Kısa boylu ve zayıf bir genc, yanında duran uzun boylu ve iri yapılı kuzenine donerek “Ben senin yerinde olsam, dunya ağır siklet boks şampiyonu olurdum.” dedi. Bunu duyan kuzeni donerek şu cevabı verdi: “Seni dunya hafif siklet boks şampiyonu olmaktan alıkoyan ne?”

Hepimizin, fıkradaki genc gibi, kendi şartlarımızda elimizden gelenin en iyisini yapmak yerine, “başkalarının yerinde olsaydık” neler yapacağımıza odaklandığımız zamanlar olmuştur. Bizi boyle duşunmeye yonlendiren nedir?

Başarmak istediğiniz bir hedefi duşunun. Bu hedef ayda uc kitap okumak, sigarayı bırakmak, aylık faaliyetlerinizi raporlamak ya da universite sınavını kazanmak olabilir. Hedefinize ulaşabilmek icin neler yapmanız gerektiğini biliyorsunuz. Bu yapmanız gerekenleri nicin yapmanız gerektiğini de biliyorsunuz. İsterseniz nereden başlayabileceğinizi ve işleri nasıl yapabileceğinizi de biliyorsunuz. Yapmamakla neler kaybettiğinizi, yaparsınız neler kazanacağınızı da biliyorsunuz. O işi yapmayı istediğinizi de duşunuyorsunuz. Ama yine de yapmıyorsunuz. Bir turlu ilk adımı atamıyor, eyleme gecemiyorsunuz. Ya da eyleme gectikten sonra yarı yoldan vazgeciyorsunuz.

Hic duşundunuz mu; sizi durduran ne?

Sizi durduran faktor “atalet”tir. Atalet fizik biliminde “eylemsizlik hali”, kişisel gelişim terminolojisinde “amaca yonelik eyleme gecmeme” demektir. Onlarca kişisel gelişim kitabı okuduğu halde, o kitaplarda anlatılanları uygulamayanların sorunu atalet icerisinde olmalarıdır. Yıllardır başarılı olmak icin hayaller kuran, hedefler koyan, planlar yapan ama bir turlu ilk adımı atamayan kişilerin sorunu da atalet halinde yaşıyor olmalarıdır.

“Ataletli” insanları nereden tanıyabilirsiniz? Atalet halinde yaşayan kişiler genellikle yavaş hareket ederler. Tembellik, yılgınlık, yeis, miskinlik, uzerine olu toprağı serpilmiş gibi hareket etmek, yumurta kapıya gelmeden harekete gecmemek, bezginlik, sevksizlik karakteristik ozellikleridir. Gorevlerini yaparken sık sık işleri erteler, mazeret beyan ederler. Hayata bakışları sitemkar, umursamaz, reaktif, kotumser, eleştirel ve kaygılıdır. Bu nedenle de yaşama sevicleri ve hayat enerjileri cok duşuktur. Onları cağırdığınızda genelde başlarını kaldırmadan kaşlarını kaldırarak size bakarlar!

Turkiye de en yaygın kişisel atalet ornekleri nelerdir? Yaptığımız bir ankette katılımcılardan “Yapmamanız gerektiği halde yaptığınız ya da yapmanız gerektiği halde yapmadığınız u şeyi yazar mısınız?” diye sorduk. En cok gelen on cevap şunlardı: Yabacı dil oğrenmemek, kitap okumamak, sigarayı bırakmamak, duzenli spor yapmamak, ailesine ve cocuklarına yeterince zaman ayıramamak, deprem onlemleri almamak, TV’ aşırı duzeyde seyretmek, tasarruf yapmamak veya cok israf yapmak, fazla kilolardan kurtulmamak, yaptığı gunluk veya yıllık planlara uymamak.

İnsanlar neden eyleme gecemezler? Neden atalet halinde yaşarlar? Bu sorunun cevabı kişilere gore değişmektedir. Bununla birlikte temel nedenler şunlardır: Hedef yokluğu, ic disiplin (irade) zayıflığı, kısa vadeli duşunmek ya da uzağı gorememek, alınganlık ve pasif direnc duygusu icerisinde yaşamak, motivasyon yetersizliği, negatif kurum kulturu, konformist ve hedonist bir dunya goruşune sahip olmak, başarısızlık korkusu, standart ve kriter algısının olmaması, oğrenilmiş caresizlik duygusu, hedefin gerektirdiği asgari yeterliliklere sahip olmamak, zaman kullanma bilincinin olmaması, objektif bir performans değerlendirme sisteminin olmaması, yanlış yorumlanmış kadercilik anlayışı, acık değil imalı iletişim kulturune sahip olmak, sert gerceklerle yuzleşme cesaretine sahip olmadığı icin bu tur verileri gormezden gelmek vb.

Atalet halinde yaşayan kişiler ikiye ayrılır:
1. İc disiplini ve motivasyonu zayıf olduğu icin hedeflerinin gereklerini ya da gorev tanımlarında yazanları yapmak icin harekete gecemeyenler.

2. Aşırı iş yuku altında boğuşmaktan onemli işlere oncelik veremeyenler. Bu kişilerin sorunu kişisel organizasyon sistemlerinin yetersiz olmasıdır.

İlk grup tembel ve iradesiz, ikinci grup gayretli ama metotsuzdur. Ataletin sonuclarını yaşama acısından iki grup eşit durumdadır.

İnsanlar ataletten neden kurtulamıyor? Birinci neden, kişilerin atalet halinde yaşadıklarının farkında olmamalarıdır. Ikinci neden, kişilerin ataletin nedenini kendi iclerinde değil dışlarında arama eğilimine sahip olmasıdır. Ucuncu neden ataleti yenmek icin de ataletten kurtulmuş olmanın gerekmesidir.

Ataletin oluşumu iki aşamada gercekleşir. Birinci aşama, cevredeki değişiklikleri gormemek ya da yapması gerekenleri gorememek (korluk). İkinci aşama, yapması gerekenleri gorduğu halde hicbir şey yapmamak, ihmal etmek, uşenmek, ertelemek ve eyleme gecmemektir.

Ataleti ve kanseri tehlikeli yapan tedrici (aşamalı) şekilde oluşmalarıdır.

Şok değişimlere karşı kişiler, kurumlar ya da toplumlar reflekslerini kullanarak harekete gecebilirler. Oysa tedricen (kademeli) oluşan değişimleri bunye tam algılayamaz. Bu durumun tipik orneği meşhur “Suyu ısınan kurbağa” deneyidir. Bir kurbağa sıcak suya direkt atılır. Yaşadığı “şok değişim”in etkisiyle kurbağa zıplayarak atıldığı kaptan cıkar. Ikinci denemede kurbağaya bu defa icinde oda sıcaklığında su bulunan bir kaba konur. Kap bir ısıtıcının uzerine konur ve kurbağanın suyu ısınmaya başlar! Su ısındıkca kurbağa gevşemeye, rehavete ve atalete duşmeye baslar. Suyun sıcaklığı “yakıcı” seviyeye ulaştığında kurbağa zıplayıp kaptan dışarı cıkmaya calışır, ama artık bacak reflekslerinin “calışmadığını” gorur. Ataletin insanı etki altına alma şekli de yaklaşık olarak boyledir.

İnsanların hayat karşısındaki “duruşları” da kurbağanınki ile pek cok noktada benzerlik gosterir. Pek cok kişi, ya hic eyleme gecmez ya da ertık eyleme gecmenin dahi sorunu cozemeyeceği noktada birşeyler yapmaya başlar. İnsanları eyleme gecme şekillerine gore dort gruba ayırabiliriz:
1. Bilen ve yapanlar (profesyonelce başaranlar)
2. Bilen ama yapmayanlar (ataletliler)
3. Yapan ama bilmeyenler (amatorler)
4. Yapmayan ve bilmeyenler (başarısız kişiler)

Eğer 1. grupta (profesyonelce başaranlar) yer almak istiyorsanız aşağıdaki “ipuclarını” izleyebilirsiniz.
1. Ataletten kurtulmanın ilk adımı atalet halinde yaşadğını fark etmektir. Bu kadar yoğun ve yaygın olarak atalet icerisinde yaşadığımız halde atalet algılamamızın olmaması, ataletlerimize kalıcılık kazandırmaktadır.
2. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in deyişiyle “Uşenmeyin, Ertelemeyin, Vazgecmeyin”. Atalet duşmek istiyorsanız once hedefler belirleyip planlar yapın, sonra da uşenin, erteleyin, vazgecin!
3. Umutlarınızı yuksek, sabit giderlerinizi duşuk tutun. Atalete duşmek istiyorsanyz umutlarımız duşuk, sabit giderlerinizi yuksek tutun!
4. Geniş duşunun, dar başlayın, cabuk bitirin. Atalete duşmek istiyorsanız “dar duşun, geniş başla, gec bitir” tarzında calışın!
5. Her alanda birşeyler oğrenin, bir alandaki her şeyi oğrenin. Atalete duşmek istiyorsanız her alanda yuzeysel birşeyler (magazin bilgileri) oğrenin.
6. Panonuza şu soruyu yazın: Bugun yapmadıklarımın gelecekteki sonucları neler olacak?
7. Hayatta başınıza gelen olaylardan daha cok, o olaylara verdiğiniz anlamların sizi atalete duşurduğunu unutmayın. Onemli olan size neler olduğundan daha cok, sizin nasıl biri olduğunuzdur.
8. Eyleme gecmek icin mukemmel hale gelmeyi beklemeyin. Ozellikle kucuk işlerde kervanı yolda duzeltecek şekilde harekete edin.

İnsan Hayatında Calışmanın Anlamı ve Onemi

Masamın ustunde aylık okuyacağım kitaplar arasında durmakta olan Cocuk ve Ergende Karakter Eğitimi adlı kitabı elime alıp actığımda, karşıma “Kur’Ân-ı Kerim’de Calışkanlık” bolumu cıkmıştı. Sayfaları incelediğimde calışkanlık duygusunun gelişimi, calışkanlık ve calışmayla ilgili Hz. Peygamber (asv)’den bazı rivÂyetlerin yer aldığını gordum. Konu, beni birkac gun once kucuk oğlumun eski mahallemizdeki ara sokakta bulunan kıraathaneyi gorduğunde sorduğu bir soruya intikal ettirdi. Hasan Ali, “Baba, kıraathane ne demek?” diye sormuş, ben de “Kitap okunan yer. İnsanların boş zamanlarında bir araya gelip sıcak-soğuk meşrubatlarını icerken luzumsuz ve zararlı şeylerle meşgul olmayıp kitap okusunlar diye yapılan, halka acık oturma yerleri.” diye cevaplamıştım. Hasan, “Ama kitap okumuyorlar ki! Hem de sigara iciyorlar!” diye karşılık verince, “Zamanla bu yerlerin mahiyeti değişmiş.” demekle yetindim, ama canım da sıkılmamış değildi hani. Oğlum fark etmedi ama, kıraathanenin iki dukkan aşağısında bir de internet cafe vardı. Orta yaş ve uzerindekilerin doldurduğu kıraathanenin aşağısındaki internet cafeyi de on yaş grubu gencler dolduruyordu. Acı gercek şuydu: Tembellik ve zamanlarını luzumsuz, hatta zararlı şeylerle meşgul olarak gecirme, oyalanma, zaman oldurme alışkanlığı hÂl surmekteydi. Yoksa buyuk millî değerimiz Mehmet Akif’in “Mahalle Kahvesi”nde;

"Mahalle Kahvesi, Osmanlılar bilir, ne demek
“Tasavvur etme sakın, ‘Gormedim, nedir?’” diyecek?
Dilenci şekline girmiş bu sinsi caniler,
Bu, gunduzun bile yol vermeyen haramiler..
Adımda bir dikilir azminin, gelir onune;
Zavallı yolcunun artık kıyar butun gunune…
Mahalle kahvesi Şarkın harîm-i katilidir;
Tamam o eski batakhaneler mukabilidir.
Zavallı ummet-i merhume olmeden gomulur;
Soner bu hufrede idraki, sonra kendi olur…”
(Ersoy 1966, s: 118 vd.)

şeklinde devam eden muhteşem ifadeler icindeki samimi serzenişlerinden ve “Fatih-Harbiye” deki Neriman’ın Fatih’deki meskenet yuvaları kahvehanelerden şikÂyet etmesinden beri değişen bir şey yok muydu, cephemizde?.. Değişen şeyler de yok değildi hani!.. Değişen, sadece dış dunyada ve oluşturulan sanal Âlemde internet sohbetleri, ceşitli oyunlar ve her turden filmler gibi teknoloji vasıtasıyla oluşturulan, yeni insan oğutme ve zaman torpuleme yolları ile yeni nesil idi. Buyukler, alışkanlıklarını terk edemedikleri ve gelişime ayak uyduramadıkları icin kıraathanede; gencler de yaşlılarla iletişim kuramadıkları veya kurmakta zorlandıklarından onlardan uzaklaşmayı daha kolay ve rahatlatıcı gordukleri icin yeni alışkanlıklar edindikleri internet cafede aynı tembellik ve meskeneti paylaşıyorlardı. Halbuki hepimiz cocukluğumuzdan beri tembelliğin kotu, calışmanın ise faydalı ve gerekli olduğunu işiterek, okuyarak ve yaşayarak bilmekteydik. O denli ki

“Adananın yolları taşlık / Yok cebimizde beş para harclık / Elden gitti kahvede genclik / Aman Adanalı, canım Adanalı”

şeklinde turkulerimize dahi yansımıştı. Boyle olduğu halde nicin ustumuze simsiyah bir zift gibi yapışarak Âdeta ayrılmaz bir vasfımız haline gelen bu atalet ve meskenetten kendimizi kurtaramıyorduk. Demek ki hÂl anlayamadığımız ve vicdanımızda duyamadığımız şeyler vardı… Eve geldiğimizde bile hÂla zihnim bu konuyla meşguldu. Oğlumun sorusu, bana defalarca yuz yuze geldiğim ve geldiğimiz bazı gerceklere kapı acmış, altından kolayca kalkamayacağım bir cok soruyu zihnime uşuşturmuştu…

Calışma kelime olarak “cabalamak, sa’y etmek, emek ve gayret sarf etmek” anlamına gelse de “faaliyet, faal olma, hareketlilik, hareket etme, aktivite, amel, iş” gibi kelimelerle yakın anlam icersindeydi (Rado, ts.) ve soz konusu aktiviteye bağlı olarak belli bir şey uretme, bir netice ortaya koymayı da ihtiva ediyordu.

Calışma en geniş anlamıyla faaliyet olarak kabul edilecek olduğu takdirde bu faaliyet, varlığın en temel, en belirgin ozelliği olmaktadır. Bu noktada faaliyet, var olma ya da varlığını duyma ve duyurma demektir; bu yonuyle calışma, doğrudan var olmayla alÂkalıdır. Zira faal halde olmak icin once var olmak gerekir. Ma’dumun, yani var olmayanın faaliyetinden bahsetmek mumkun değildir. Ayrıca var olmanın bizatihi kendisi bir faaliyettir, bir aktivite ve oluştur da denebilir. Zira vucutta asla atÂlet yoktur. Atalet, vucut icinde yokluk, hayat icinde olumdur; buna karşılık faaliyet ve calışma ise asıldır (Nursî, “Sozler”, 2001, s: 335, 343). Calışma ve faaliyetin bu noktada ataletle ve meskenetle ontolojik bir zıtlığı soz konusudur. Oyleyse, var olmanın en onemli derinliği hareket ve faaliyettir, hamledir. Bunun zıttı olan hareketsizlik, bir cozulme ve olumun bir başka adıdır. Buna ilaveten şuursuz varlıklarınkinden farklı olarak hareket, sorumlulukla irtibatlandırılmış ve sorumluluk, hareketin en birinci insanî buudunu oluşturduğu kabul edilmiştir. Bu itibarla mesuliyetle disipline edilmemiş faaliyetin tamam ve salih olduğunu soylemek guctur (Gulen 2002, s: 88).

Duşuncelerimi dış dunyaya cevirdiğimde hareket ve faaliyetin kÂinatın en temel ozelliği olduğunu, canlı-cansız butun varlığın her an faaliyet icersinde bulunduklarını fark ettim. Zaman, var olma ve yeni ozellikler kazanıp kaybetme niteliğiyle her an değişmekte olan tabiat, hareket etmekte olan dunya, guneş sistemi ve galaksiler, atom ve elektronların hareketlilik ve dinamizmi bunun en acık deliliydi.

“Delil mi isterler? İşte olmuş yer! Hayatı ona Biz veriyoruz. Oradan yiyecekleri habbeleri cıkarıyoruz… Ne kavuşabilir guneş aya ne de gecebilir gece gunduzun onune. O gok cisimlerinden her biri birer yorungede akar durur.”(YÂsin Sûresi, 36/33, 40).

“Allah O’dur ki, gokleri sizin de gorup durduğuz gibi, direksiz yukseltti. Sonra da Arş’ın ustune istiva etti. Guneşi ve ayı hizmet etmeleri icin sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belli bir vakte kadar dolaşmaktadır.” (Ra’d Sûresi, 13/2; krş. Lokman Sûresi, 31/29, FÂtır Sûresi, 35/13; Zumer Sûresi, 39/5)

gibi Âyetler bir yonuyle de bu gerceği gosteriyordu. Bu noktada Mehmet Akif’in

"Şu madde yok mu ki, almakta bir cok eşkali;
Onun da varmadadır sa’ye, asl-ı seyyali.
Neden mi? Cunku butun kudretin tekÂsufudur;
Zaman da sa’ye cıkar: Cunku hep onunla yurur
MekÂn da sa’ye varır: Sa’yi sıfıra indiriniz:
MekÂn tasavvur edilmez, muhal olur hayyiz…
Kamer calışmadadır, gokle yer calışmadadır;
Guneş calışmada, seyyareler calışmadadır.
Didinmeden geri durmaz nucûm-i keysû-dÂr.
Butun alın teridir durmadan yağan envar…
Nucûm-i nÂmutenahî butun calışmakta
Sukun tasavvuru kabil mi bu’d-i mutlakta?...”
(Ersoy, s: 254-255)

şeklindeki dizelerini yad etmemek mumkun değildi.

Zihnimin gozlerini dış Âlemden kendi uzerime ve icime cevirdiğimde de aynı gerceği butun acıklığıyla gormuştum. İnanılmaz bir dinamizm, sistem, muhteşemlik ve gayelilik goruluyordu. En hareketsiz, en atalet icinde bulunduğum anlarda bile irademin dışında butun hucrelerimin surekli faaliyet icinde olduklarını, benim varlığımı devam ettirmek icin calışmayı Âdeta kendi varlıklarının gayesi haline getirdiklerini, hucrelerimin doğumumdan bugune kadar acaba kac kere değiştiğini, surekli ben olarak kalmamla birlikte her an değişmekte olduğumu fark etmemle urpermiştim.

Hareket ve dinamizmin bu enfusî ve afakî evrenselliğinden dolayıdır ki ekmel dinimiz İslÂm, KÂdir-i Mutlak fa’Âl bir Allah inancını bizlere oğretmiş (Burûc Sûresi, 85/13-16; Rahman Sûresi, 55/29), buna bağlı olarak atalet ve sukun icindeki bir kÂinatı değil, aksine faal bir evren anlayışını gozumuzun onune sermiştir. İlaveten, canlı-cansız varlıkların bu faaliyetlerinin gayesiz olmadığını, hem Allah TeÂlÂ’nın kullî ve cuzî maksatlarına uygun bir cok hedefleri olduğunu hem de boylelikle Yuce Rabbe kulluk şuur ve faaliyeti sergilediklerini gostermiştir. Kur’Ân-ı Kerîm’de

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mu’minûn Sûresi, 23/115) ve

“Yedi gok, yeryuzu ve bunlarda bulunan her şey O’nu (n şanını yuceltir) tesbih eder. O’nu ovgu ile tesbih etmeyen hic bir şey yoktur…” (İsr Sûresi, 17/44)

anlamındaki Âyetlerle varlığın boş ve maksatsız olarak yaratılmadıkları, her bir varlığın hem kendileri hem de bağlı oldukları turler ve sistemler adına Allah’ın şanını yucelttikleri bildiriliyordu.

Calışma, İlÂhî Sıfatlarla ve Allah TeÂlÂ’nın AhlÂkıyla AhlÂklanmadır

KÂinatın dinamik yapıda olması, Allah TealÂ’nın varlığı, sıfat ve isimleriyle doğrudan alÂkalı gozukuyordu ve bu dinamizmin, O’nun Zatı ve Vucud’u başta olmak uzere, sıfatlarının ortak niteliği olduğunu vurgulamaktaydı. MeselÂ, Allah’ın “Hayy, KÂdir, HÂlık, Mubdî, Bedî’, Musavvir, Muhyî, Mumît, Rezzak, Mukît, KÂbız, Vehhab, VÂlî, TevvÂb, Mucîb, Semî’-Basîr...” gibi sıfat ve isimleri, Yuce Yaratıcı’nın kÂinatla ve faaliyetle alakasını gostermektedir. Allah TeÂl da

“Bir de o dağları gorur, donuk ve hareketsiz sanırsın. Oysa onlar bulutların yuruduğu gibi yurumektedirler. İşte bu, her şeyi muhkem ve mukemmel yapan Allah’ın sanatıdır.” (Neml Sûresi/27: 88), “Rabbin dilediğini hakkıyla yapandır.” (Hûd Sûresi/11: 107),

“O daima ayrı bir tecellî ile her an faaliyettedir.” (Rahman Sûresi/55: 29)

anlamındaki ceşitli Âyetlerde kendi İlÂhî ZÂtını, dilediğini hikmetle yapan, her an faal halde bulunan, yaratan, suret ve şekil veren, ilk kez yoktan var eden gibi sıfatlarla vasıflandırmıştır.

Calışma KÂinatın Duzenine Katılmadır

KÂinatın bir parcası olan ve ondan ayrı duşunulemeyecek bulunan, en şerefli varlık konumundaki insanın da bu evrensel kaidenin dışında olması duşunulemezdi. Bu itibarla faaliyet halinde bulunma, insanın mecburî fıtrî bir ozelliği, faaliyet ve calışma da fıtrî bir insan faaliyeti olmak durumundaydı. Zira -beslenme, barınma, giyinme, savunma, inanma ve ahlÂkîlik gibi- insanın en temel maddî-manevî ihtiyacları ancak insanın faaliyet icinde olması ve calışmasıyla gercekleşebilmekteydi.

Butun bunlara gore faaliyet ve calışma, bizatihi bir var oluş ve varlığın en temel ozelliğidir. İlÂhî Zat’ın ve O’nun sıfatların ortak vasfıdır ve faaliyet, Yuce Yaratıcı’nın koyduğu evrensel bir kanundur. Calışma, İlÂhî sıfatlara uygun bir davranış, evrenin faaliyet ve duzenine katılış, onlarla birlikte hareket ediştir. Atalet ve tembellik ise hem Allah’ın İlÂhî sıfatlarına hem de canlı-cansız butun varlıkların faaliyet ve duzenine aykırı bir duruştur. İlÂhî faaliyete ve evrensel duzene bir tur isyan veya kÂinatın işleyiş carkının dışında kalıştır. Bu itibarla calışma, evrensel bir dustur, dinî-ahlÂkî bir prensip, biyo-psişik ve sosyal bir gerekliliktir.

Calışma, Peygamberlerin ve Salihlerin Yoludur.

Peygamberler hem gecimlerini kazanma hem de tebliğ, temsil ve ubudiyet gibi dinî sorumluluk noktasında daima faaliyet icersinde bulunmuşlardır. Hatt gecimlerini temin noktasında, bir cok peygamberin belli mesleklerin pîri olacak kadar hayatı kazanmada onculer oldukları bilinmektedir. Mesel Hz. Âdem (as), ilk calışan meslek insanıdır. O, hem ciftcilik hem de dokumacılık yapmıştır. Hz. İdris (as) terzi ve kalemle ilk yazı yazan, Hz.İsmail (as), ilk Arapca yazı yazandı (Suheylî 1387, 1:78; Paşa 1984, 1:18); Hz. Nuh (as) ile Hz. Zekeriya (as) ise marangozdu. Ebû Hureyre’nin bildirdiğine gore Resûlullah (s.a.s), Hz. Davud (as)’ın elinin emeğinden başka bir şey yemediğini, Zekeriya (a.s)’ın da marangoz olduğunu haber vermiştir (Buharî, “Buyû”, 15; Muslim, “Fedail”, 45). Hz. İbrahim (as) hububat tohumu satarak geciniyor, aynı zamanda ziraat ve marangozluk yapıyordu. Hud ve Salih (a.s) ticaretle, Hz. Eyyup (as) ciftcilik, Hz. Davud (as) sultan olduğu halde demircilik (bk. Sebe’ Sûresi, 34/10-11), Hz. Musa ve Hz. Şuayb (a.s) ise cobanlık yaparak gecinmişlerdi (Yavuz 1992, 46-49). CenÂb-ı Resûl (s.a.s.) de cobanlık ve ticaret yapmış olduğu malûmdur (a.g.e., 49).

Faaliyet, insanların zirveleri olan peygamberlerin belirgin ozelliklerinden olunca, onları ornek almak en uygun davranış olacaktır. Nitekim Allah TeÂlÂ

“İşte, o peygamberler, Allah’ın hidÂyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yuru!” (En’am Sûresi, 6/90)

meÂlindeki Âyetiyle, inananlara ve onların şahsında tum insanlığa peygamberin yolundan gitmemizi, onları ornek almamızı emretmiştir.

Dunya gecimini temin acısından bakıldığında, Allah Resûlu (s.a.s),

“Bir kimse kendi eliyle calışıp yediğinden daha hayırlı bir şey yememiştir.” (Buharî, “Buyû”, 15);

“İnsanın kazandıklarının en hayırlısı, calışıp kazanarak elde ettikleridir.” (İ. Hanbel, 2: 354, 357);

“İcinizden kim bana insanlara yuk olmayacağına, onlardan bir şey istemeyeceğine dair soz verirse, ben de ona Cennet’te olacağına garanti veririm.” (Tirmizî, “Zuhd”, 61)

gibi beyanlarında, insanları calışmaya ve haklı kazanca teşvik etmiş; Fahr-ı Âlem (s.a.s) hangi kazancın en temiz ve en ustun olduğu sorulunca da kişinin bizzat kendi emeğiyle kazandığı işin ve şupheli olmayan helÂl alışverişin en temiz ve en ustun kazanc olduğunu beyan buyurmuştur (İ. Hanbel, 3:466).

Resûl-u Ekrem (s.a.s) helÂl kazancı sadece emretmekle kalmamış, hayatı boyunca gecimini helÂlinden calışarak bizzat kendi elde etmiştir. Kendisinin dinî-dunyevî otorite olmasını istismar etmemiş, normal bir insan gibi hem kendisi ve ailesi hem de toplumu ilgilendiren hizmetlerde bizzat calışmış ve tembellikten, insanlara yuk olmaktan şiddetle kacınmıştır. Nitekim Cenab-ı Resûl (s.a.s), Hz. Aişe (r.anha)’nin anlattığına gore ailesinin işlerine de yardım eder, ev işlerinde calışır, elbisesini yamar, elbiselerini kendisi temizler, ayakkabısını tamir eder, evini supurur, koyunlarını sağar, devesini bağlardı (Miras 1960, 2:644). Satın aldığı eşyayı bizzat kendisi taşır, koyun ve develere işaretleri kendisi koyardı. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin yapımı sırasında herkes bir kerpic taşırken O, iki kerpic taşıyarak caminin yapılmasında bizzat calışmıştı. Hendek Savaşı oncesi hendek kazılması sırasında ashabın bir turlu kıramayıp Hazret-i Resûl’den (s.a.s) yardım istemeleri uzerine eline balyozu alarak kendisi kırmış, ashabına yardım ederek hendekten cıkan toprakları taşımıştı (Yavuz, 50).

Bir defasında da Resûlullah (s.a.s) Sa’d b. Muaz’la tokalaştığında ellerinin nasırlı olduğunu fark etmiş, sebebini sorup ailesini gecindirmek icin amelelik yaptığını oğrenince “İşte Allah’ın sevdiği eller.” diyerek onun ellerini opmuştur (Serahsî, 30:245). Ayrıca O (s.a.s), calışıp kazanmanın dinî onemine dikkat cekmek icin her Muslumana sadaka vermenin vacip olduğunu belirtmiş, orada bulunanlar sadaka verecek bir şey bulamadığında ne yapılacağını sorunca “Calışsın, elinin emeğiyle kazandığını hem kendisi icin harcasın hem de sadaka versin.” buyurmuştur (Miras, 12:133). HÂtemu’l-Enbiy (s.a.s) bununla da kalmamış, kişinin calışmasını, ailesini gecindirmesini, uretimde bulunmasını gunduzleri oruc, geceleri namazla gecirme gibi bazı nafile ibadetlerden ve cihad gibi farz-ı kifaye olan ibadet mahiyetli emirlerden daha hayırlı kabul etmiştir (Buharî, “NafakÂt”, 1).

Sahabe efendilerimiz, her hususta olduğu gibi kazanclarını temin icin calışmada da Resûlu’s-Sakaleyn’in (s.a.s) yolunu izlemişlerdir. Nitekim Hz. Ebû Bekir zahirecilik, Hz. Omer dericilik, Hz. Osman kervanlarla ticaret yaparak hayatlarını kazanıyorlardı. Hz. Ali ise ucret karşılığında başkalarının yanında calışır, yani bir nevî amelelik yapardı (Yavuz, 50-51). Sahabenin onde gelenlerinden Abdurrahman b. Avf da Medine’de Resûlullah’ın (s.a.s) kardeş ilan ettiği Ensar’dan Sa’d b. Rebi’ kendisine malının yarısını teklif ettiği halde o, pazar yerini sormuş, yerini oğrenince de pazara gidip keş ve yağ alıp satmış, gecimini bir sure bu şekilde kazanmıştır (Miras, 6: 341-342).

Calışma Dinî Bir Vecîbedir

Allah TeÂl bir cok Âyette calışmanın onemini beyan etmiştir. Oncelikle Allah (c.c), insanı Kendisi adına yeryuzunde tasarrufta bulunması icin halife olarak yaratmış ve varlıkları insanın emrine vermiştir (Yunus Sûresi, 10/14). CenÂb-ı Allah’ın insana boyle bir sorumluluk yuklemesi, varlıkları onun emrine vererek şereflendirmesi3, insanın faal bir varlık olmasını gerektirmektedir. Ayrıca Allah

“İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların mukÂfatlarını tamıtamına verecektir.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/57);

“Allah, iman eden ve iyi şeyler yapanlara soz vermiştir, onlara bağışlama ve buyuk mukÂfat vardır.” (MÂide Sûresi, 5/59; Nis Sûresi, 4/57)

anlamındaki Âyetlerde, iman etmenin peşinden oncelikle ameli / faaliyette bulunmayı, insanî bir olgu; ilaveten “salih amel”i, yani hayırlı, guzel faaliyetler icersinde bulunmayı da mu’minlerin bir ozelliği olarak zikretmiştir. İlgili Âyetlerdeki insanoğluna yonelik “salih amel” kavramı umumî bir ifade olup, farz ve nafile ibadetlerin yanı sıra, onun zihnî, kalbî ve bedenî butun hayırlı-guzel faaliyetlerini kuşatmaktadır. Bu noktada tefekkurun zihnin faaliyeti, zikrin ise kalbin ve dilin faaliyeti olduğunu hatırlamak gerekir. Uhrevî mukÂfatına ilaveten her hayırlı faaliyetin icine peşin bir mukÂfat olarak zevk, lezzet ve ruhî huzur, itminan verilmesi ayrı bir lutuf olarak gozukmektedir (Nursî 2001, “Lem'alar”, 647 vd.). Kalbin ve dilin faaliyeti olarak zikrin ve kalplerin ancak zikirle huzur bulmasının (Ra’d Sûresi, 13/28) sırrı da bu faaliyetin peşin odenmiş bir sonucu olsa gerektir. Bu anlamda aktivitenin bir boyutu olan salih amel, bir mu’min ozelliği olarak tezahur etmektedir. Diğer bir deyişle, salih amel iman vasıtasıyla Rabbu’l-Âlemin’le ilişki kurup O’na bağlanan insanın kalbinde, zihninde ve azalarında ortaya cıkan makbul ve guzel faaliyet, iş olmaktadır. Bu itibarla, atalet ve tembellik bir tur iman zafiyeti olarak kendini gosterir. Faaliyet ve calışmanın iman ile olan bu yakın ilişkisinden dolayıdır ki, başta peygamberler olmak uzere butun salih insanlar, aynı zamanda dinamizim ve aksiyon insanı olmuşlardır.

İslÂm, salih faaliyet ve calışmayı farz kılmıştır. Nitekim Allah TeÂlÂ’nın

“De ki: Calışın, yaptıklarınızı Allah da, Resûlu de, mu’minler de goreceklerdir.” (Tevbe Sûresi, 9/105) ve

“Ey iman edenler duşmanlara karşı gucunuz yettiğince kuvvet ve savaş atları (aracları) hazırlayın ki bunlarla Allah’ın duşmanlarını, sizin duşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği kimseleri korkutursunuz.” (Enfal Sûresi, 8/60)

şeklindeki beyanı ile farz kılınmıştır. Âyetler, sadece savaş veya savunma maksadına yonelik silahlı kuvvetler hazırlamayı ve bu doğrultuda calışmayı değil, gecim icin calışmayı, helalinden kazanmayı da ifade etmektedir. Buna ilaveten cuma namazına cağrıldığında alış-verişin bırakılıp derhal namaza gidilmesi, namazı kılınca da yeryuzune dağılarak Allah’ın rızkını elde etmek icin calışmaya başlanılmasının ifade buyurulması (Cum’a Sûresi, 62/9-10) da meselenin ehemmiyetini gostermektedir. Nitekim İslÂm Âlimleri, helÂl rızık elde etmek icin calışmanın her Musluman’a farz (Munavî, 4:260); bazıları ise ailesinin gecimini temin etmesinin icma ile vacip olduğunu soylemişlerdir (Miras, 11:372). (Ancak bu vucupla farz oluşunu kastetmiş olmalıdırlar). Ehl-i Sunnet Âlimlerin coğunluğuna gore bir insanın kendisinin ve ailesinin ihtiyaclarını karşılamak, borclarını odemek ve yardıma muhtaclara el uzatmak icin calışması farzdır. (Multeka, 2:229).

Calışmada farz olan, nasıl ve ne şekilde olursa olsun değil, helÂl-meşrû yolda yolda calışıp kazanmaktır. Bunun aksi ise haramdır. Nitekim Allah TeÂlÂ

“Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz temiz olan şeylerden yiyiniz ve eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şukredin.” (Bakara Sûresi, 2/172; krş., Bakara Sûresi, 2/267)

anlamındaki Âyetle helal olan şeylerin yenilmesini, temiz ve doğru kazancların helal kılındığını bildirmiştir. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s) de aynı şekilde davranmıştır ki bu husus Kur’Ân-ı Kerîm’de

“O peygamber, temiz olanları helal, pis olanları ise haram kılmıştır.” (A’raf Sûresi, 7/157)

şeklinde ifade buyurulmuştur.

Calışma, Kullî ve Ferdî Gayeli Eylemler Butunudur

Hem dinî-dunyevî hem de kevnî bu denli derin anlamı bulunan calışma ve faaliyetin belirli gaye ve hedefleri olması gerekmez mi? Varsa, bu gayeler ne olmalıdır? gibi sorulara kendime gore cevap bulmalıydım. Bu noktada ilk once evrendeki canlı-cansız her şeyin hareket ve faaliyet icersinde olduğunu, bu ferdî ve kullî dinamizmin gayesinin bulunması gerektiğini duşundum. Aksi halde bir anlamsızlık ortaya cıkacaktı ki, bu, evrenin Yuce Sahibi’nin (c.c) hikmetine aykırıydı. Oyleyse bu dinamik Âlem icindeki insanın da hem kendi varlığının hem de faaliyetlerinin gaye / gayeleri olmalıydı ve bu tabiîdir de. Zira bizatihi insanın yaratılışının gayesi bulunduğuna gore, onun fiillerinin de gayesi olmalıdır. Ustelik gayesizlik, bir anlamsızlık ve abesiyet, bu ise var oluşa ve kÂinat duzenine aykırılıktır.

KÂinat, her şeyiyle Allah TeÂlÂ’nın esma ve sıfatlarının tecellisi ve Yuce Kudret’in sanatı olduğu duşunulduğunde, gayesizlik ve anlamsızlığın hikmetsizlik ve cehalet demek olacağı aşikÂrdır. Allah (c.c.) ise hikmetsizlik, cehalet ve abesle iştigalden munezzehtir. O halde her şeyin ferdî ve kullî cercevede bir gayesi olduğu gibi, faaliyetlerinin de olmalıdır. Bu gayenin, bizzat kendisi icin olması doğru değildir. Bu calışmak icin calışmak, faal olmak icin faaliyette bulunma anlamına gelir ki, bir şeyin sadece kendisi icin olmasını ifade etmektedir. Bu, tıpkı ilim icin ilim, sanat icin sanat, spor icin spor gibi kısır donguyu, bir anlamsızlığı ifade etmektedir.

Oyleyse, her şeyin ve eylemin kendisinin dışında belli bir yonelişi, hedefi ve neticesi, faaliyetin ve calışmanın gayesi de kendisinin dışında ve haricinde olmalıydı. Bu gaye, ya varlığın kendi duzeyinin altında veya aynı seviye ve değerde ya da ustundedir. Daha dûnunda olması duşunulemez, duşunulse de doğru olmaz. Zira daha değersiz ve aşağıda olan, daha ustun olan icin gaye ve hedef olamaz. Boyle bir yoneliş olsa bile bu, bir gaye değil, tefessuh olur. O halde bu gaye, ya aynı seviyeyi korumak ya da daha ust duzeye ulaşmak şeklinde olmalıydı. Tıpkı tohumun cabasının toprak altında catlayıp kok salmak ve filizlenmek; filizin cabasının ağac olmak; ağacın gayesinin kendine has meyve vermek ve neslini surdurmek olduğu gibi…Boylece bir tohumun ferdî ilk hedefi, ağac olup meyve vermek, bunun otesinde insan ve diğer canlılara faydalı olmak, kÂinattaki butun icindeki yerini gozeterek ekolojik dengeyi surdurmek… ve butun bunları yerine getirmeye devam ederek nihayette Yuce Yaratıcı’ya kulluk şuuru icinde itaat etmektir. Bu şekilde Âlemde umumiden hususiye ve hususiden umumiye doğru ceşitli tabakalarda ic ice gecmiş bir cok gaye ve hikmet bulunmaktadır.

İnsanın butun faaliyetlerinin hedefi olması gerektiğine gore bunları, dunya ve Âhiret hayatına yonelik olduğu kadar, dunyevî gayeleri de evrensel, sosyal, psikolojik gibi farklı acılardan değerlendirmek mumkundur. Buna gore, calışmanın evrensel bir hedefi vardır. Bu hedef, kÂinatın genel duzeni icindeki bu duzene uygun vazifesini yerine getirme, ondaki hareket ve faaliyet dusturuna aktif katılmadır.

Sosyal hedefi, fıtraten sosyal bir varlık olan insanın toplum icinde yaşama imkÂnı bulabilmesi ve uretime katkıda bulunması, urettiğini ayrıca insanlarla paylaşıp, beşerî hayata aktif katılımdır.

Psikolojik hedefi, atıl ve boş durmakla hem toplumdaki saygınlığını yitirerek toplum tarafından insanlara bir yuk, toplum icin bir asalak gibi kabul edilerek hor gorulup dışlanmaması; ferdin kendi hemcinslerinden gorduğu bu muamele sebebiyle kendini aşağılamaması; umitsizliğe duşmemesi; calışmak suretiyle varoluş şuurunu hissetmesi; faal halde iken o faaliyetin kendine has hasıl ettiği manevî lezzetle mutelezziz olması; kalbî ve ruhî huzura ermesi; boş ve işsiz kalmakla kendini dinlemekten, bir takım vesvese ve şuphelere maruz kalarak nefis ve şeytanın veya art niyetli insanların kullanabileceği uygun bir meta olmaktan kurtulmak gibi hususlardır. Calışmak suretiyle kÂinatın işleyiş duzenine ve sosyal hayata uyum sağlayıp katkıda bulunduğu şuuruyla varlık icinde yerini alması ve bunun farkına varmasıdır. Faydalı bir insan olduğuna inanarak vicdan huzuru ve mutluluğuna ulaşmasıdır.

Ferdî ve ailevî hedefi, ferdin kendisinin ve ailesinin temel ihtiyaclarını sağlamaktır.

Dinî ve uhrevî hedefi, oncelikle faal olmanın, İlahî esm ve sıfatlarda tezahur eden en onemli bir gercek olduğunun şuuruna vararak, Allah’ın isimlerine mazhar olma ve sıfatlarıyla vasıflanma cabası icinde olan bir kul olduğunu bilmek; hem helÂl kazanc elde ederek hem de diğer bazı ibadetleri yerine getirebilmek icin imkÂnlar oluşturarak Rabbin rızasını kazanmak; temiz ve makbul cabalarının sonuclarına bir lutuf olarak Âhirette ebedî saadete kavuşma imkÂnı bulmaktır.

Faaliyet ve calışmanın bu denli Âlemşumul ve dinî derinliği bulunduğuna gore, Musluman’ın bir an bile boş durmaması; “Bir işten boşalınca hemen başka bir işe koyul.” (İnşirah Sûresi, 94/7) anlamındaki Âyetin sunduğu hareket felsefesi ve hayat dusturuyla, “calışarak dinlenme, dinlenirken calışma” (Gulen 2000, s: 396) anlayışı icinde, değil calışma zamanlarını, fıtrî ihtiyacı olan istirahat zamanlarını bile salih bir dinamizm icinde gecirmesi gerekmektedir.

Calışmayı butun bu boyutlarıyla anlamak, icimi kıpır kıpır harekete gecirmiş, gonlume buyuk bir coşku vermiş, derin bir huzur sağlamıştı, ki bu coşku ve mutluluk icindeyken merhum Akif’in şu mısralarını hatırlamadan edemedim:

"Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş icindir;
Davransana, eller de senin, baş da senindir…
Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir;
Calış, calış ki beka, sa’y olursa hak edilir.”
(Ersoy, 209, 255)


Kaynak
__________________