Arkadaşlar pek coğunuzun beğeniyle okuyacağını umduğum hak dostları serisinde icine daldığınızda sizi surukleyecek pek cok nasihat ve dersler bulunmakla beraber hayatımızada yon vermesi dileğiyle yazdıklarım umarım faydalı olur.

ABAPUŞ-İ VELİ
Anadolu evliyĂ‚sından. İsmi BĂ‚li Mehmed Celebi olup, BĂ‚lî Sultan olarak da bilinir. Germiyan şehzĂ‚delerinden Hızır Paşanın oğludur. Dedesi SuleymĂ‚n Şah, MevlĂ‚nĂ‚ CelĂ‚leddîn Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in kızı Mutahhara Sultan ile evli olduğundan, soyu MevlĂ‚nĂ‚ hazretlerine ulaşır. Babası ona, saltanat elbisesi yerine tarîkat abası giydiği icin "Abapûş-i Velî" lakabını vermiştir.

Abapûş-i Velî, kucuk yaşta ilim oğrenmeye başladı. Kısa zamanda ilim tahsîlini tamamladı. AhlĂ‚k ve edeb numûnesi idi. Kucuk yaşta Mevleviyye tarîkatı buyuklerinin mĂ‚nevî bakışlarına kavuştu. İnsanlara doğru yolu gostermek uzere icĂ‚zet, diploma aldı.

Devrinin buyuk Ă‚limleri ve devlet ileri gelenlerinin coğu onun sohbetlerini tĂ‚kib ederlerdi. Tîmûr Han Afyon taraflarına geldiğinde, onun bolgesine girmedi ve bĂ‚zı ihsĂ‚nlarda bulunmak isteyince; "Bizim abamız, elbisemizi terk ve ihtiyacsızlık elbisesidir" deyip kabûl etmedi. Tîmûr Han Abapûşî hakkında; "Boyle zatlar boş değildir. Allahu teĂ‚lĂ‚dan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gonullerinde onların heybeti, korkusu yer etmiştir." dedi.

Abapûş-i Velî omrunun sonlarını babasından kalan dergĂ‚hında yalnız gecirdi. Devamlı ibĂ‚detle meşgûl olurdu. Talebeleri ve sevenleri huzuruna gidip ders ve sohbetlerini dinler, ondan istifĂ‚de ederlerdi. Ceşitli zamanlarda insanlar arasına cıkıp, onlara Allahu teĂ‚lĂ‚nın emir ve yasaklarını anlatır, herkesi iyiliğe teşvik ederdi.

VefĂ‚tından once kendi evine gecen Abapûş-i Velî, uc gun sonra 1485 (H.890) senesinde vefĂ‚t etti. Afyonkarahisar Mevlevî DergĂ‚hının bahcesine defnedildi. Definden sonra bĂ‚zı hĂ‚ller goruldu. Talebeleri bunları hocalarının kerĂ‚meti olarak kabûl ettiler. Bu sırada sĂ‚dece gorunuşe bakarak konuşanlardan birisi bu hĂ‚llerin, talebeler tarafından uydurulduğunu, bunların aslının olmayacağı gibi sozler soyledi. Ayrıca kabre inkĂ‚r gozu ile baktığı anda, Allahu teĂ‚lĂ‚nın gazĂ‚bına uğrayarak gozleri gormez oldu, dili tutuldu. Baştan ayağa kadar butun vucûdu titremeye başladı. Bu hĂ‚le yakalandığının ucuncu gunu kotu bir vaziyette oldu. Allahu teĂ‚lĂ‚nın evliyĂ‚sı hakkında uygunsuz konuşmanın, onu inkĂ‚r etmenin cezĂ‚sını hemen gordu.

1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye; (SĂ‚kıb Dede; Mısır 1283) c.1, s.4

ABBÂDÎ


Meşhûr tasavvuf Ă‚limlerinden. İsmi Muzaffer bin Erdeşir bin Ebî Mensur el-Mervezî'dir. Merv şehrinin bir koyune nisbetle AbbĂ‚dî diye meşhur olmuştur. Kunyesi Ebû Mansur, lakabı Kutbuddîn'dir. 1098 (H.491)'de Merv şehrinde doğdu. 1152 (H. 547) senesinde Huzistan'da, Asker Mukrem denilen yerde vefĂ‚t etti.Sonradan BağdĂ‚d'a nakledildi. Cuneyd-i BağdĂ‚dî hazretlerinin kabrinin bulunduğu Şunîziyye kabristanına defn edildi.

İlim oğrenmeye Merv'de başladı. Nasrullah ibni Ahmed bin Erdeşir, Nasrullah ibni Ahmed el-Huşamî, İsmĂ‚il bin Abdulgafûr el-FĂ‚risî, AbdulgaffĂ‚r eş-Şirevî, ZĂ‚hir bin TĂ‚hir, Abdulmunîm bin el-Kuşeyrî gibi zamĂ‚nının meşhûr Ă‚limlerinden ilim oğrendi, hadîs-i şerîf dinleyip rivĂ‚yet etti. Kendisinden ise Ebû Muhammed el-AkdĂ‚n hadîs-i şerîf işitti.

Guvenilir bir hadîs rĂ‚visidir. VĂ‚z ve nasîhatlarıyla şohret bulmuştur. HitĂ‚beti cok duzgun, tesirli ve anlatım gucu kuvvetli idi. Halk onun vĂ‚zlarından cok istifĂ‚de edip, şevkle dinlerdi. Ona, "Sultan-ı Suhan", "HĂ‚ce-i MĂ‚nĂ‚" ve zamĂ‚nının allĂ‚mesi, en buyuk Ă‚limi mĂ‚nĂ‚sında "AllĂ‚me-i RuzgĂ‚r" gibi medhedici unvĂ‚nlar verilmiştir. Bu derece tanınıp sevildikten sonra Selcuklu hukumdĂ‚rı Sultan Sencer onu AbbĂ‚sî halîfesi Muktefî LiemrillĂ‚h'a elci olarak gonderdi.

AbbĂ‚dî'nin tasavvuf ilminde, tasavvufun pekcok konularını acıklayan SûfînĂ‚me adlı eseri vardır. Bundan başka MenĂ‚kıb-us-Sûfiyye, hazret-i Ali ve Ehl-i beytin fazîleti hakkında MerĂ‚sîmu'd-Dîn fî MevĂ‚sim-ul-Yakîn adlı eseri bulunmaktadır. Mî'rĂ‚cnĂ‚me ve Vesîle ilĂ‚ Fazîlet-il-Fazîle diğer eserleridir. İbĂ‚hat-ul-Hamr adlı bir eserinden bahsedilmiş ise de SemnĂ‚nî ve İbn-i Hacer gibi Ă‚limler boyle bir eserinin bulunmadığını bildirmişlerdir.

Buyurdu ki: "Kabre yılanlar dışardan gelir sanmayınız. Sizin kotu amelleriniz kabirde sizin icin engerek yılanıdır. DunyĂ‚da iken yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak gelir."

1) VefeyÂt-ul-A'yÂn; c.5, s.212
2) TabakĂ‚t-uş-ŞĂ‚fiiyye; c.7, s.299
3) El-BidÂye ven-NihÂye; c.12, s.230
4) Mu'cem-ul-Muellifîn; c.12, s.297
5) İslĂ‚m Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.144

ABBÂS BİN HAMZA EN-NİŞÂBÛRÎ

Hadîs Ă‚limi, hatîb ve velî. Kunyesi Ebu'l-Fadl'dır. EvliyĂ‚dan Ebû Bekr Hafîd'in torunudur. 900 (H. 288) senesinde vefĂ‚t etti. Zunnûn-i Mısrî ve BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî ile sohbet etmiştir. Hadîs-i şerîf oğrenmek icin memleketleri gezerdi. EvliyĂ‚nın meşhûrlarından ve Şam'ın guzel kokulu ciceği diye meşhur Ahmed bin Ebi'l-HavĂ‚rî hazretlerinden hadîs-i şerîf okudu. Gunduzleri oruc tutar, geceleri namaz kılardı. İnsanlara doğru yolu gosterir, İslĂ‚miyetin emirlerine sıkı sarılmaları icin cok gayret sarfederdi. VĂ‚z ve nasîhatlar ederdi. Bu sebeple "El-VĂ‚iz" lakabıyla meşhûr oldu.

Hasan bin Muhammed NişĂ‚bûrî annesinden şoyle nakletti: Annem vefĂ‚t etmeden once bana; "Sana hĂ‚mile iken babandan izin alıp AbbĂ‚s bin Hamza'nın sohbet ettiği yere gittim. MunĂ‚sib bir yere durup, onu dinledim. Sohbetini bitirince; "Ayağa kalkınız" dedi.Herkes kalktı ve hep birlikte ellerini acıp duĂ‚ etmeye başladılar. Ben de el acıp; "YĂ‚ Rabbî! Bana ilim sĂ‚hibi sĂ‚lih oğul ihsĂ‚n et" diye duĂ‚ ettim. Sonra eve dondum. Gece bir ruyĂ‚ gordum, bir zĂ‚t bana; "Mujde Allahu teĂ‚lĂ‚ senin duĂ‚nı kabul buyurdu. Sana bir erkek evlĂ‚d verecek. OĂ‚lim ve uzun omurlu olacak" dedi.

Hasan bin Muhammed bunu anlattıktan dort gun sonra vefĂ‚t etti. Annesinin ruyĂ‚sında mujdelendiği gibi Ă‚lim ve uzun omurlu bir zĂ‚t idi...

AbbĂ‚s bin Hamza hazretleri, hocasıZunnûn-i Mısrî'nin şoyle buyurduğunu nakletmiştir:

"İnsanlar neyi istediklerini bilselerdi, arzu ettikleri şey icin verdikleri onlara zor gelmezdi."

"Ey Allahım! Ben nasıl senin rızĂ‚n icin calışmayayım, cunku sen beni yoktan vĂ‚r ettin ve İslĂ‚miyetle şereflenmemi nasîb ettin."

AbbĂ‚s bin Hamza (r.aleyh) buyurdu ki: "Hocam Ahmed bin Ebi'l-HavĂ‚rî, hocası Ebû SuleymĂ‚n DĂ‚rĂ‚nî'den nakletti: "Bir vaktin insanlarının bozulduğuna alĂ‚met, o insanların korkudan cok umid icinde olmalarıdır."

"Ârif olana, devamlı olarak Rabbinin emirlerine itĂ‚attan başka bir hĂ‚l yakışmaz."

Yine hocası Ahmed bin Ebi'l-HavĂ‚rî'den nakleder: "DunyĂ‚yı tanıyan ondan vazgecer, Ă‚hireti tanıyan ona sarılır, Allahu teĂ‚lĂ‚yı tanıyan da O'nun rızĂ‚sına kavuşmak icin calışır."

1) TabakĂ‚t-us-Sûfiyye; s. 25,26,139
2) TabakĂ‚t-uş-ŞĂ‚fiiyye; c.3, s. 26
3) NefehÂt-ul-Uns Tercumesi; s. 121
4) TabakĂ‚t-us-Sûfiyye (EnsĂ‚rî s. 119
5) Hazînet-ul-MeĂ‚rif; c.2, s.165
6) NesÂyim-ul-Mehabbe; s.43
7) İslĂ‚m Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.54

ABDULLAH BİN ABDULAZÎZ

Dokuzuncu yuzyıldaki hadîs Ă‚limlerinin meşhûrlarından. Omerî ismiyle de tanınmıştır. 800 (H.184) senesinde Medîne-i munevverede vefĂ‚t etti. Babasından ve diğer Ă‚limlerden hadîs-i şerîf rivĂ‚yet etti. Kendisinden ise SuleymĂ‚n bin Muhammed bin YahyĂ‚ bin Urve bin Zubeyr, İbn-i Uyeyne, İbn-i MubĂ‚rek, MûsĂ‚ bin İbrĂ‚him gibi Ă‚limler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir.

İbn-i HibbĂ‚n; "O, zamĂ‚nının en zĂ‚hidi idi. DunyĂ‚ya duşkun olmıyan, Ă‚bid, hadîs ilminde sika, guvenilir bir Ă‚lim idi." demiştir.

Fudayl bin İyĂ‚d buyurdu ki: "Abdullah bin Abdulazîz ile İbn-i MubĂ‚rek'in huzûruna gidip, yanında bulunmayı cok seviyorum."

Ebû Ca'fer el-HızĂ‚, Abdullah Omerî'nin bir gun buyuklerden birisinin şu sozunu naklettiğini bildirdi: "Kur'Ă‚n-ı kerîmi cok okumalı. Cunku, Kur'Ă‚n-ı kerîm, okunup emirlerine uyulduğu zaman Cennet'e goturur."

Abdullah Omerî hazretleri dĂ‚imĂ‚ kitaplarıyla beraberdi. Onları yanından hic ayırmazdı. MutlakĂ‚ yanında bakacağı bir kitap bulunurdu. Ona; "Nicin kitapları bu kadar seviyorsun?" dediler. O, bunlara şu sozlerle cevap verdi: "İnsana kabirden daha ibret verici ve daha cok nasîhat eden bir şey yoktur. Yalnızlıktan daha emin bir şey yoktur. Kitap ise, insana yakın ve samîmî bir arkadaştır."

Bir gun şoyle duĂ‚ etti: "YĂ‚ Rabbî! Sana, buyuğumuz, kucuğumuz tovbe ederiz. Tovbelerimizi, doğru kıl. Bizi tovbesine uymayanlardan eyleme, Allahım!".

Ebû Munzir İsmĂ‚il bin Omer anlattı. Abdullah Omerî şoyle diyordu: "İnsanoğlu gaflete dalar ise, Allahu teĂ‚lĂ‚nın emirlerini yapmaz ve yasakladığı şeyleri yapmaya başlar. İnsanlardan korkarak, emr-i ma'rûf ve nehy-i an-il-munker; iyiliği emredip, kotuluklerden alıkoyma farzını terkeder."

Birisi Abdullah bin Abdulazîz'e; "Bana nasîhat et." dedi. Bunun uzerine, o zĂ‚ta donerek; "VerĂ‚, şuphelilerden sakınmak cok kıymetli bir haslettir. İnsanın kalbinde verĂ‚nın bulunması, butun dunyĂ‚ya bedeldir. Onun icin, bir şey şupheli ise ondan sakın. Yoksa haram işlersin." dedi.

Talebelerinden biri; "Şukredici ve sabredici kimlerdir?" diye sorduğunda, Enes bin MĂ‚lik'den rivĂ‚yet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "DunyĂ‚ husûsunda, kendisinden yukarı olanlara, din husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakan kimseyi, Allahu teĂ‚lĂ‚ şukredici ve sabredici olarak yazmaz. DunyĂ‚ husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakıp, din husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan kimseyi Allahu teĂ‚lĂ‚, şukreden ve sabırlı bir kul olarak yazar."

EshĂ‚b-ı kirĂ‚ma karşı cok muhabbeti vardı. Onlar Peygamber efendimizin en yakınları, dostları, arkadaşları olduğu icin butun muslumanların onları sevmesini emrederdi.

İbrĂ‚him bin Sa'd'dan rivĂ‚yet ettiği şu hadîs-i şerîfi sık sık okurdu: "EshĂ‚bım hakkında, Allahu teĂ‚lĂ‚dan korkun. Sakın benden sonra onlara duşmanlık yapmayınız. Onları seven beni sevdiği icin sever. Onlara buğzeden, kin tutan, bana duşmanlığından dolayı boyle yapmış olur. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allahu teĂ‚lĂ‚ya eziyet etmiş olur. Kim Allahu teĂ‚lĂ‚ya eziyet ederse, Allahu teĂ‚lĂ‚nın onu cezalandırması cok yaklaşmış demektir."

DuĂ‚ların kabûl olması ile ilgili olarak sorduklarında Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîflerini nakletti: "Allahu teĂ‚lĂ‚ya yalvarıp duĂ‚ etmeden once ma'rufu (iyiliği) emredip, munkerden nehyediniz. Gunahınıza pişman olup, Allahu teĂ‚lĂ‚dan af ve mağfiret dilemeden once, elbette Allahu teĂ‚lĂ‚ sizin duĂ‚larınızı kabul etmeyecek. O zaman af ve mağfiret de olunmayacaksınız. Yahûdî Ă‚limler ve hıristiyan din adamları emr-i ma'ruf ve nehy-i an-il-munkeri terkettikleri icin, Allahu teĂ‚lĂ‚ onları, kendi peygamberlerinin lisĂ‚nı uzere lĂ‚netleyip, umumî bir belĂ‚ vermiştir."

KABİR AZABINI HATIRLAYIN

Muhammed bin Harb el-Mekkî şoyle anlatır:

Abdullah bin Abdulazîz Omerî hazretleri yanımıza gelmişti. Onun etrafına toplandık. Mekke-i mukerremenin ileri gelenleri de oradaydı. Bu sırada Abdulazîz Omerî hazretleri başını kaldırınca, KĂ‚be-i muĂ‚zzamanın etrafında yukselen sarayları gordu. Şiddetli bir şekilde bağırarak; "Ey bu koşkleri bu mukaddes mekanın yanına dikenler! Olunce, yapayalnız kalacağınız mezarların zifiri karanlıklarını hatırlayınız. Ey zevk ve sefĂ‚ sahipleri, ey dunyĂ‚ nîmetleri icerisinde yuzenler! Kabirde, kurtların, boceklerin, yiyecekleri ve gıdĂ‚ları olacağınızı, şu guzel vucutlarınızın, toprak altında curuyeceğini, o goren gozlerinizin akacağını, konuşan dillerinizin susacağını hic duşundunuz mu?" Abdulazîz hazretleri bunları soyleyince gozleri doldu.

1) Hilyet-ul EvliyÂ; c.8, s. 283
2) Tehzîb-ut-Tehzîb; c.5, s. 302
3) TabakĂ‚t-ı İbn-i Sa'd; c.5, s. 435
4) İslĂ‚m Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.90
5) TabakĂ‚t-ul-KubrĂ‚ (İmĂ‚m-ı Şa'rĂ‚nî c.1, s.65

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ

EvliyĂ‚nın buyuklerinden. İnsanları Hakk'a dĂ‚vet eden, onlara doğru yolu gosterip, hakîkî saĂ‚dete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen buyuk Ă‚lim ve velîlerin beşincisidir. SultĂ‚n-ul-Ârifîn lakabıyla meşhûrdur. Kunyesi, Ebû Yezîd'dir. İsmi Tayfûr, babasının adı ÎsĂ‚'dır. 776 (H.160) veya 803 (H.188)de İran'da Hazar Denizi kenarında BistĂ‚m'da doğdu.

Daha annesinin karnında iken kerĂ‚metleri gorulmeye başladı. Annesi ona hĂ‚mile iken şupheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.

Cocukken bir gun cĂ‚mi avlusunda oynuyordu. Oradan gecmekte olan Şakîk-i Belhî kendisini gorup; "Bu cocuk buyuyunce zamĂ‚nının en buyuk velîsi olacak." buyurdu. Yine bir gun hadîs Ă‚limlerinden bir zĂ‚t onu gorunce cok hoşuna gitti. ZekĂ‚ ve anlayışını olcmek icin sordu: "Guzel cocuk, namaz kılmasını guzelce biliyor musun?" BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî de ona; "Evet Allah dilerse becerebiliyorum." cevĂ‚bını verince; "Nasıl?" diye sordu. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî de; "Buyur yĂ‚ Rabbî! Emrini yerine getirmek uzere tekbir alıyor, Kur'Ă‚n-ı kerîmi tĂ‚ne tĂ‚ne okuyor, tĂ‚zim ile rukûya varıyor, tevĂ‚zu ile secde ediyor, vedĂ‚laşarak selĂ‚m veriyorum." deyince, o zĂ‚t hayran kalarak; "Ey sevgili ve zekî cocuk! Sende bu fazîlet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına nicin izin veriyorsun?" diye sordu. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî de; "Onlar beni değil, Allahu teĂ‚lĂ‚nın beni suslediği o guzelliği meshediyorlar. Bana Ă‚id olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl engel olabilirim?" cevĂ‚bını verdi.

Kucuk yaşta iken annesi, kendisini mektebe gonderdi. BĂ‚yezîd hazretleri, buyuk bir dikkatle derse devĂ‚m ediyordu. Bir gun Kur'Ă‚n-ı kerîm okumak icin gittiği mektepte, okuduğu bir Ă‚yet-i kerîmenin (Lokman sûresi: 14) tesiri ile erkenden eve dondu. Annesi merak edip nicin erken donduğunu suĂ‚l edince, şoyle cevap verdi: "Bir ayet-i kerîme gordum. Allahu teĂ‚lĂ‚ o Ă‚yet-i kerîmede kendisine ve sana hizmet ve itĂ‚at etmemi emrediyor. Ya benim icin Allahu teĂ‚lĂ‚ya duĂ‚ et, sana hizmet ve itĂ‚at etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahu teĂ‚lĂ‚ya ibĂ‚det ile meşgûl olayım." dedi. Annesi; "Seni Allahu teĂ‚lĂ‚ya emĂ‚net ettim. Kendini O'na ver." dedi. Bundan sonra BĂ‚yezîd, kendini Allahu teĂ‚lĂ‚ya verdi, emirlerinin hic birisini yapmakta gevşeklik gostermedi; ama annesinin hizmetini de ihmĂ‚l etmedi. Annesinin kucuk bir arzusunu, buyuk bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye calışırdı. Cunku Allahu teĂ‚lĂ‚nın emri de boyle idi. Elinde olmadan iki sefer annesinin arzusunu yerine getiremedi. Bu husûsu buyuk pişmanlık icinde şoyle anlatır: "HayĂ‚tımda yalnız iki defĂ‚ annemin arzusunu yerine getiremedim. Her defĂ‚sında mutlaka bana zararı dokundu. Birincide duştum burnum ezildi. İkincisinde ayağım kaydı duştum, omuzumdaki su testisi kırıldı.

Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan ceşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu gordu. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. NihĂ‚yet annesi uyandı ve "Su, su!" diye mırıldandı. BĂ‚yezîd elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk tesiri ile eli donmuş, parmakları testiye yapışmış idi. Bu hĂ‚li goren annesi; "Yavrum, testiyi nicin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun?" dedi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî; "Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek icin testi elimde bekliyorum." dedi. Bunun uzerine annesi; "YĂ‚ Rabbî! Ben oğlumdan rĂ‚zıyım. Sen de rĂ‚zı ol!" diye cĂ‚n u gonulden duĂ‚ etti. Belki de annesinin bu duĂ‚sı sebebiyle, Allahu teĂ‚lĂ‚ ona evliyĂ‚lığın cok yuksek mertebelerine kavuşmayı ihsĂ‚n etti.

Genclik yıllarında yaptığı bĂ‚zı ibĂ‚detlerden zevk alamıyordu. Bu durumu zaman zaman annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı ve; "Anneciğim; beni emzirdiğin zaman, benim yuzumden haramdan bir şey aldın mı? İcimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat neden olduğunu bilmiyorum." derdi. Annesi uzun bir muddet duşundukten sonra; "EvlĂ‚dım tek şey hatırlıyorum. Sen daha kucuktun. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir turlu susturamadım. Seni susturmak icin ocağın ustunde pişmekte olan tarhanaya komşudan izin almaksızın parmağımı batırıp ağzına koydum." dedi. Bunun uzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helallik diledikten sonra yaptığı ibĂ‚detlerden zevk almaya başladı.

Uveysî olup, İmĂ‚m-ı CĂ‚fer-i SĂ‚dık'ın vefĂ‚tından kırk yıl sonra doğduğu hĂ‚lde İmĂ‚m-ı Ali RızĂ‚'nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmĂ‚m-ı CĂ‚fer-i SĂ‚dık'ın rûhĂ‚niyetinden istifĂ‚de etti. BĂ‚yezîd, İmĂ‚m-ı CĂ‚fer-i SĂ‚dık'ın rûhĂ‚niyetinden feyz almakla meşhûr oldu. Otuz sene Şam civĂ‚rında bulunup, yuz on uc Ă‚limden ilim oğrenmiştir. Aşk-ı ilĂ‚hîde o kadar ileri ve ibĂ‚dette o derece yuksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan goğus kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece Ă‚lim, fĂ‚dıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.

BĂ‚yezîd, ilim tahsîl ettiği ustĂ‚dlarından birine olan hurmet ve muhabbetinden dolayı, onun kabrinin yanına defnedilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden daha derin yapılmasını, kendi vucûdunun, hocasının vucûdundan aşağıda olmasını vasiyyet etti. Hocalarının en buyuğu, Allahu teĂ‚lĂ‚ya kavuşmak yolunda cok yuksek derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmĂ‚m-ı CĂ‚fer-i SĂ‚dık hazretleridir. Feyz ve mĂ‚rifeti, İmĂ‚m-ı CĂ‚fer-i SĂ‚dık'ın mubĂ‚rek rûhĂ‚niyetinden aldı.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî hocalarından birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocası; "Şu rafdaki kitabı getir." dedi. BĂ‚yezîd; "Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim?" dedi. Hocası; "Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. DershĂ‚nede oturduğun yerin ustundeki rafı diyorum." deyince, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî; "Efendim, mubĂ‚rek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riĂ‚yetten dolayı, şu Ă‚na kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim." diye cevap verdi. Hocası bu soz karşısında "MĂ‚dem ki durum boyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistam'a donebilirsin ve bizden oğrendiklerini başkalarına oğretebilirsin." buyurdu.

Bir gun kendisine; "Murşidin, yol gostericin kimdir?" diye sordular. O da; "Bir kadın." dedi. "Bu nasıl olur?" dediler. CevĂ‚bında şoyle buyurdu: "Bir gun Allahu teĂ‚lĂ‚nın sevgisi ile, kendimden gecmiş olarak yolda yuruyordum. Bir kadın gordum. Elinde bulunan bir cuval unu, taşımam icin bana ricĂ‚da bulundu. Gucum yetmez diye duşundum. Orada kafes icinde bulunan bir arslana işĂ‚ret ettim. Kafes acılıp, arslan geldi. Un cuvalını yukledim. Fakat acıktan kerĂ‚met gostermiş olduğum icin de cok korktum ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını oğrenmek icin; "Pazara varınca kimi gordum diyeceksin?" dedim. Kadın; "ZĂ‚lim BĂ‚yezîd'i gordum diyeceğim." dedi. Ben hayretle; "Neden?" diye sordum. Kadın şoyle cevap verdi: "Allahu teĂ‚lĂ‚, bu arslanı yuk taşımak icin yaratmadığı hĂ‚lde, sen nicin yuk yukledin? Bu zulum değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerĂ‚met sĂ‚hibi desinler diye yapmış isen cok fenĂ‚." dedi. Bunun uzerine cok ağlayıp istigfĂ‚r ettim. Bundan sonra benden fevkalĂ‚de bir hĂ‚l meydana gelse, "LĂ‚ ilĂ‚he illallah Muhammedun resûlullah, Nûh Neciyullah, İbrĂ‚him Halîlullah, MûsĂ‚ Kelîmullah, ÎsĂ‚ Rûhullah" yazısını veya bir nûr goruyorum. Boylece, benden meydana gelen hĂ‚llerin doğru olduklarının, Allahu teĂ‚lĂ‚ tarafından tasdik olunduğunu anlıyorum."

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî, Allahu teĂ‚lĂ‚nın aşkı ile oyle bir hĂ‚lde idi ki, O'ndan başka hicbir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hic ayrılmayan talebesine her cağırdığında; "Yavrum ismin nedir?" diye sorardı. Bir defĂ‚sında, o talebe dedi ki; "Efendim. Yirmi yıldır hic ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. LĂ‚kin her defĂ‚sında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım." BĂ‚yezîd-i Bistamî; "EvlĂ‚dım, kusura bakma. Her defĂ‚sında ismini soruyorum. Allahu teĂ‚lĂ‚nın muhabbeti kalbime gelince, beni oyle bir hĂ‚l kaplıyor ki, O'ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya calışıyorum, fakat boyle hĂ‚l olunca unutuyorum. Sen hic uzulme." buyurup talebesinin gonlunu aldı.

Bir gun yakınları kendisine; "Efendim, filan yerde buyuk bir zĂ‚t var. Fazîlet ve kerĂ‚met sĂ‚hibi bir velîdir." dediler ve daha başka sozlerle o zĂ‚tı cok medh ettiler. Bunun uzerine BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî; "Madem oyledir. O halde o buyuk zĂ‚tı ziyĂ‚rete gitmemiz lĂ‚zım oldu." buyurdular. Talebelerinden bĂ‚zıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bildirilen zĂ‚tın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı tukurduğunu gordu. Goruşmekten vazgecip derhal geri dondu. Sonra o kimse hakkında şoyle buyurdu: "Dînin hukumlerini yerine getirmekte, sunnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riĂ‚yette zayıf birisine, nasıl olur da kerĂ‚met sĂ‚hibi denilir. Boyle bir kimsenin, Allahu teĂ‚lĂ‚nın evliyĂ‚sından olması mumkun değildir." buyurdu.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'ye; "Bu yuksek makamlara nasıl kavuştunuz?" diye sordular. CevĂ‚bında şoyle anlattı: "Bir gece herkesin uyuduğu bir sırada, BistĂ‚m'dan cıktım. Ay her tarafı aydınlatıyordu. Giderken Ă‚niden karşımda cok heybetli bir makam gordum. On sekiz bin Ă‚lem onun heybeti yanında bir zerre gibi kalıyordu. Aklım başımdan gitti. Beni fevkalĂ‚de bir hĂ‚l kapladı. O halde iken; "YĂ‚ Rabbî! Bu kadar buyuk, bu kadar guzel bir dergĂ‚h acabĂ‚ nicin boyle boş?" dedim. Hemen; "Bu dergĂ‚hın boşluğu, kimse gelmediği icin değil, belki gelenlerin lĂ‚yık olmadığı ve uygunsuzluğu sebebiyle gelenleri bizim kabûl etmeyişimizdendir." diyen bir ses duydum. Bir an, herkesin bu huzûra kavuşması icin şefĂ‚atci olayım diye kalbime geldi. Fakat, bu şefĂ‚at makĂ‚mının SultĂ‚n-ul-EnbiyĂ‚ Muhammed MustafĂ‚ efendimize mahsus olduğunu hatırlayıp, benim oyle duşunmemin, bu şefĂ‚at makĂ‚mına karşı edebe riĂ‚yetsizlik olacağını anlayıp, o duşuncemden vazgectim. Bir ses duydum ki; "Ey BĂ‚yezîd, SultĂ‚n-ul-EnbiyĂ‚'ya olan muhabbetin ve edebe riĂ‚yetin sebebiyle, biz de senin edeb ve mertebeni yukseltiyoruz. KıyĂ‚mete kadar, SultĂ‚n-ul-Ârifîn, diye anılırsın buyuruyordu."

SultĂ‚n-ul-Ârifîn BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'yi bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Namazını kazĂ‚ edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses işitti. "Ey BĂ‚yezîd, bu gunĂ‚hını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namaz sevĂ‚bı ihsĂ‚n eyledim." diyordu. Aradan birkac ay gectikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, BĂ‚yezîd'i BistĂ‚mî'nin mubĂ‚rek ayağından tutarak uyandırdı ve; "Kalk namazın gecmek uzeredir." dedi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî, Şeytan'a; "Ey mel'ûn! Sen hic boyle yapmazdın. Herkesin namazının gecmesini, kazĂ‚ya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?" buyurunca, Şeytan şu cevĂ‚bı verdi: "Birkac ay once sabah namazını kacırdığında, pişmanlığın ve uzuntun sebebiyle cok ağlayıp inlediğin icin ayrıca yetmiş bin namaz sevĂ‚bı almıştın. Bu gun, onu duşunerek, sĂ‚dece vaktin namazının sevĂ‚bına kavuşasın da, yetmiş bin namaz sevĂ‚bına kavuşmayasın diye seni uyandırdım." dedi.

ZamĂ‚nında binlerce velî vardı. Hepsi de ibĂ‚det, riyĂ‚zet, keşif ve kerĂ‚met sĂ‚hibi idi. Fakat asrın kutupluğu, ummî bir demircinin uzerinde idi. O bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler icindeydi. Coluk cocuğunun nafakası icin geceli gunduzlu ors başından ayrılmayan demirciyi gormek istedi. Bir gun dukkĂ‚nına gitti. SelĂ‚m verdi. Onu gorunce, cocuklar gibi sevindi. Ellerine sarıldı, uzun uzun optu ve ondan duĂ‚ ricĂ‚ etti. Henuz keşif Ă‚lemine girmemiş olduğu icin kendi makĂ‚mından habersizdi. Ondan duĂ‚ isteyince dedi ki: "Ben senin ellerinden opeyim de, sen bana duĂ‚ et! Sizin duĂ‚nıza muhtac olan benim!" O ise şoyle cevap verdi: "Benim sana duĂ‚ etmemle, icimdeki dert hafiflemez ki!" Bunun uzerine o da; "Derdin nedir? Soyle bir cĂ‚re arayalım?" dedi. "AcabĂ‚ kıyĂ‚met gununde, bunca insanın hĂ‚li ne olur? Bunu duşunmekten, buna yanmaktan başka derdim yok." dedikten sonra hungur hungur ağlamaya başladı. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'yi de ağlattı. O vakit icinden; "Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ummetim ummetim diyenlerdendir." diyen bir ses duydu. Hemen icindeki hayret silindi. Kutupluk makĂ‚mının bu demirciye nicin verildiğini sezdi. Anladı ki, boyleleri, sevgili Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakîkatine mazhardır. Demirciye dedi ki: "İnsanların azap cekmesinden sana ne?" Demirci de; "Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğurulmuştur. Cehennem ehlinin butun azĂ‚bını bana yukleseler de, onları bağışlasalar, ben saĂ‚dete ererim ve derdimden kurtulurum." dedi.

O, namazda okunmak icin, farz mikdarından fazla sûre ve Ă‚yet bilmiyordu. Bilmediklerini BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî oğretti. O da, kırk yıldır elde edemediği mĂ‚nevî derecelere yukseldi. İci feyz-i ilĂ‚hî ile doldu. O vakit iyice anladı ki, kutupluk sırrı başka bir şey imiş."

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî hazretleri, kabristanda cok dolaşırdı. Bir gece gezerken, gece bekcisi elindeki sopayla vurdu. BĂ‚yezîd; "LĂ‚ havle velĂ‚ kuvvete illĂ‚ billĂ‚hil aliyyil azîm." dedi. Bekci birkac kere daha vurunca sopa kırıldı. BĂ‚yezîd hazretleri eve donunce talebelerine sopanın fiatını sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak, bir mikdar da tatlı ile berĂ‚ber bir talebesiyle, o bekciye gonderdi. Bir de mektup yazarak bekciye vermesini soyledi. Mektup şoyle idi: "Muhterem Bekci efendi, belki beni hırsız sanarak dovdun. Kabahat bendedir. Gece kabristanda gezmeseydim, dovmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebeb oldum. Gonderdiğim parayla kendine bir sopa al! Sopanın kırılma uzuntusunun kalbinden gitmesi icin de, yolladığım tatlıyı ye! Allahu teĂ‚lĂ‚nın selĂ‚mı uzerine olsun." Genc bekci mektubu okuyunca, gelip ozur dileyerek tovbe etti. Onunla birlikte birkac bekci daha hak yola girdi.

Bir sene hacca gitmek uzere yola cıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyĂ‚sını o deveye yuklemişti. Birisi kendisine; "Bu kadar uzun yol icin, bu kadar yuk bu deveye fazla gelmez mi?" dedi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî; "Acaba yuku taşıyan deve midir? Dikkat et bakalım, devenin sırtında yuk var mı?" dedi. O kimse dikkatle baktığında gordu ki, yuk devenin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O kimse hayretini gizleyemeyip; "SubhĂ‚nallah!Ne kadar acĂ‚ib bir iş." deyince, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî; "HĂ‚limi sizden gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. HĂ‚limi size acık acık gostersem hayret ediyorsunuz, tĂ‚kat getiremiyorsunuz. Ben size ne yapayım bilemiyorum?" buyurdu ve yoluna devĂ‚m etti. ZiyĂ‚retleri esnĂ‚sında kendisine, annesinin hizmetine gitmesi bildirildi. BistĂ‚m'a giden bir kĂ‚file ile hemen yola cıktı. BistĂ‚m'a geldiği duyulunca butun halk yollara dokulup, kendisini karşıladılar. Seher vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şoyle duĂ‚ ediyordu:

"YĂ‚ Rabbî! Benim garib oğlumu her kotulukten muhĂ‚faza buyur. Buyukleri kendisinden hoşnûd eyle. Oğluma guzel hĂ‚ller ve iyilikler ihsĂ‚n buyur..." Bunun uzerine Sultan-ul-Ârifîn kapıyı calıp izin istedi. Annesinin "Kim o?" suĂ‚line, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî; "Senin garîb oğlun." cevĂ‚bını verdi. Annesi koşup kapıyı actı ve; "Senden ayrılık hasretiyle ağlaya ağlaya saclarıma ak duştu, belim bukuldu." dedi.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bir sene hac donuşunde Hemedan'a uğrayıp, oradan bir mikdĂ‚r tohum satın aldılar. BistĂ‚m'a gelip, Hemedan'dan aldığı tohum torbasını acınca, icinde bir kac karınca bulunduğunu gordu. Bunları yuvalarından ayırmanın munĂ‚sib olmıyacağını duşunup, tekrar Hemedan'a gitti. Tohumu aldığı yere bırakıp, ondan sonra BistĂ‚m'a dondu.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misĂ‚fir oldular. Ev sĂ‚hibi, evin aydınlanması icin bir kandil yaktı. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî yanında bulunanlara; "Bu kandilde bir gariblik goruyorum. Yanıyor ama ışık vermiyor. Hikmeti nedir?" diye sordu. Ev sĂ‚hibi; "Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak icin komşumuzdan emĂ‚net almıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz." deyince, BĂ‚yezîd, kandili sondurdu ve hemen kandili sĂ‚hibine goturup teslim edin. Arzu ederseniz, bir gece daha yakmak icin izin isteyin." buyurdu. Ev sĂ‚hibi kandili alıp komşusuna goturdu. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî buyurdu ki: "İşte şimdi ışığını goruyorum."

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bir gun yanlışlıkla bir karıncayı oldurdu. Haberi olunca, cok pişman olup uzuldu. Olu karıncayı avucuna alıp, şefkat, merhamet ve huzun ve kırık kalbi ile karıncaya ufurunce, Allahu teĂ‚lĂ‚nın izni ile karınca canlanıp yurumeye başladı.

Bir gun yolda yururken, bir gencin kendisini takib etmekte olduğunu farkedip dondu ve gence; "Nicin beni tĂ‚kip ediyorsun, istediğin nedir?" dedi. Genc, edeple; "Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lutuf elinizi uzatıp himmet buyurun da ben de kazanayım." dedi. CevĂ‚bında; "Benim yaptıklarımı yapmadıkca, benim derimin icine girsen istifĂ‚de edemezsin. Bu, Allahu teĂ‚lĂ‚nın bir lutfudur." buyurdu.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî kırk beş kere hacca gitmişti. Bir gun Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona; "BĂ‚yezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defĂ‚ haccettin ve binlerce defĂ‚ hatmetme bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu uzdu. DerhĂ‚l toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa; "Kim benim kırk beş defĂ‚ yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?" diye sordu. Bir adam başını kaldırıp; "Ben alırım." dedi ve ekmeği uzattı. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî aldığı ekmeği orada bulunan bir kopeğin onune attı. Sonra işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyĂ‚rına doğru yola cıktı. Gunlerce gittikten sonra bir rĂ‚hip ile karşılaştı. RĂ‚hib, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'nin elini tutup, evine misĂ‚fir goturdu. Evinde ona bir oda verdi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî kendisine ayrılan bu odada ibĂ‚dete başladı ve kalbini Allahu teĂ‚lĂ‚ya cevirdi. RĂ‚hip her gun onun yiyeceğini sabah akşam getirip onune koyardı. Bu hal bir ay devĂ‚m etti. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî daha sonra nefsine donerek;

"Ey nefis! Seni kırmak istiyorum, fakat Sen o kadar kotusun ki kırılmıyorsun." dediği sırada rĂ‚hip iceri girdi ve; "İsmin nedir?" diye sordu. O da; "BĂ‚yezîd!" cevĂ‚bını verdi. RĂ‚hip; "Ne guzel adamsın. Keşke Mesîh'in kulu olmuş olsaydın!" deyince, bu sozler BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'ye ağır geldi ve evi terketmek isterken rĂ‚hip;

"Bizim burada kırk gunu tamamla, oyle git. Cunku bizim buyuk bir bayramımız var, onu gormeni cok arzu ediyorum. Aynı zamanda cok değerli bir vĂ‚izimiz, sĂ‚dece bu gunlerde bir defĂ‚ konuşur. Onu dinlemeni istiyorum." deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gun kalmaya rĂ‚zı oldu. Kırkıncı gun geldiğinde rĂ‚hib odaya girerek; "Buyurun dışarı cıkalım, bayram gunumuz geldi." dedi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî dışarı cıkmak icin hazırlandı. Fakat rĂ‚hib ona; "Siz bu kıyĂ‚fetle nasıl bin kadar rĂ‚hibin arasına gireceksiniz? Bu yuzden uzerindeki elbiseyi cıkarıp, şu rĂ‚hip elbiselerini giy ve boynuna İncil'i as!" dedi. Bu teklif ona cok ağır gelmesine rağmen, bunda da bir hikmet vardır diyerek rĂ‚hibin getirdiği giysileri giydi. RĂ‚hiplerin arasına katıldı. Hic kimsenin dikkatini cekmedi. Biraz ilerledikten sonra rĂ‚hiplerin en buyuğu geldi. Fakat konuşmuyordu. Nicin konuşmadığı sorulduğunda; "Nasıl konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var!" diye cevap verdi. Halk ve rĂ‚hipler galeyĂ‚na gelerek; "Onu goster parcalayalım." diye bağrıştılar. BaşrĂ‚hip; "Hayır, yemin ederim ki soylemem, ancak ona dokunmayacağınıza soz verirseniz, onu size tanıtabilirim." dedi. Bunun uzerine rĂ‚hipler ve halk, Muhammedî olan zĂ‚ta dokunmayacaklarına dĂ‚ir yemin ettiler. BaşrĂ‚hip;

"Allah icin ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini goster." diye seslenince, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî ayağa kalktı. Baş rĂ‚hip; "Adın ne?" diye sordu. "BĂ‚yezîd!" cevĂ‚bını verdi. "Tahsil gordun mu?" diye sorunca; "Rabbim oğrettiği kadar bir şeyler biliyorum." dedi. Bunun uzerine rĂ‚hip; "O hĂ‚lde bana şu hususları cevaplandır: İkincisi olmayan biri, ucuncusu olmayan ikiyi, dorduncusu olmayan ucu, beşincisi olmayan dordu, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on ucuncusu olmayan on ikiyi soyle bunlar nelerdir?"

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî baş rĂ‚hibe; "Beni iyi dinle!İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allahu teĂ‚lĂ‚dır. Ucuncusu olmayan iki, gece ve gunduzdur. Dorduncusu olmayan uc, uc talĂ‚ktır (boşamadır). Beşincisi olmayan dort; Tevrat, Zebûr, İncîl ve Kur'Ă‚n-ı kerîmdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı goklerin ve yerin yaratıldığı altı gundur. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat goktur. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyĂ‚met gunu Arş'ı taşıyacak sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hĂ‚milelik muddetidir. On birincisi olmayan on, MûsĂ‚ aleyhisselĂ‚mın ŞuĂ‚yb peygambere on yıl cobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir. On ucuncusu olmayan on iki, on iki aydır." dedi. RĂ‚hip tebessum ederek; "Doğru soyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhĂ‚faza olundu ve kim hava ile helĂ‚k edildi? bunlardan haber ver." dedi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî;

"ÎsĂ‚ peygamber havadan yaratıldı, havada muhĂ‚faza edildi. Âd kavmi hava ile helĂ‚k edildi." diye cevap verdi. RĂ‚hip; "Doğru soyledin. Ağactan kim yaratıldı, ağacta kim korundu ve ağac ile kim helak oldu?" diye sorunca; "MûsĂ‚ aleyhisselĂ‚mın asĂ‚sı ağactan yaratıldı, Nûh aleyhisselĂ‚m ağac icinde (gemide) korundu, ZekeriyyĂ‚ aleyhisselĂ‚m ise ağac icinde testere ile bicilip helĂ‚k edildi." cevĂ‚bını verdi. RĂ‚hip tekrar; "Doğru soyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helĂ‚k oldu?" diye sordu. O da;

"İblîs ateşten yaratıldı. İbrĂ‚him aleyhisselĂ‚m ateşten korundu. Ebû Cehil ateş ile helĂ‚k oldu." dedi. RĂ‚hip tekrĂ‚r; "Taştan kim yaratıldı, taş icinde kim korundu ve taş ile kim helĂ‚k oldu?" dedi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî;

"SĂ‚lih peygamberin devesi taştan yaratıldı. EshĂ‚b-ı Kehf taş icinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile helĂ‚k edildi." cevĂ‚bını verdi. RĂ‚hip; "Doğru soyledin. Âlimler, Cennet'te dort nehir vardır, biri baldan, biri sutten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dort nehir aynı kaynaktan akıyormuş, diyorlar. Bunun dunyĂ‚da bir orneği var mıdır?" diye sordu.

"Evet vardır. İnsanın başından dort nehir akar. Kulak yağı acıdır. Goz yağı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlıdır." cevĂ‚bını verdi. RĂ‚hip yine; "Doğru soyledin. Cennet ehli yer icer fakat abdest bozmaz, su dokmez. Bunun dunyĂ‚da bir benzeri var mıdır?" diye sorunca;

"Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer icer fakat dışkısı yoktur." cevĂ‚bını verdi. RĂ‚hip; "Doğru soyledin. Cennet'te TûbĂ‚ ağacı vardır. Cennet'te hic bir saray, hic bir koşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın. Bunun dunyĂ‚da bir orneği var mıdır?" diye sordu.

"Evet vardır. Guneş sabahleyin doğunca boyle değil midir?" cevĂ‚bını verdi. RĂ‚hip; "Doğru soyledin. Şimdi şunları cevaplandır: Bir ağac vardır, on iki dalı bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş cicek yer almakta, bunlardan ikisi guneşe, ucu karanlığa bakmaktadır. Bu ağac nedir?" deyince:

"Ağac bir yılı temsil eder. On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, gunleri, her yapraktaki beş cicek de, beş vakit namazı temsil eder." cevĂ‚bını verdi. Son olarak rĂ‚hip şoyle sordu: "Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmiş, tavĂ‚f yapmış ve o makĂ‚mlarda bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vĂ‚cibdir?" BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî;

"Nûh peygamberin gemisidir." dedikten sonra, rĂ‚hibe; "Ey rĂ‚hip! Bircok sorular sordun. Biz onları cevaplandırmaya calıştık. MusĂ‚de ederseniz benim de sorularım var. Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım. O da şudur:

Cennet'in anahtarı nerededir? Cennet kapılarının uzerinde ne yazılıdır?" RĂ‚hip sustu ve cevap vermekten kacındı. Diğer rĂ‚hipler bu duruma bozuldular ve; "Ey buyuğumuz mağlup mu oluyorsun?" dediler. O da; "Hayır mağlûb olmak istemiyorum." deyince; "Peki oyleyse nicin cevap vermiyorsun." dediklerinde; "ŞĂ‚yet cevap verirsem benim cevabıma katılır mısınız?" dedi. Bunun uzerine hepsi birden soz verdiler. RĂ‚hip; "Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet'in anahtarı ve kapılarının uzerinde yazılı olan ibĂ‚re; LĂ‚ İlĂ‚he İllallah Muhammedun Resûlullahdır." deyip musluman oldu. Diğer rĂ‚hipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehĂ‚deti getirip musluman oldular. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî de onların yanında bir sure kalıp İslĂ‚miyeti oğretti. Boylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'ye bir kimse gelip: "Efendim, ben Taberistan'da idim. Bir zĂ‚tın cenĂ‚ze namazını kılıyorduk. Siz de orada idiniz, cenĂ‚ze namazından sonra Hızır aleyhisselĂ‚mın elinden tuttunuz. Sonra sizin havada uctuğunuzu gordum." dedi. SultĂ‚n-ul-Ârifîn ona; "Doğru soyluyorsun." buyurdu.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'ye bir gun bir kimse gelip; "Efendim! Ben otuz senedir, gunduzleri oruc tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hic bir ilerleme goremiyorum. Halbuki îtikĂ‚dım da duzgundur." dedi. SultĂ‚n-ul-Ârifîn; "Sen bu hĂ‚lde uc yuz sene daha devĂ‚m etsen bir şeye kavuşamazsın. Cunku nefs engelin var." buyurdu. O kimse; "Efendim! Bunun bir cĂ‚resi yok mu?" diye sordu. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî: "Var ama sen kabûl etmezsin." buyurdu. O kimse ısrĂ‚r edip; "Aman efendim, lutfen bildiriniz ve beni talebeliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım." dedi. SultĂ‚n-ul-Ârifîn buyurdu ki:

"Oyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri cıkarıp, Ă‚dî ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp icine ceviz doldur. Seni en iyi tanıyanların bulundukları sokağa git. Cocukları başına topla, (Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum) de." O kimse bunları duyunca; "SubhĂ‚nallah, LĂ‚ ilĂ‚he illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz." dedi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî; "Senin ilĂ‚cın ancak budur ve biz de baştan; "Sen bunları kabûl etmezsin!" diye soylemiştik. Yolumuzun esĂ‚sı nefsi terbiye etmektir." buyurdu.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'nin mecûsî olan bir komşusu ve sut emme cağında bir de cocuğu vardı. Bu mecûsî sefere cıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı icin cocuk ağlıyordu. SultĂ‚n-ul-Ârifîn her gun bir cıra alıp, komşusunun evine goturdu. Mecûsî seferden donunce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti. BĂ‚yezîd'e karşı kalbinde bir sevgi hĂ‚sıl olduğu halde; "O zĂ‚tın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hic uygun değildir." dedi ve hemen BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'nin huzûruna gidip musluman oldu.

Bir gun sohbetinde bulunanlara; "Kalkınız, Allahu teĂ‚lĂ‚nın velî kullarından birini karşılamaya cıkalım." buyurup, kalktılar. Yola cıktıklarında, İbrĂ‚him bin Şeybe-i Hirevî ile karşılaştılar. Hazret-i BĂ‚yezîd ona; "Hatırıma, seni karşılamak ve Allah katında sana şefĂ‚at etmek geldi." buyurdu. O da, "Efendim siz butun mahlûkĂ‚ta şefĂ‚at etseniz yine fazla sayılmaz." dedi.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bir gun talebeleriyle giderken delilerin bulunduğu bir tımarhĂ‚nenin onunden geciyorlardı. Talebelerinden birisi, orada delilerin tedĂ‚vileri icin bir şeyler yapmaya calışan baştabibe yaklaşıp; "Gunah hastalığı ile hasta olanlar icin bir ilĂ‚cınız var mıdır?" diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delilerden biri, BĂ‚yezîd'in teveccuhu ile şoyle dedi: "O derdin ilĂ‚cı şoyledir: Tovbe kokunu istigfĂ‚r yaprağıyla karıştırıp, kalp havanına koyarak, tevhîd tokmağıyla iyice dovmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gozyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra Aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gunduz kanĂ‚at kaşığıyla yemelidir."

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bir gun yolda giderken yanından gecen bir kopeği gordu. Kopeğe değip necĂ‚set bulaşmasın diye eteklerini topladı. O anda kopek dile gelip, şoyle dedi:"Benden sana bulaşacak kir, uc defĂ‚ yıkamakla temiz olur. Ama senin nefsindeki kibir kiri yedi deryĂ‚da yıkansa temiz olmaz." Bunun uzerine BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî, kopeğe; "Senin dışın pis, benim ise icim. Gel berĂ‚ber olalım da belki birbirimize faydamız olur." dedi. Kopek de; "Sen benimle yoldaş ve arkadaş olamazsın. ZîrĂ‚ halk beni horlar, sana tĂ‚zim eder. Beni goren taşlar, seni goren ise iltifĂ‚ta başlar ve "Ârifler sultanına selĂ‚m olsun!" der. Benim yarına yiyecek bir kemiğim bile yok, ama senin bir ambar buğdayın var." cevĂ‚bını verdi. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bu cevaptan kederlendi, bir kopeğin yol arkadaşı olmaya bile lĂ‚yık değilim, diye uzuldu.

Ebû TurĂ‚b Nahşebî'nin bir talebesi vardı. Allahu teĂ‚lĂ‚ya olan muhabbetinin cokluğundan, hergun yuzlerce defa kendinden gecip bayılırdı. Bir gun hocası, kendisine; "Sen BĂ‚yezîd-i gorsen daha cok derecelere kavuşurdun." dedi ve o talebe ile beraber BĂ‚yezîd'in yanına geldiler. BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî ile o talebe goz goze geldikleri anda talebe duşup vefĂ‚t etti. Bunun uzerine Ebû TurĂ‚b Nahşebî dedi ki: "YĂ‚ BĂ‚yezîd, bu talebe oyle idi ki, Allahu teĂ‚lĂ‚nın aşkı ile kendisinde bĂ‚zı hĂ‚ller olur, kendisinden gecerdi. Fakat sizi bir defĂ‚ gormekle duşup can verdi. Bu nasıl oluyor?" BĂ‚yezîd buyurdu ki: "O kişinin hĂ‚li doğru idi. Onceden, onun muşĂ‚hedesi, kalp gozu ile gormez kendi makĂ‚mı kadar idi. Beni gorduğu anda, muşĂ‚hedesi benim makĂ‚mım kadar oldu. LĂ‚kin o kimse buna tĂ‚kat getiremeyip, can verdi."

Bir gece, bĂ‚zı kimseler hazret-i BĂ‚yezîd'in nasıl ibĂ‚det yaptığını, neler soylediğini işitmek icin penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda butun kalbiyle "Allah" dedi. Sonra duşup bayıldı. Bayılmasının sebebi sorulduğunda; "Sen kim oluyorsun? Senin haddine mi duştu ki ismimi ağzına alıyorsun? şeklinde bir nidĂ‚ gelir diye cok korktum da onun icin bayılmışım." buyurdu.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî namaz kılmak icin mescide gelince kapıda bir mikdĂ‚r durur ve ağlardı. Sebebini soranlara; "CĂ‚miyi, vucûdumla kirletmekten korkuyorum. Tovbe edip Allahu teĂ‚lĂ‚ya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum." dedi.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'ye; "Nefsine verdiğin en hafif cezĂ‚ nedir?" diye sordular. CevĂ‚bında; "Bir defĂ‚sında nefsim, bir itĂ‚atsizlikte bulundu. Buna cezĂ‚ olarak bir yıl boyunca hic su icmedim." buyurdu.

Bir gun bĂ‚zı kimseler, BĂ‚yezîd'in huzûruna gelip, yağmur yağması icin duĂ‚ etmesini taleb etmişlerdi. BĂ‚yezîd mubĂ‚rek başını eğip, bir mikdar duĂ‚ ettikten sonra; "Gidiniz, damlarınızın oluklarını kontrol ediniz." buyurdu. Ondan sonra 24 saat durmadan yağmur yağdı.

Bir defĂ‚sında BĂ‚yezîd hazretlerinin kalbine şoyle ilhĂ‚m olundu: "Ey BĂ‚yezîd! Hazînelerim, başkaları tarafından yapılan ibĂ‚detlerle ve guzel hizmetlerle doludur. Sen bize oyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın." BĂ‚yezîd; "YĂ‚ Rabbî! Hazînende bulunmayan şey nedir?" dedi. Kalbime ilhĂ‚m olundu ki: "Âcizlik, zavallılık, cĂ‚resizlik, zillet ve ihtiyac."

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bir defĂ‚sında şoyle anlattı: Bizim rûhumuzu, semĂ‚lara goturduler. Cennet'i, Cehennem'i gosterdiler. Hicbir şeye bakmadım. Hep Allahu teĂ‚lĂ‚yı duşunuyordum. Nice makĂ‚mlardan gecirdiler. NihĂ‚yet ezeliyyet ağacını gordum. Sonra; "YĂ‚ Rabbî! Sana gelebilmem icin beni benliğimden kurtar." diye yalvardım. Bana bildirildi ki:"Ey BĂ‚yezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tĂ‚bi olmana bağlıdır. O'nun ayağının tozunu, gozune surme yap. O'nun bildirdiği hukumlere uymaya devĂ‚m et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye BĂ‚yezîd'in mîrĂ‚cı denir.)

"Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye kendisine sordular. CevĂ‚bında buyurdu ki: "Her yerde Allahu teĂ‚lĂ‚nın gorduğunu ve bildiğini duşunup, edebe riĂ‚yet etmekle." buyurdu.

Bir gun hazret-i BĂ‚yezîd'e; "Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. CevĂ‚bında buyurdu ki: "Biz onlar hakkında bir şey soyleyemeyiz ve onları anlayamayız. Hallerini anlamaktan Ă‚ciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden cok daha yuksekdirler. Diğer insanlar, buyuk velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler."

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî, yanında bulunanlara; "Allahu teĂ‚lĂ‚, kendilerinden rĂ‚zı olduğu kimseleri Cennet'ine koyuyor değil mi?" diye sordu. Onlar; "Evet efendim, oyledir." diye cevap verdiler. Bunun uzerine; "Bir kimse, Allahu teĂ‚lĂ‚nın rızĂ‚sına kavuştuktan sonra, bir anlık duyduğu zevk ve saĂ‚det, Cennet'teki bin koşkten daha fazladır." buyurdular.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bir defĂ‚sında bir imĂ‚mın arkasında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imĂ‚m, BĂ‚yezîd'e; "Siz bir yerde calışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?" dedi. Hazret-i BĂ‚yezîd bunu duyunca; "Ben hemen namazımı iĂ‚de edeyim. ZîrĂ‚ rızıkları kimin verdiğini bilmeyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise cĂ‚iz değildir." buyurdu.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî bir gun, talebeleri ile birlikte, gĂ‚yet dar bir sokaktan geciyorlardı. Hazret-i BĂ‚yezîd, karşıdan bir kopeğin gelmekte olduğunu gordu ve geri cekilip kopeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şoyle geldi: "İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim ustĂ‚dımız, SultĂ‚n-ul-Ârifîndir. Hem de etrĂ‚fındakiler onun, her biri cok kıymetli sĂ‚dık talebeleridir. Butun bunlara rağmen, ustĂ‚dımız bu kopeğe yol vermesinin hikmeti acabĂ‚ nedir?" Bunun uzerine BĂ‚yezîd buyurdu ki: "Şu kopek, hĂ‚l lisĂ‚nı ile bana dedi ki; "Sana SultĂ‚n-ul Ârifîn olmak hil'atini ve bana da kopeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi." Bunun uzerine ben ona yol verdim."

Bir gece ıssız bir su kenarında hırkasını uzerine ortup uyumuştu. İhtilĂ‚m oldu. Hemen kalkıp gusletmek istedi. Hava cok soğuk olduğu icin, nefsi guneş doğduktan, hava ısındıktan sonra gusletmesini istiyerek gevşek davrandı. Nefsinin ona yaptığını gorunce hemen kalkıp, buzu kırdı ve nefsine cezĂ‚ olarak, hırka ile berĂ‚ber gusletti. Gusulden sonra da, hırkasını cıkarmadı. Hırka buz bağlamıştı. Sonra; "Ey Nefsim! Tenbelliğinin cezĂ‚sı işte budur." dedi.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî, buyurdu ki: "On iki sene nefsimin ıslahı icin calıştım. Nefsimi riyĂ‚zet, nefsin arzularını yapmamak koruğunde, mucĂ‚hede, nefsin istemediği şeyleri yapmak ateşiyle kızdırdım. Nefsi, yerme, kotuleme orsunde, kınama, ayıplama cekici ile dovdum. Boyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibĂ‚det ve tĂ‚atlarla bu aynayı cilĂ‚layıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Netîcede bu aynada gordum ki, belimde, gurur, riyĂ‚, ibĂ‚dete guvenip amelini beğenmek gibi kalp hastalıklarından meydana gelen bir zunnĂ‚r bulunuyor. Bu zunnĂ‚rı kesip atabilmek icin beş sene daha uğraştım. Yeniden hakîki musluman oldum.

Omrum boyunca, Allahu teĂ‚lĂ‚ya lĂ‚yıkıyla ibĂ‚det edebilmeyi, namazımı lĂ‚yıkıyla kılabilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki guzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım butun namazları O'na lĂ‚yık olarak bulmuyordum. NihĂ‚yet, Allahu teĂ‚lĂ‚ya şoyle yalvardım: "YĂ‚ Rabbî! Sana lĂ‚yık şekilde tam ve kusursuz olarak hic namaz kılamadım. Kıldığım butun namazlar hep BĂ‚yezîd'e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibĂ‚detlerimi kusurlarımla birlikte kabûl eyle."

Bir zaman; "Artık ben, zamĂ‚nın en buyuk evliyĂ‚sıyım." duşuncesi kalbime geldi. Hemen buna pişman olup gonlum huzunle doldu. Şaşkınlık icerisinde Horasan yolunu tuttum. Bir muddet gittikten sonra; "Allahu teĂ‚lĂ‚ beni, kendime getirecek birini bana gonderinceye kadar buradan ayrılmayacağım." diye niyet ettim ve orada uc gun bekledim. Dorduncu gun dişi bir devenin uzerinde bir gozu gormeyen biri geldi. "Nereden geliyorsun?" dedim. "Sen niyet ettiğin zaman uc bin fersah uzakta idim. Oradan geliyorum. Kalbini koru. "ZamĂ‚nın en buyuğu benim." gibi duşunceleri hatırına getirme!" dedi ve kayboldu.

Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp cile cektikten sonra, bir gece, Allahu teĂ‚lĂ‚ya yalvardım. "Şu testi ve aba sende oldukca, sana ruhsat yoktur." diye ilhĂ‚m olundu. Bunun uzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana; "Ey BĂ‚yezîd, nefsin hevĂ‚ ve hevesi icin tuzaktaki tĂ‚ne misĂ‚li olan dunyĂ‚ mallarına gonul bağlayıp, sonra da Allahu teĂ‚lĂ‚ya kavuşmak icin yol istiyen kimselere; "BĂ‚yezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hĂ‚lde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikce izin alamadı. Siz, bu hĂ‚linizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz.AslĂ‚ izin alamazsınız." diye bildirildi.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî vefĂ‚t ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsa ismindeki zĂ‚t yanında bulunamamıştı. Fakat o gece ruyĂ‚da; "Arşı, başı uzerine alıp taşıyordu". Bu ruyĂ‚ya cok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'ye sormak icin yola duştu. Yolda, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî'nin vefĂ‚t ettiğini haber aldı. BistĂ‚m'a geldiğinde cenĂ‚ze merĂ‚simi icin, hesabı mumkun olmayan fevkalĂ‚de bir kalabalık gordu. Tabutunu taşımakla şereflenmek icin yanaşmaya calıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mumkun olmuyordu. Diyor ki, "Gorduğum ruyĂ‚yı unutmuş