suresi, 44).”

‘Biz emaneti goklere, yere, dağlara arz ettik. Onlar onu yuklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yuklendi. O cidden cok zalim, cok cahildir. (Ahzab suresi, 72)’ Tefsirlerde yukarıda soz konusu edilen ‘emanet’in insana yuce Allah (c.c.) tarafından verilen ruh olduğu belirtilmektedir. Burada anlatılan, tasvir edilen durum bir haldir. Yoksa dinlemekten, konuşmaktan, duşunmekten, irade sahibi olmaktan uzak olan dağlarla, yerlerle, goklerle yuce Allah’ın (c.c.) bizim anladığımız manada bir iletişimi gercekleşmemiştir. Soğuktan tiril tiril titreyen, cok uşuduğu yuzunden, gozlerinden, ellerinden belli olan bir insanın hal dili ile bize yaşadıklarını anlatması gibi dağlar, yerler, gokler de Allah’ın onlara sunacağı emaneti karşısında hal dili ile bir tavır takınmışlardır. Yuce Allah (c.c.) yukarıdaki ayette bu varlıkların sunduğu emanet karşısında tavırlarındaki hal dilini konu edinmiştir.

Dağların, yerlerin, goklerin emanete (ruh sahibi olmaya) karşı tavır almalarının nedeni, zikirden geri kalma kaygı ve korkusudur.

Dağlar, yerler ve gokler daim zikir halindedirler. Aslında dağlar ile yerler birdir. Allah’ın azametine dikkat cektiği icin yerlerin en yuksek noktaları olan dağlarla vurgu yapılmıştır. Burada yerlerle dağlarla kastedilen dunyadır. Gokler ile de butun gok cisimleri, gezegenler, yıldızlar işaret edilmiştir. Onların, yani dunyanın, gezegenlerin, yıldızların emaneti yuklenmeye yanaşmamaları bu buyuk vazifeyi (yani zikri) ihmal sadedindeki kaygıları ve korkularıdır. Şayet dağlar, yerler, gokler ruh emanetini alsalardı irade sahibi olacaklardı. O zaman zikirde ihmalkÂr davranabileceklerdi. Dolayısıyla yaratılmış oldukları asli vazifelerini (zikirlerini) de yerine getiremeyeceklerdi.

Bilindiği uzere dunya, gezegenler, yıldızlar hem mikro hem de makro duzeyde daima zikir halindedirler. Maddenin en kucuk parcası atomlarda bu zikir hali cekirdeğin etrafındaki elektronların buyuk bir hızla donmesi ile meydana gelmektedir. Dunyanın ve gezegenlerin gerek kendi gerekse bağlı bulundukları yıldızın (guneşin) etrafındaki donuşleri de makro duzeydeki zikir halinin ifadesidir. Yıldızlar adeta secde halindedirler. Yıldızların kendi ekseni etrafında donuşleri ve bağlı oldukları sistemle kÂinatta bir yere doğru akmaları ise başka birer zikir halidir.

İnsan zalim ve cahil olduğu icin emaneti, yani ruhu yuklendi. Boylece mikro ve makro Âlemdeki bu asli işten (zikir vazifesinden) koptu. İrade sahibi oldu. İmtihana tabi tutulmayı kabul etti. Oysa bunun gercek anlamını bilmiyordu. Cunku o cahildi, nefsine uydu; benlik sevdasına duştu, boylece zalimleşti. Tabii bu dunyada zikir ehli olanlar bundan mustesnadır. Daha doğrusu en azından namaz kılan insan, emaneti Allah’ın izni ile yerine getirmektedir. Cunku namazın diğer bir adı da zikirdir.

Hz. Ali’nin (r.a.) namaz oncesinde beti benzi atar, sarardığı gorulurmuş. Nedenini sorduklarında Hz. Ali (r.a) yukarıdaki ayete telmihte bulunarak yerlerin, dağların, goklerin kabul etmediği emaneti yerine getirmek gibi azim bir işe girişeceği icin kaygı ve korku duyduğunu ve bunun sonucu olarak bu halleri yaşadığını beyan buyurmuştur. Dikkat edilirse, Kuran-ı Kerim’in, ayetlerin tefsirinin Hz. Peygamberden (s.a.s) işittiği şuphe olamayan Hz. Ali (r.a), ‘emanet’ kavramına yorumlarımıza uygun olarak bir mana vermiştir.

Zikir, insana kulluğunu hatırlatmalıdır. Zikirde bizim en buyuk rakibimiz cansız varlıklardır, yani yeryuzu, gezegenler, yıldızlardır. Olum bizleri bu mertebeye ulaştıran bir koprudur. Cansız bedenimiz dunyada zikir ehli ise, kabirde de buna devam edecektir. Bu sayede kozmik Âleme intibak edecektir.

İnsan zikirdeki gayesinin bilincinde oldukca, bu konuda cansız varlıkların cok otelerde olduğunu keşfedince tasavvufta vahdet-i vucut gibi insanların ayaklarının kaydığı cukurlara veya hallere pek duşmeyecektir. İlahlık davası nerede, cansız varlıklar gibi daimi zikir halinde bir kulluğu kabullenmek nerede! Gerci buyuk sofilerin ağzından cıkan ve vahdet-i vucut halinin ifadesi olan sozler, onlardaki birer manevi sarhoşluğun ifadesidirler. Onların zikre yanlış bir gaye atfetmelerinin neticesi değildirler.

Zikirde gayede en cok soru aldığım konu ise Esma-i Husna hakkındadır. Bu konuda yazılan kitapları okuyan kişiler, ceşitli dunyevi gayelere ulaşmak icin Allah’ın guzel isimlerini belli bir sayıda cekmeye başlıyorlar. Şunu unutmamak gerekir ki, dinin amacı ahrettir. Bu dunya her şeyiyle bir imtihan yurdudur. Elbette yuce Allah (c.c.) bu dunyanın mamur edilmesini de istemiştir. Onun icin şeriat (hukuk) gondermiştir. Allah’ın guzel isimleri onun rızası istikametinde cekilmelidir. Orneğin Allah’ın guzel bir ismi ile dualarında dunyalık isteyen bir kişi bunun yanında ahreti asla ihmal etmemeli, istediği dunyalık ile Allah (c.c.) rızasını hedefleyen guzel işleri duşunmelidir. Bu dunyanın bir ceza ve mukÂfat yeri olmadığını, her şeyle (zenginlik- fakirlik, hastalık-sağlık, afiyet-bela ve musibetle…) imtihan edildiğimizi asla unutmamak gerekir.

Allah’ın (c.c.) zikrinde gozetilecek asıl amac, O’nun rızasıdır. O’nun guzel isimleri ile sadece dunyalık isterken utanmamız gerekir. Zira Allah’ın (c.c.) indinde bu dunyanın hicbir değeri yoktur. Bu konuya Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şoyle işaret etmişlerdir: “Eğer Allah’ın yanında dunyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı kÂfirler ondan bir yudum su icemezlerdi.” Başka bir hadis-i şeriflerinde de “Dunya lanetlidir, dunyada olan her şey lanetlidir; yalnız Allah icin olan bunun dışındadır.” buyurmuşlardır.

Esma-i Husna zikrinde amaclanan asıl şey, yuce Allah’ı ovmektir. Allah’ı tanımaktır. Bazı isimler onun uluhiyyetini gosterirler. Bunda kula duşen vazife yuce Allah’ı bu isimle yuceltmektir (El-Azim, El-Aliyy, El-Kebir vs.). Bazı isimlerde ise kula bakan yonler vardır. Bunlar yuce Allah’ın Rabbaniyyetini tanıtırlar. Orneğin yuce Allah El-Kerim’dir (comerttir). Kulunun da comert olmasını ister. Bu guzel ismin zikrinden gaye oncelikle Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanımak, sonra da kulun Allah’ın (c.c.) ahlakı ile ahlaklanmasıdır. HÂlbuki coğu kişi, Allah’ın bu guzel ismini zengin olmak icin zikreder. Sadece Allah’ın kendisine dunyalık vermesini ister. Kalbinde bu istekle yanıp tutuşur. Comertlik pek nefsini okşamaz. Oysa yuce Allah’ın (c.c.) bu ismindeki birinci gayesi Kendisini tanıtmaksa ikinci gayesi kulunu Kendisi gibi comert kılmaktır. Bunun gibi Allah’ın Rabbaniyyetini ortaya seren isimlerini Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanıma yanında nefsi terbiye etme, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak gayesi ile cekmek en doğru yoldur. Yuce Allah (c.c.) bu guzel isimleri gayesine uygun bir yolla zikrettiğimizde elbette dunyaya bakan hediyelerinden bizleri mahrum bırakmayacaktır. Ama sadece dunyaya bakan hediyelerine goz dikersek bizleri ahret nimetlerinden, daha da kotusu rızasından mahrum bırakabilir. Ustesinden kalkamayacağız imtihanları onumuze surebilir. Bu acıdan Esma-i Husna zikrinde bu dengeye, yani dunya ve ahret dengesine cok dikkat etmemizi şu ayet-i kerime adeta ihtar etmektedir: “En guzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en guzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına carptırılacaklardır (Araf suresi, 180).”

Esma-i Husna zikrinde zikrin başında, sonunda veya belli aralıklarla ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ demek, bu konudaki niyetimizi Allah’ın (c.c.) izni ile istikamet uzere kılacaktır. Bu acıdan bu sozu daima zikrimizde virt edinmek gerekiyor.


Alintidir.
__________________