“Hani o gencler mağaraya sığınmışlardı ve ’Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve icinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa erişmeyi nasip eyle‘ demişlerdi.” (Kehf, 10.)

Kur’an’da yer alan surelerden biri de Kehf (mağara) suresidir. Surenin girişinde “Ashab-ı Kehf/Mağara Arkadaşları”ndan bahsedilir. Diğer kıssalarda olduğu gibi burada da olayın nerede ve ne zaman gercekleştiği konularında herhangi bir bilgi verilmez. Neden? Cunku Kur’an’ın amacı tarih bilgisi vermek değildir; aksine evrensel insani ve dinî ozu, gercekliği ortaya koymaktır. Başka bir ifadeyle insanın insanlığına ve manevi yucelişine katkı sağlamaktır.

Kıssayla Kur’an, muhataplarına konuşma ve sohbet adabını da oğretir. Cunku o, insanlar arasında cokca yapıldığı gibi, luzumsuz tartışmalara girmeyi, insana faydası olmayan yahut delilsiz ve mesnetsiz polemiklere dalmayı uygun bulmaz. (İsrÂ, 36.) Nitekim bu genclerin mağarada ne kadar kaldıkları ve sayılarının kac kişi olduğu konularına girilmesi hoş karşılanmaz. (Kehf, 19, 22.) Aslında insanın dunya ve ahiretine faydası olmayan konulara girmesi, bir anlamda onun kendi kendisiyle yuzleşmeden kacması anlamını da ifade eder. Oysa Kur’an konuyu hep “insan”a getirir; iman ve ahlÂk konusunda onun yaşadığı zaaflara, sapma ve celişkilere dikkat ceker.

Kıssaya gore, bahsedilen bu gencler bir mağaraya sığınmışlar ve Allah’a şoyle yalvarmışlardı: “Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve icinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa erişmeyi nasip eyle.” (Kehf, 10.) Bu yakarışlarına karşılık Allah da onların maneviyatlarını desteklemiş ve hidayetlerini artırmıştı. (Kehf, 13, 14.)

Yapılan tefsirlerden, bu genclerin baskı ve zulmun egemen olduğu, inananların bin bir cile ve ıstıraba maruz bırakıldığı putperest bir toplumda yaşadıkları anlaşılmaktadır. (Kurtubî, el-Cami’ li AkÂmi’l-Kur’an, 1.bs. Beyrut 1408/1988, V, 233.) Onlar kufrun tasallutundan kendilerini koruyabilmek icin bir mağaraya sığınır ve Allah’ın engin rahmetine iltica ederler. Tıpkı Firavun’un korkunc tehditleri karşısında Allah’ın af ve bağışına sığınan iman erleri gibi. (Taha, 72.)

Mağara Arkadaşları, şeref ve izzetin, yucelik ve kudretin mal-makam, para-pul, şan ve şohrette değil; yurekten Mevla’ya bağlanmakla gercekleşeceğine inananlardı. Bu sebeple onlar, gonullerindeki iman meşalesinin sonmesine razı olmadılar, uc gunluk dunya sevdasına sonsuz cennetleri feda etmediler. Onlar peygamber değillerdi, ancak peygamber tavırlı aydınlık insanlardı, peygamberin tutuşturduğu tevhit ateşini gonullerinde butun sıcaklığı ile yaşayan kimselerdi. Kaldı ki, yıldırma ve saptırmalara karşı soylu bir duruş sergileyebilmek icin illa da peygamber olmak gerekmiyordu; sadece hak ve hakikate bağlı onurlu bir insan olmak yeterliydi.

İşte bunun icin Mağara Arkadaşları, aile, akraba, eş dost hepsini terk ettiler, kufrun cehenneminden mağaranın cennetine sığındılar. Mağaranın darlığında ve karanlığında imanın genişliği ve aydınlığını buldular. Butun genişliğine rağmen yeryuzu onlara dar, butun darlığına rağmen mağara onlara geniş ve ferah geldi. Kufrun sıkıntılı ve zor yaşamından imanın huzur ve ferahlatıcı iklimine koştular.

Seyyid Kutub’un ifadeleriyle, bu iman sayesinde “Dar sınırlar hemen kalkar ortadan, sert duvarlar cabucak incelir ve yumuşar. İnsanın icini sıkan yalnızlık birden bire yumuşar ve hafifler. Ve bir de bakarsınız ki her yanda rahmet, her yanda incelik, her yanda huzur ve her yanda rahatlık. İşte iman budur. Dış gorunuşlerin ne onemi var? Şu insanların yeryuzundeki hayatlarında aşina oldukları değerlerin, durumların ve mefhumların ne değeri var? Butun bunların otesinde imanla dolan, Rahman’la dost olan gonullerde başka bir Âlem daha vardır. Rahmetin, inceliğin, huzurun ve memnuniyetin golge golge serildiği bir başka Âlem daha.” (Seyyid Kutub, Fî ZılÂli’l-Kur’an, 17. bs., 1412/1992, IV, 2262.)

Adanmışlık ruhu, aslında genc-yaşlı, kadın-erkek demeden nasibi olan herkes icin bir şanstı, ancak genclerde bir başka şekilde tezahur ettiği de bir gercekti. Cunku genclik, hayallerin, tutkuların ve idealizmin yeşerip geliştiği bir cağdır. Yeniliğe ve ileriye doğru atılımların yapıldığı, hayatın gercek anlamının peşine duşulduğu ve kendi kimliğini arayıp bulma cabalarının yoğunlaştığı bir donemdir. Gencler iyilikseverdir; cunku kotulukleri tanımamışlardır. Cabuk guvenip cabuk bağlanırlar; cunku aldatılmamışlardır. Yuksek amac ve hayalleri vardır; cunku koşulların sınırlayıcı etkisini oğrenmemişlerdir. (Atalay Yorukoğlu, Genclik Cağı, 10. bs., İstanbul 1998, 20.)

Kur’an, peygamberlerle beraber hak yolunda mucadele eden nice Allah dostu bulunduğunu bizlere haber verir. (Âl-i İmrÂn, 146.) İşte bunlardan birisi de, Son Nebi’nin Medine’ye İslam’ı oğretmek uzere gonderdiği genc muallim Mus’ab b. Umeyr’di. Aslında o, şanslı bir gencti, cunku bircok gence nasip olmayacak zengin bir aileye mensuptu. Ancak Hz. Peygamberle tanışması onun hayatında donum noktası oldu. Fakat bu, o kadar kolay da gercekleşmedi; cunku babası ve annesi Musluman olduğu icin onu hapsettiler, donmesi icin baskılara maruz bıraktılar. Ancak o, davasından vazgecmedi; kendisini bekleyen debdebe ve şatafatlı hayatı elinin tersiyle itti ve butun gonluyle Son Nebi’ye bağlandı. Cunku aradığını onda bulmuş, Âdeta kendisine yeni bir hayat bahşedilmişti. Artık uğrunda nefes tuketilecek, hatta hayat feda edilecek yuce bir davanın mensubuydu. O, Medine’de kaldığı surece hep kendisi gibi hak ve hakikate sevdalı gonuller aradı, durdu. Sabrını ve merhametini butunuyle onlar icin harcadı. Kapı kapı dolaştı, kovuldu, azarlandı ama hicbir zaman pes etmedi. Boylece Medine’de İslam’a gonul verenlerin, Son Nebi’ye kucak acanların sayısı hızla coğaldı. Neticede hicret gercekleşti. Ardından Bedir ve Uhud savaşları geldi. Mus’ab b. Umeyr hep ondeydi, her iki savaşta da sancaktardı. Uhud’da şehit olup muradına erdi. Savaştan sonra şehitler defnedilirken, Son Nebi, yoksul bir kıyafet icindeki Mus’ab’ı yanındakilere gostererek, onun bir zamanlar en guzel elbiseleri giydiğini, en guzel yemekleri yediğini fakat Allah ve resulunun sevgisini her şeye tercih ettiği soyledi. Nitekim Uhud’da şehit duştuğu gun, bu genc icin kendisini saracak bir kefen dahi bulunamamıştı. Bedenini hırkasıyla ortmeye calıştıklarında, başına cekince ayaklarının, ayaklarına cekince başının acıldığını, sonunda başını orttuklerini ayaklarının ustune de kokulu bir ot demeti konulduğu rivayet edilir. O, sonraları ashap arasında hep bu dunyanın cazibesini terk edip Allah yoluna kendini adamanın sembol ismi olarak hatırlandı. (BuhÂrî, “CenÂiz”, 27; “MeğÂzî”, 17, 26; Muslim, “CenÂiz”, 44.)

Mağara Arkadaşları ve Mus’ab belirli zaman ve mekÂnda yaşamış olabilirler; ancak onlar butun zaman ve mekÂnların insanlarıydı. Cunku onlar, bu Âlem var oldukca devam edecek olan olmez bir ruhu, rabbanileşme ruhunu temsil ediyorlardı. Cağ ve coğrafyalar değişse de, hepsinde ortak, değişmeyen bir oz vardı: O da, kişinin butun benliği ile azamet ve kerem sahibi olan Allah’a bağlanması, O’nun yoluna kendini adaması, hoşnutluğunu kazanmak icin calışıp cabalamasıdır.


Diyanet İşleri Başkanlığı


__________________